HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
ŞEFA VELI 4
KEMAL BOZOK 5
HUDAYBERDİ HALLI 6
NIKA ZHOLDOSHEVA 7
Eskiden şairler, sözlerini övmek için Hz. Muhammed’i anlatırlardı, tıpkı Fuzuli’nin “Su Kaside”sinde:
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su
(Seni övmenin bereketinden Fuzûlî’nin sözleri, nisan bulutundan düşerek iri inciye dönen su damlası gibi birer inci olmuştur.) beyiti ile ifade ettiği gibi.
Klasik şiirimizde; peygamberimizi övmek, O’nun hayatını, dini yayma konusundaki mücadelesini anlatmak ve O’ndan şefaat istemek için yazılan metinlere “Naat” adı verilir.
Hz. Muhammed’e aşk derecesinde bağlı olan Türk milletinin şairleri de asırlardır naat yazma ve O’nun güzel ahlakını anlatma noktasında son derece önemli eserler ortaya koymuşlardır. Süleyman Çelebi’nin asırlardır hemen her evde okunan, gelinlik kızların çeyizliği olan Vesiletü’n Necat adlı mevlidi, Fuzûlî’nin Su Kasidesi, Şeyh Galib’in Naat’ı bu konuda yazılmış en başarılı örneklerdendir. Naat yazma geleneği günümüze kadar ulaşmış ve Arif Nihat Asya’nın “Naat”ı günümüz edebiyatının en başarılı örneklerinden sayılmıştır.
Mehmet Akif Ersoy’un “Bir Gece” şiiri de klasik edebiyatın etkisiyle yazılmış, naat türüne örnek olarak verilebilecek nitelikte bir eserdir. Safahat’ın “Yedinci Kitap”ında bulunan “Bir Gece” 1928 yılı Rebiülevvel ayının 11. gününde yazılmıştır. “Bülbül” şairi bu tarihte Mısır’dadır. Bir idealist ve muzdarip olan şair; vatandan ayrı kalmanın, İslam dünyasının içerisinde bulunduğu karmaşık durumun verdiği hüzünle üzgün ve karamsardır. “Gül Devri”ne duyduğu özlemle, içerisinde bulunduğu hiçbir ortamda huzur bulamayan şairin Mısır hayatında verdiği eserler geçmişe nispetle daha azdır. Hatta bu durumu kendisi de bir mektubunda Mahir İz’e “Gülme komşuna gelir başına! Meşhur Yahya Kemal gibi felek bizi de kıt’acı etti. Dört yılda on iki mısra! Ne ise Allah beterinden esirgesin” cümleleriyle ifade etmiştir. Akif’in, 1935 yılında hastalığı sebebiyle Kahire’den Antakya’ya hava değişimi için geldiğinde şehrin Fransız işgali altında olmasından müteessir olarak söylediği:
Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?...
kıt’ası da şairin ruh durumunu göstermesi açısından önemlidir.
“Bir Gece” şiirinin Akif’in bu gurbet duygularıyla yüklü olduğu bir çağda kaleme alındığını göz ardı edemeyiz. İçerisinde bulunduğu yalnızlık, özlem ve karamsarlık Akif’te farklı çağrışımlar ortaya çıkarmaktadır. Karanlık bir çöl gecesinin ve çölün içinden yükselen dolunayın Akif’in muhayyilesi üzerinde ciddi bir muharrik unsur olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Akif Rebiülevvel ayında ortaya çıkan dolunayın çöl gecesini aydınlattığı gibi 14 asır önce karanlık bir çağda Hz. Muhammed’in kumların arasından süzülerek çıkan bir dolunay gibi ortaya çıktığını ve bütün kâinatı nura gark ettiğini vurgulamıştır. Hz. Muhammed’in cihanı nurla doldurduğunu Süleyman Çelebi de Vesiletü’n- Necat’ının veladet faslında
Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihan
dizeleriyle dile getirmektedir.
