HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
Kader Pekdemir 3
Kardeş Kalemler 4
İ. M. Galimcanova 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
Öylesine sıkıldı ki içim, eğer gönlümün yerinde bir portakal ağacı olsaydı; şimdi bardak bardak taze sıkılmış portakal suyu içerdim. Üzerine hayatımı inşa ettiğim kronik yaramın yeniden alevlenme belirtisi bu. Biliyorum, şimdi odamda değil, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında olsaydım yine aynı şekilde hissederdim. Tebdilimekânda ferahlık vardır, diyorlar. Neden mekândan münezzeh yaraları hesaba katmıyorlar?
Odamın içinde deli danalar gibi dört dönüyorum. Tam şu an, avluya çıkış izni olmayan bir mahkûm olabilirim mesela. Koğuşunun artık ezberinde olan her bir köşesine kısa zaman aralıklarıyla dönüşümlü olarak tüneyen, kendine yeni meşgaleler icat etmeyi deneyen, ne yapsa bir türlü avunmayı beceremeyen, çaresiz derdinin pençesine yeniden ve yeniden düşen bir mahkûm. İçimdeki sıkıntı odama yayılıyor. Hızla diğer odaları da sarıyor. Evimin hudutlarını aşıp mahallenin havasına suyuna karışıyor. Derken koskoca semte bir sis bulutu olup çöküyor. Her yanı kaplıyor. Böyle bir zamanda insan ne yapmalı? Bence en iyi bildiği şeye sığınmalı. Ben yazmaya sığınıyorum.
Oturuyorum masanın başına. Üç gün önce aldığım siyah tükenmez kalemi alıp yazmaya gayretleniyorum. Hayret, ne ara tükenmiş! Hayatımdaki pek çok şey gibi o da zamanından evvel bırakıp gitmiş. Üzülüyorum. Küçük şeylere tutunarak yaşamayı öğrendiğimden beri yine küçük şeyler yüzünden ziyadesiyle sarsılıyorum. Hâlimi fark edince kızıyorum kendime, ne bu arabesk ruh hali böyle, diyorum. İçten içe üzülmeye devam ettiğimi anlayınca kalemi birden çöpe atıveriyorum.
Doğrusunu isterseniz, biten bir kalemi öyle kolay atamam ben. Bir kenara koyarım önce, biraz inzivaya çekilsin, derim. Belki yorulmuştur, dinlenmesi gerekiyordur. Yazan el yorulur da yazı için kendini bizzat kanatan kalem yorulmaz mı hiç?
Sonra tekrar elime alırım onu, yeter bu kadar dinlenme sana, derim. Yazmayı denerim. Bazen görürüm ki tekrar satırlara dönmeyi başarır, canlanır elimdeki küçük gazi. O zaman dünyalar benim olur. Umutsuz bir hastayı ölüm döşeğinden kurtarmışçasına sevinirim.
Dedim ya, öyle kolay atamam ben. Dikerim, yamarım, yapıştırırım, en kötü zamana bırakırım. Körü körüne tüketmek istemem hiçbir şeyi. Hâlâ eşyanın ruhuna inananlardanım.
Ne acı ki bu yüzyıl, arızalarımızı tamir etmekten uzaklaştırmak istiyor bizi. Nitekim başarısız da sayılmaz. Ne acı! Seri üretimin çocukları olduk her birimiz, yeniden toparlamayı unuttuk kırıp döktüklerimizi. Eşyanın ruhunu indirimli reyonlarda bıraktık. Öyle tatlı geldi ki ikisinin fiyatına üçünü birden almak; biri bozulunca atıp diğerini kullandık. Kolaydı böylesi, güvenliydi. Zamanla bu konfor hayatımızın her sahasına sirayet etti. Biri canımızı mı sıkıyor, selamı sabahı bıraktık. Bir şeyler ters mi gidiyor, inceldiği yerden kopardık. Sabra gerek var mıydı? Nasıl olsa seri üretim iş başında, istediklerimiz her an kapımızdaydı.
İnsanın yaradılışına, iç dünyasına tezat bir ivedilikle devam ediyor bu üretim. O artıyor, bizler eksiliyoruz. Kendimizi kaybetme pahasına ona kazandırıyoruz. Ruhun bir defaya mahsus yaratıldığını unuttuk mu acaba? Onda açılan yaralara deva aramak, ne ara cefa oldu? Nasıl böyle uzaklaşabildik kendimizden? Kim bilir, belki gönlümüzü de miadı dolunca yerine yenisi alınabilecek kullan at ürünlerden sandık.