HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
NIKA ZHOLDOSHEVA 2
Osman Çeviksoy 3
HİDAYET ORUÇOV 4
ŞEFA VELI 5
KEMAL BOZOK 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Genç yaşta aramızdan ayrılan meslektaşım merhum Fevzi Karaca’nın anısına…)
İster umursamazlığından olsun ister çok sevdiğin kişiye gereğinden fazla güvenmekten hayat bunun diyetini ödetir sana bazen, bir nevi cezalandırır seni. İşte o zaman çenene ağır bir yumruk yemiş gibi hissedersin, gözlerin fal taşı gibi açılır. Sonra da yerinden fırlar ve önemsemediğin için unuttuğun fakat senin gelmeni dört gözle bekleyen o meselelere doğru kelle koltukta koşmaya başlarsın.
Tam da böyle bir durumdaydım. Moralim olmadığı için radyoyu da tüm camları da kapattım. Direksiyon sallayan elim terledikçe kendimden iğreniyor, bütün vücudumun çamura battığını hissediyordum. İnsan bir kere endişeye kapıldı mı kurtuluşu zor!
Bütün yol boyunca o feci mektup aklımdan çıkmadı. Bu da yetmezmiş gibi zarfı gözüme girecekmişçesine tam da karşımda duruyordu. Sokuluk’tan[1] geçerken zarfı alıp hiddetle arabanın torpido gözüne fırlattım. Yerin dibine girsin de çıkamasın!
Böyle kendimi küçük bir çocuk gibi avutup yoluma devam ettim. Yol boş sayılırdı. Pedala biraz abansam sanki uçup gidecek gibiydim. Hızlı giderken kafam biraz dağılır gibi oluyor ama sonra yine mektuptaki o yürek parçalayan sözler aklıma geliyordu: “Annenin vefatının üzerinden iki yıl geçti. Siz, Canuzak’ın beş evladı, hepiniz birden babanızı bomboş evde yapayalnız bırakıp gittiniz. Munabiya denen o karının bu zavallı adama eziyet etmesine izin verdiniz. O utanmaz kadın annenizden kalan ne varsa hepsini kendi evine taşıdı. Anneniz sağken her yerinden bolluk bereket fışkıran evinizi talan ediyor o kahrolasıca…” Mektubu yazan kişi sonrasında da bizim taş kalpli olduğumuzu, babamıza karşı hayırsız evlatlar olduğumuzu iğneleyerek tekrar ediyordu. Mektubun sonunda ise ne bir isim vardı ne de bir işaret.
Mektubu okuduktan sonra üzerime bir ağırlık çöktü. Kahretsin, ne feci bir mektuptu öyle! Böylesine acı sözleri hayatım boyunca ne duydum ne de gördüm. Haddini bilmeyen birinin durduk yere hepimizin yüzüne kara çalması beni deliye çevirmişti. Kendimizi suçladığım falan da yoktu. Açıkçası böyle bir şey aklıma bile gelmedi. Meğer bu yaptığım büyük bir bencillikmiş, çünkü sağlam kafayla biraz durup düşündüğümde hakikaten de annemi toprağa vereli neredeyse üçüncü yıla girecektik ve o zamandan beri babam köydeki o ıssız evde yapayalnız yaşıyordu. Yanında ona bakacak biri olsa yine iyi. (Çünkü) babam hayatında bir kez bile üstündeki elbiseyi düzeltip de giymiş biri değildi. Gençliğinden beri hiç durmadan kuyumculukla uğraştığından aklı, fikri, ilgisi bütünüyle yaptığı işteydi. Sadece çalışırken heyecanlanır, yüzüne kan gelir, gözleri ışıl ışıl parlar, büyük bir hevesle çalışırdı, ama hiç konuşmazdı. Akşama kadar bize ateşi körükletir, bir durup da iki çift laf etmezdi. Bu nedenle insanlar ona sessiz sakin anlamında “Mülayim Uzak” derler, böyle hitap ederlerdi.
“Zavallı olan kişi kendi de zorlandım, sıkıldım diye haber göndermez mi?” diye suçun en büyüğünü babama atıyordum. Gerçekten de “Kahrolası şehirde yaşayan adamın işi bir çoğalsa, bir hafta ev yüzü görmese, anasının babasının adını unutur.” dedikleri kadar var. Unutuyorum dedikleri işte bu olsa gerek!