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
mısralarıyla devam eden bölümde Akif; insanların fıtratından uzaklaşarak hayvandan daha aşağı bir derekeye düştüğünü, dünyanın buhranlar içerisinde olduğunu ve günümüzden de kötü bir ortamın var olduğunu söylüyor. İnsanın sırtlanlara rahmet okutacak derecede vahşileştiğini, eğer bir insan güçsüzse ona kardeşlerinin dahi yaşam hakkı tanımadığını, yeryüzünü anarşi ve kaosun kapladığını bugün İslam dünyasını parçalara ayıran bölücülük fikrinin o zaman da çok yaygın olduğunu ve insanların kabilecilik adına paramparça yaşadığını bu sebeple de güçsüz kaldığını vurgulamaktadır. Aslında 14 asır önceden bugüne ışık tutan Akif aynı tefrika illetinin bugün de İslam dünyasını parçalara ayırdığını, İslam Dünyasının zayıf ve güçsüz kaldığını anlatmaya çalışmaktadır. Tefrika yani bölücülük fikrine tamamen karşı olan Akif bu meseleye Safahat’ın “İkinci Kitap”ı olan “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiirinde:
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez
mısralarıyla karşı çıkmıştır.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Hz. Muhammed büyüyüp kırk yaşına geldiğinde kendisine peygamberlik görevi verildi ve zayıfları ezenlerin karşısında yer alarak mazlumların kimsesiz olmadığını gösterdi.
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sum,
Bir hamlede Kayserleri, Kisrâları serdi!
Nefha kelime manası olarak diriltici nefes olarak kullanılmaktadır ve Hz. İsa’nın bir mucizesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz. İsa Allah’ın dilemesiyle, çamurdan yapılmış kuşlara üfleyerek hayat veriyor ve ölüleri diriltiyordu. Akif burada Hz. Muhammed’in ise bir nefhada bütün insanlığı kurtardığını söylemektedir. İslam’ın bidayetinde dünyada hâkim iki unsur olan Roma İmparatorluğu ve Pers İmparatorluğu İslam orduları karşısında tutunamamış ve onların şehirleri birer birer İslam beldesi haline gelmiştir.
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Zayıflara, acizlere reva görülen tek şey zulüm ve işkenceydi, zalimler ise saltanatlarının asla yıkılmayacağını düşünüyordu ama yanıldılar. Çünkü İslam dini insanları köle -hür olarak ayırmıyor ve eşit haklara sahip olduklarını söylüyordu. İslam dini Hz. Muhammed’in etrafında Ebu Bekir’le Bilal-i Habeşi’yi bir araya getiriyordu.
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Hz. Muhammed âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de Enbiya Suresi’nin 107. Ayetinde: “(Ey Muhammed) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” şeklinde ifade edilmiştir. Ve O, adalet isteyen herkesi Din-i Mübin-i İslam’ın adil kanatları altında toplamıştı.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma’suma bütün bir beşeriyet…
Yâ Rab, bizi Mahşer’de bu ikrâr ile haşret.
Dünya neye sahipse hepsi O’nun hatırınadır. Toplum da fertler de bütün insanlar da varlığını O’nun varlığına borçludur. Zira “Levlake Levlak lema halaktul eflak” hadisi ile vurgulanan “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” sırrına binaen bütün insanların var oluş sebebi onun varlığıdır.
Akif Mahşer’de de bu söz ile yeniden dirilmeyi ve aslında iman ile ahirete göç ederek O’nun şefaatine mazhar olabilmeyi dilemektedir. Akif’in bu dileği ne kadar samimi ve içtendir. Türk milletinin saf ve temiz bir inançla bağlı olduğu İslam dini ve onun sevgili peygamberine duyduğu aşk yüz yıllardır hiç azalmamış, eksilmemiştir. İslam’ın Türkler arasında ilk kez neşvünema bulduğu yerlerden biri olan Hakaniye coğrafyasından seslenen Yusuf Has Hacib’in ana sütü gibi arı bir Türkçeyle dile getirdiği:
Sewük sawçı birle kopurgıl meni (Sevgili peygamberle bir haşret beni)
Elig tuttaçı kıl könilik küni (Şefaatine kavuştur mahşer günü)
niyazı ile Akif’in yakarışı arasında mahiyet olarak hiçbir fark yoktur. Bu bizim önümüzde bin yıldır Türk milletinin Hz. Resul’e duyduğu sevgi, aşk ve bağlılığın en önemli bir kanıtı olarak durmaktadır. Akif’in de sezdirmeye çalıştığı gibi bugün dahi yeniden o kutlu “Nefha”ya ihtiyaç vardır. İslam Dünyası tefrikalarla bölünmüşken, Doğu Türkistan, Kırım, Kerkük bu haldeyken yeniden Nebevi bir nefhaya ihtiyaç vardır. Merhum Arif Nihat Asya’nın deyişiyle:
Gel, Ey Muhammed, bahardır.
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır!..
Hacdan döner gibi gel;
Mirac’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!