Şehirden uzaklaştıkça oraya varır varmaz söze nereden başlayacağımı ve nerede bitireceğimi planlıyordum. Tek amacım babamı alıp şehre götürmekti.
Köydeki akrabalarımız, “Babanızı alıp götürün, kışı sizin yanınızda geçirsin. Sonra bir araya gelir, şehirden münasip bir kadın bulup evlendiririz. Bahar aylarında da tekrar köye gelip kalırlar.” diye ta geçen yıl söylediklerinde istemesem de razı olmuştum. Şehirden buluruz diyorlardı, anlaşılan köyde dul biri yoktu. Şimdiyse şu Munabiya denen kadını bir yoklasam mı dedim kendi kendime. Ne de olsa onu eskiden beri tanıyorduk. Gerçi, zavallı annemin köyde en sevmediği kişi de Munabiya’ydı.
Uzun yıllar boyu nedendir bilinmez annem bu kadınla hep zıtlaşırdı. Evlerimiz aynı yolun üzerinde olsa da bir kere bile birbirimizin evine girmişliğimiz yoktu. Niye böyle olduğunu da hiç anlamazdık. Kısacası, çocukluğumuzdan beri Munabiya hakkında annemin ağzından bir çift güzel söz duymamıştık. “O cadı karı bizim iyiliğimizi istemez. O sinsi evimizin betini-bereketini kaçırdı! O cadı karı şöyle, o geberesice böyle…” diye söylerdi bıkmadan, usanmadan.
Hatırlıyorum da geçmiş yılların birinde, o zamanlar biz çocuktuk, birinin düğününde kadınların arasında kavga çıktı diye duyar duymaz merakla o patırtıya koşmuştuk, vardığımızda annem Munabiya’yı saçlarından tutmuş yerlerde sürüklüyor, sanki insan öldürmüş bir suçluyu yakalamış gibi hırpalıyordu. Oradaki kadınların hepsinin çakırkeyif oluşlarından mı yoksa ikisinin kavgasının nedeninden mi kısacası ayırmak için araya girenlerin çoğunluğu da annemden yanaydı, Munabiya’yı yalnız bırakmışlardı. Kimisi kendini tutamayıp kahkahayla gülüyor kimisi ise “Rahat bırakın, yorulunca kavgayı bırakırlar nasıl olsa.” diyerek karışmıyordu.
Bu duruma sinirlenmiş olmalıyım ki gidip anneme kafa tutan Munabiya’yı itekledim. Benim bu hareketim karşısında kadınların hepsi birden “Kurban olduğum, annesini koruyuşuna bak şunun. Tut Munabiya’yı bacağından! Yırtıver eteğini!” diyerek kahkaha atıyorlardı. Ben akılsız da bu sözlerle daha da azıp aslında annemden dayak yiyen kadına saldırıyordum. Şimdi düşünüyorum da annemden epeyce küçük olan Munabiya o zamanlar güçlü, genç bir kadındı. Benim kızarak saldırışım onun için sinek ısırığı gibi olmalıydı, ama bu hâlde bile bana acıyarak “Yavrucak bir yerini incitmesin!” dercesine kolunu yavaşça kaldırıyordu.
Üçümüzün arasında bu şekilde devan eden kavga bir müddet sonra mumun sönmesi gibi (bir anda) bitti. Çocukluk hatıralarım içinde o gün olanlar bugünkü gibi aklımda…
Kadınlar dört bir taraftan bağırırken, üçümüz neredeyse saç saça baş başa kavga edecektik. Buna fırsat kalmadan bedenlerimizde bir kamçı şakladı. Üçümüz birden acı içinde hemen üç tarafa kaçıştık. Diğerlerini bilmem ama benim sırtımın derisi yüzülmüştü. Bedenim ortadan yarılmış gibi bağırmıştım. Dönüp baktığımda bize vuranın babam olduğunu gördüm. Erkeklerin oturduğu yerden koşup gelmiş gibiydi. Suratı asık, sinirden gözleri kıpkırmızı olmuştu. “Lanet olsun! Lanet olsun!” dan başka söz çıkmıyordu ağzından. Derisi sırtına yapışmış zayıf uzun boyuyla titreyerek orada oturanların hepsini dövecekmiş gibi bir baktı, gürültü birden kesildi. Karşısında kimse tek kelime edemedi.
Biraz önce saç yolan anneme baktığımda tavşandan daha beter korktuğunu ve evin tepesine kaçıp çıktığı gördüm. Babam,
Kadınlar bu şekilde babamın arkasından eğlenip dalga geçtiler. Babamsa hırsını alamamıştı, hırsını alacak birini arar gibi izleyenlerin arasında dolanıp duruyordu. Bir an sinirden dışarı fırlamış gözleri benim üzerimde durdu. Anlar anlamaz hemen eve doğru kaçtım. “Sakin, sakin diyorlar, sakinlik buysa babam sakin olmasın!” Kafasının tası attığında kendisini de başkasını da öldürse umurunda olmaz. Gerçi kırk yılda bir böyle sinirlenirdi, bu da bir gerçek.
Boşuna dayak yemiş olmama sinirlenerek gözyaşlarımı durduramayıp ağlarken önümde giden Munabiya’yı gördüm. Çıplak ayaklarımla koşup varıp eteğinden çektim onu. Sanki zor bir işi başarmışım gibi de geçip gittim. Arkama dönüp baktığımda babamdan kamçı yiyen Munabiya, başı omzuna düşmüş, gözyaşları sel olmuş, yolu görmez, hiçbir şeyi umursamaz bir hâlde, kısacası dünyadan bîhaber yürüyordu. Kendi derdine düşmüş, yüreği yanmış, aklını yitirmiş gibi sallanarak geliyordu. Şaşırıp tekrar dönüp baktım, sonra da koşmaya başladım. Çünkü babam arkamızdan hızlıca geliyordu. Kamçısı da hâlâ elindeydi. Şimdi yetişip Munabiya’ya yine vuracak diye düşündüm. Nasıl vuracak?Munabiya o zaman ne yapacak acaba? diye çocuk aklımla meraklandım. Ama olay benim beklediğim gibi olmadı. Babam Munabiya’ya yaklaştı ve eğilerek utanır gibi bir şeyler söyledi.
Babam böyle davransa da Munabiya ona yaşlı gözleriyle bir hışımla baktı, bir anda dönüp hemencecik taş döşenmiş yola doğru yürüdü. Ben ne yapacağımı bilmez hâlde daha neler olacağının merakıyla durup kalmışım. Bunun üzerine babam bir süre tereddüt edip önce Munabiya’ya doğru gitmeye yeltendi, sonra tekrar durup geride kalan meraklı bakışlara sinirle baktı, en sonunda benim olduğum tarafa yöneldi. Hemen koşup kaçtım. Eve gelip ahırın dibine saklandım, babam da eve geldi. Avlunun tam ortasında durup zor nefes alıyormuş gibi elini kalbinin üstüne koydu. Bir süre sonra da elindeki ağaç saplı, gümüş işlemeli kamçısını dizinde kırıp ocağa doğru fırlatıp attı.
Tekrar edeyim, o gün olanlar sanki bugün olmuş gibi aklımda. O şöyle dursun, bu olaydan iki gün sonra annemin gelip babama hakaretler etmesi de hâlâ gözümün önünde. Aile denen şey, insanoğlunun asla anlayamayacağı bir dünya imiş meğer. Ben bunu o çocuk yaşımda ilk kez anladım.
Babamla ikimiz bu şekilde iki gün evde yalnız kaldık. O kavgadan sonraki iki gün boyunca annem eve gelmedi. Onun nerede kaldığı, ne yaptığı babamın umurunda bile değildi. Sönmüş olan ocağı yakıp bana da körüklettikten sonra ömrü boyunca yaptığı işle meşgul olmaya başladı. Üçüncü gün olduğunda, babamın yüzündeki kızgınlıktan eser kalmamıştı, önceki sessiz, sakin, içine kapanık bildiğimiz “Mülayim Uzak”a dönüşmüştü. İşte o zaman annem eve gelip ortalıkta göründü.
Önce avludan başını uzatarak girdi içeri annem. Kendi kendine söylenerek ortalığa saçılmış olan odunları toplayıp ocağa doğru fırlattı. Direkt babama laf atmıyor, temkinli davranıyordu. Sonrasında sanki hiçbir şey olmamış gibi babamla ikimizin durduğu odaya başını uzatıp bana çattı:
Böylelikle beni dışarı çıkardıktan sonra, imalathaneye girip kapıyı kapattı, sanırım babamla kavga etmeye başladı. Çünkü annemin bağrışları uzun süre dinmek bilmedi. Bazen hiddetlenerek bazen de birini taklit ediyormuş gibi konuşarak haklılığını kanıtlamaya çalışıyordu. Bazen babamı taklit eder gibi yapıyor, bazen de sinirli bir kahkaha atıyordu. Kısacası türlü kılıklara girerek uzunca bir süre babamın kafasını şişirdi. Ancak babam buna rağmen anneme hiç karşılık vermeden çekicini çalıştığı kalıbın üzerinde vurmaya devam ediyordu. Annemin bu hâliyle kiminle konuşup kavga ettiği belirsizdi. Bundan dolayı daha da sinirlenen zavallı annemin cinleri iyice tepesine çıktı. “Ben sana beş çocuk doğurdum. Beş çocuğundan utan! O altın küpeleri de bul! Nerede küpeler?! Yoksa küpeleri o deli kadına verdiğin de mi yalan?! Yalan mı, söyle?!”Kavga ettiklerinde annemin babamı suçladığı en önemli meseleydi bu. Çocuk olsak da annemin babamı suçladığı bu konunun farklı bir anlamı olduğunu hissedebiliyorduk. Çünkü hiçbir şeye tepki vermeyen babam altın küpe sözünü duyar duymaz bozulur, o an eline ne geçerse anneme fırlatırdı. İşte, o zaman da öyle oldu sanırım. Elinde mütemadiyen vurduğu çekicin sesi kesildi o anda küt diye bir çarpma sesi duyuldu. Annem telaş içinde kapıya çıktı. Sağ omzunu ovalayarak başörtüsünü düzelten annemin kocasıyla olan konuşması da böylece sona ermişti. Şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım bir yaşlıya “O geberesiceyi eninde sonunda bu köyden sürdürüp yok edeceğim!” şeklinde gelecekte yapacağı şeyi söylermişçesine ve hiç de yeni verilmiş bir karar gibi görünmeyen o sözünü de hatırlıyorum.
Daha sonra birbirlerine olan kızgınlıkları geçen aile üyeleri iflah olmayan yalancı hayata ayak uydurarak geleceğe, yaşlılığa ve kaçınılmaz olan o sona doğru yavaş yavaş yol aldı.
Yoldaki viraj hızımla uyum içindeki düşüncelerimi bir anda dağıttı. Farkında olmadan bizim eve dönülecek sapağa gelmiştim. Rahatsız edici derin bir sessizlik hâkimdi. Annem olmadan bu evi kendime her nedense çok uzak hissediyordum. Belki şimdi Munabiya buradadır. Şimdi buranın sahibi odur. Pencereleri mavi boyalı, mavi verandalı, her bir tahtasına eğri çakılmış olan çivilerine kadar bana yabancı gelen evimizi yüreğim ezilerek seyrettim. Yüreğimin derinliklerindeki belirsiz bir ümitle annem çiçekli elbisesi, siyah mestleriyle merdivenlerde görünüp inip geliverecekmiş gibi hissediyordum…
Arabadan iner inmez babamın imalathanesinden gelen tanıdık çekiç sesleri karşıladı beni. Bu sesleri duyunca alt üst olan duygularım, bozulan asabım biraz da olsa düzelir gibi oldu. Demek beni düşüncelere salan, belirsizliğiyle sabahtan beri rahatsız eden dünya yarım yamalak olsa da yerinde duruyormuş!
Bu “Gel, çekinme, bir suçun yok!” şeklinde bir babanın evladını affetmesiydi. Biz, Canuzak’ın beş evladı onun yüzündeki bu ifadeyi kırk yılda bir görürdük. Hepimizi annemiz cezalandırır, yine annemiz affederdi. Bizi şımartan da oydu. Eğer dayak yiyeceksek de yine annemden yerdik.
Fakat bir müddet çekicini sallamadan durdu. O an babam yüzüme bir başka göründü. Sanki müzmin bir hastalığından kurtulmuş biri gibiydi, yüzüne renk gelmiş, gözlerine nur inmiş, sakalı düzgün ve bakımlı, üstü başı tertemizdi. Bakışlarında beni şaşırtan, hiç beklemediğim bir hâl vardı ama dargınlıktan hiç eser yoktu. Bundan dolayı kendimi sanki bu adamın oğlu değilmişim gibi hissettim. Nedendir bilmem yüreğimin derinliklerinde bir kızgınlık hissi peyda oldu o an. Lakin bunu göstermek için hiçbir sebep yoktu. Bu nedenle babasını çok özlemiş bir çocuk gibi babama tüm şefkatimle yaklaşmak istedim. “Babam da keşke böyle yapsa! Yerinden kalkıp beni güzel sözlerle öpse, gözlerime, kollarıma, her bir hareketime şefkatle baksa, etrafımda dolansa!” dedim içimden. Çocukluktan kalan özlemim depreşti sanırım. Ama babam bu hislerimi ne fark etti ne de tahmin etti. O her zamanki gibi istifini bozmadan durdu. İşte o zaman bir taraftan babama haksızlık etmeyip aslında ondan rahmetli annemin şefkatini, sevgisini görmeyi umduğumu, diğer taraftan da bu dünyada eşi benzeri olmayan anne şefkatinden tamamen mahrum kaldığımı açıkça fark ettim.
Atkımı çıkarıp iki elimle birden körüğe giriştim. Zaten hamlamış olan kollarıma yenleri deri olan gömleğim de engel olunca, körüğü olması gerektiği gibi basamayıp yoruldum, babam bu durumu bir süre izleyip sonra acı bir şekilde gülümsedi.
Babam önce sözümü duymazdan geldi, fakat bir cevap vermek gerektiğini de bilerek yüzünü astı. Söylediğimin onun hoşuna gitmediğini hemen fark ettim.
Babam burnuna kötü bir koku geliyormuş gibi yüzünü buruşturdu.
Babam başını kaldırıp bana şaşkın bir ifadeyle baktı. Bu, gerçekten beni şehre götürmeye mi geldin dercesine bir bakıştı. Onun bu bakışını görünce bir cevap bekledim. Biraz düşündü.
Açıkçası ben babamı şehre götürme konusunda hemen ikna ederim sanıyordum. Kış günü sıcak ev, yumuşak döşek teklif edilse kim geri çevirebilir ki?! Ancak o an babamın ikna olmayacağının farkına vardım. Şehirle ilgili bir söz daha etmeye yeltendiğimde suratını asarak çekicini kalıbın üzerinde sert bir şekilde vurmaya başladı. Ben de bu tavrına alındım ne yalan söyleyeyim. Kırk yaşına gelmiş, saçlarına aklar düşmüş bana, babam hâlâ çocuk muamelesi yapıyor, söylediklerimi dinleyip biraz düşünmek bile istemiyordu. O kızgınlıkla körüğe asılıp kömürün küllerini savuruyordum, babam ise “Sen de nereden çıktın?!” der gibi benden hiç hazzetmediğini göstermek istercesine başını diğer tarafa çevirdi, hiç konuşmadık.
Biz böyle memnuniyetsiz bir hâlde dururken, bir anda avluya Acike yengem girdi. Babamın ortanca erkek kardeşinin hanımıydı. Yengem sanki kendi evindeymiş gibi girer girmez büyük evin önünü süpürdü, etrafı toparladı.“Merhaba, yenge.” dediğimde “Oo, sen miydin? İnsan hiç haber vermez mi geldim diye?” dedi bana hiç de yabancı olmayan bir edayla. Onu görünce ben de sevinmiştim. Annemin yaptığı gibi başımda su döndürüp serpti. Bizim yokluğumuzda evin işlerini yapan, babamı yalnız bırakmayan, onu böyle tertemiz giydirip kuşandıran Acike yengemmiş gibi düşünüp memnun oldum. Ancak bu olaydan sonra üçümüzün arasında aklımın ucundan bile geçmeyecek ilginç olaylar gelişmeye başladı, hatta sonu kavga gürültüyle bitti. Her şey Acike yengemin bize çay yapmak için semaveri koymasıyla başladı.
Yengem semaveri koyayım diye sallana sallana gitti ama ne gereken kap kaçağı bulabiliyordu ne de kibriti. İkimiz birden arayıp sonunda zar zor bulduk, ama odunla suyu bir türlü bulamıyorduk. Dolaplar, sandıklar annemin zamanındaki gibi değildi, yiyeceklerin durduğu yerler bile tamamen değişmişti. Biz böyle sağ-solu ararken babamın sabrı iyice tükenmiş, yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştı. Yerinden kalkıp önlüğünün etek kısmını silkeledi. Acike yengemin davranışına, söylediği söze, yaptığına kısacası her şeye kızdı. Ben babamın bu hâlini ömrüm boyunca görmedim. Bulaşığını yıkayan, yemeğini pişiren yengeme bu kadar sinirlenmesini hazmedemeyip öfkeyle dik dik babama baktım. Ancak o böyle baktığımın farkında bile değildi, hatta gittikçe sinirleniyor, ikimizi özellikle de Acike yengemi görmek dahi istemiyordu.
Bir müddet sonra Acike yengem çayı bulmak için dolapları didik didik etmeye başladı. Ne çay ortaya çıkıyor ne de yengem aramayı bırakıyordu. Uzun zamandan sonra bu eve ilk kez geliyormuş gibi görünen yengemin suratına bakarken birden aklıma Munabiya geldi. “Yengem değil o yapmış olmalıydı evin bütün işlerini. Ya da o da değil…”
Tam da böyle düşünürken yengem şimdi kalkıp gidecek diye korktum, ama nedendir bilmiyorum öyle yapmadı. Gitmek şöyle dursun yerinden bile kıpırdamadı. Hiçbir şey duymamış gibi çayı aramaya ve söylenmeye devam etti. O böyle yaptıkça babamın siniri iyice tepesine çıktı. Sonra da yengemi evden kovuyormuş gibi bağırdı.
O kadar şaşırdım ki! Bu nasıl bir olay? Kimden yana olacağımı, kime ne diyeceğimi bilmiyordum. Yengemden taraf olayım desem benim bilmediğim bir suçu varmış gibiydi. Hem öyle olmasa babamın bağırmalarından birine de olsa karşılık vermez miydi? Belki yengemin büyük bir suçu vardır diye düşünüyordum ama bu nasıl bir suç olabilirdi ki? Kısacası ikisinin arasına bir türlü giremedim, dışında kalakaldım. İçimi en çok yakan da babamın benim gelmeme, yanında olmama hiç aldırış etmemesiydi. Ben var mıyım yok muyum hiç önemsemeden benim için bir sır perdesi olan hayatıyla hiç utanmadan bir de geliniyle zıtlaşıp ona bağırması, onunla kaba saba konuşması sözün tam anlamıyla Acike yengemin iyiliğine kötülükle karşılık vermesi yüreğimi parçalamıştı.
Niçin böyle olmuştu? Niçin evvelden beri Mülayim Uzak denen bu adam bir yıl geçmeden huy değiştirmiş, bambaşka birine dönüşmüştü? Hakikaten de hiçbir şey anlamadığıma üzülmüştüm, babamın tamamen kişiliği değişmişti galiba, ne yapacağını kendi de bilmiyordu. Kafasını öfkeyle sallayarak yengemin dışardan yeni getirdiği semaveri içindeki kaynamış suyuyla birlikte alıp eşikten dışarı fırlattı.
Yengem ne bozuldu bu duruma ne de yerinden kıpırdadı. Şöyle baktığımda çocuğuna kızan ama öte yandan onu şımartan ve ne zaman uslanacağını bekleyen bir anne gibiydi.
Böyle dediğimde yengem “Sen çayını iç. Yoldan geldin.” dedi sorumu duymazdan gelip mırıldanarak.
Ben bilmiyorum der gibi durunca yengem hemen devam etti sözlerine: “Şu Munabiya’ya Tanay sülalesinden kimsenin kapısına adım attırmayın.”demişti rahmetli ölmek üzereyken. Zavallı ağabeyim bunu kendi kulağıyla duydu ama şu şeytan kadın onun başını döndürdü. Babanın aklı başında değil, görmüyor musun?
Ben Acike yengemin sorusuna cevap veremeyip “Arabanın torpidosundaki şu lanet olasıca mektubu da siz yazdınız değil mi yenge?! dedim gözümü üzerinden hiç ayırmadan. Beklemediğim bir anda aklıma gelen bu düşünceyle dilim tutuldu, başım döndü. Yengem ise benim kaba görünüşüme daha da sinirlenip şu Munabiya denen kadına olan sinirlerimi hoplatmak ister gibi sözlerine devam etti.
Böyle düşündüğümü yengem gözümden anlamış gibi hemen bana yaklaşıp fısıltıyla sözlerine devam etti:
Acike yengem haddini aşarak söylediği bu sözler karşısında yersiz bir gülümsemeyle fısıldadı:
Acike yengemin beni adam yerine koyup açık açık söylediği bu sözler karşısında ben yine hiç cevap veremedim. Konuşmak ne mümkün! O kadar şaşkın ve üzgündüm ki o an arabaya atlayıp buradan uzaklaşmak ve gitmek geldi içimden, ama böyle yapmaya da gücüm yetmiyordu.
[1] Kırgızistan’ın Çüy bölgesine bağlı bir ilçe.
Devamı Sonraki Sayıda