HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Osman Çeviksoy 2
HİDAYET ORUÇOV 3
ŞEFA VELI 4
KEMAL BOZOK 5
HUDAYBERDİ HALLI 6
NIKA ZHOLDOSHEVA 7
Geçen sayıdan devam
Hem öyle yapmasam babamla Munabiya arasındaki kökleri eskiye dayanan bu ilişkiyi anlamam da mümkün değildi.
Acike yengem üstü bir yerde altı bir yerde duran semaveri toplayıp girişteki odaya koydu.
Asılbek amcamın evine varana kadar içten içe bir şey dikkatimi çekmişti. Munabiya’ya sövüp sayarken de beni azarlar gibi konuşurken de sözlerinden düşüncelerine, duruşuna kadar her şeyinden rahmetli annemin canlı siluetini Acike yengemde görür gibiydim. Şaşırtıcı bir benzerlikti! Sanki özellikle yapılmış gibiydi. Rahmetli annem kendi iç dünyasını, bakış açısını, düşüncelerini Acike yengeme emanet edip gitmişti sanki. Ya kadınların hepsi birbirine benziyordu ya da annemin söylediği gibi Tanay sülalesinin kadınları birbirine benziyordu. Kısacası, Munabiya deyince annem ve yengelerim hepsi aynı ağız, aynı nefes, aynı gözdü.
Hatırladığım kadarıyla annem eltilerinin içinde kendince akrabalarına düşkünlüğü ile bilinirdi, bu özelliği ile de hürmet görürdü. Dediğim dedik, tuttuğunu koparan, sıcakkanlı biri olarak diğerlerinden farklıydı, babamın sakinliğinden dolayı çoğu zaman erkeklerin arasındaki sohbete bile girerdi. Bu yüzden mi onun tüm eltileri üstündeki tesiri bu kadar güçlüydü ya da her şey annemin bıraktığı vasiyetten mi kaynaklanıyordu, bilmiyordum. Ha bir de bu vasiyeti bozan babamı ne yapmalıydık? En çok da buna cevap bulamıyordum. Vasiyet özellikle bizim halkımızda değil, dünyanın bütün halklarında kutsal sayılan bir görev. Bence onu bozan ya da yerine getirmeyen biri henüz çıkmamıştır. Eğer böyle biri olduysa da nesilden nesile anlatılırdı herhâlde. Mesela ben böyle birini ne duydum ne de gördüm. Bu yüzden babamın yaptığını nasıl anlatmalıydı? El âlem ne derdi buna? Belki de şimdiye kadar çoktan hükümlerini vermişlerdir de Acike yengem bilmiyordur diyordum. Belki bunu da Asılbek amcamdan duyacaktım.
Amcam her zamanki gibi çapa yapmaktan yorulmuştu, yatağa yeni uzanmış bir hâli vardı. Ben “Selamünaleyküm!” der demez çabucak yerinden kalkıverdi. Uyumuş gibi bir hâli de yoktu.
Birkaç yıl bölge hizmetlerinde çalıştıktan sonra nedendir bilinmez dönüp gelmişti köye, şimdi de köyde muhasebecilik yapıyordu. Bir zamanlar köylüler arasında akıllı çalışkan yiğit biri olarak tanınan zavallı amcam sonradan hastalanmış ancak buna aldırış etmemişti. Önüne gelen rakıyı çekinmeden içtiği için de şimdi dert sahibi olmuştu. Zayıflamıştı. Üstelik zar zor konuşabiliyordu. Öyle bile olsa köyde aklı başında olan birkaç kişiden biriydi hâlâ. Her zaman mahzun bir yapısı olduğundan belki de sonraki yıllar insanları pek sevmeyen ve az konuşan biri olmuştu sadece. Uygun zamanı kollayıp Asılbek amcama Munabiya’yı sordum.
İyice elim ayağım titredi. Anlaşılan Asılbek amcam da bu meseleyi kabullenmişti. Niçin bir akrabamız da ağzını açıp bir şey söylemedi bu zamana kadar bize, yani çocuklarına? İlginç.
Amcam kaşlarını çattı. Biraz daha konuşsam üstüme gelip beni suçlayacağını anladım, çıkıp gittim. “Yazık… Çok yazık!” diyerek gittim, amcama cevap niyetine verecek başka söz bulamadığıma da sinirlendim. Aslında biliyordum. Kim söyleyecekti bilmiyorum ama illa birinin çıkıp beni suçlayacağını önceden sezmiştim. İşte şimdi Asılbek amcam söylüyordu bunu. Ama yüreğimi parçalar gibi söylemişti, biraz daha yumuşatarak söyleyemez miydi sanki? Babamın bu yaptığını gerçekten bilmediğime inanmadı. Akrabalar arasında insanlık namına bir şey kalmamış demek!
Başım önde arabaya zar zor ulaştım. Karşı tarafa karanlık çökmüştü, etraf görünmüyordu. İyice gücenmiş, bundan sonra ne yapacağımı bilmez bir hâldeydim. Babamın yanına gidip ortalığı velveleye vermek geldi içimden, diğer taraftan ondan çekiniyordum da. Çünkü kendimi yirmi yıllık bir ilişki karşısında güçsüz hissediyordum. Şu yirmi yılın karşısında öbür dünyaya giden insanın vasiyeti ne yapsın, o da çaresiz…Bunu düşündüğümde sinirden patlayacak gibi oluyordum. Hepsinden kötüsü de bu işe karşı çıkmaya gücümün yetmediğini hissetmemdi. Babamın bugünkü tavrında bir gölgeden ibaret olduğumu anlamıştım. Aslında bu çaresizlikten içim sızlıyor, korkuyordum. Babama hiçbir söz söylemeye gücümün yetmeyeceğini, yetse de sonucun değişmeyeceğini biliyordum. Eğer babam o eski Mülayim Uzak olsaydı, beni dinler miydi acaba, kim bilir? Şimdiki Canuzak denen adam sanki üvey babam gibiydi. Yumurtasını başka yuvaya verip de uçup giden bir kuş misali… Bunu uzun zamandan beri bilen Asılbek amcamın söyledikleri de doğruluyordu. Belki de başka çıkar yolu kalmamıştı amcamın. Kimbilir…
Babamın şu duruma düştüğünü gözün görmeden ölüp gitmen belki de daha iyi oldu, anneciğim!
Arabada işte böyle içim sızlarken babamla Munabiya arasındaki bu uzun ilişkinin yengemle beni küçümsediğine, ayaklar altına alıp çiğnediğine dair bir düşünce gelip geçti aklımdan. Bu hiçbir şeyi takmayan düşünce, vasiyet denen kutsal görevi de halkın ebedî geleneğini de bozup onunla alay eden düşünce ile aynıydı. Ne yapacağız? Elden ne gelir? Hiç yoksa vasiyeti tutsaydı, olmaz mıydı? Tamam, babam kendi vicdanının sesini duymuyorsa duymasın, benim için de önemi yok ama insan geleneğini de mi korumaz? Ne yapacağız diyorum baba? Hiçbir şey demesem de bunu babama söylemeye hakkım olduğunu düşünüp cesaretlendim. Şimdi gelip bağırıp çağırsam sana söyleyecek çok sözüm var baba!
Üstümdeki; nefesimi daraltan ağır yük biraz hafifler gibi oldu, yerimden kalktım. Tam o sırada bizim evin kapısı açıldı, babamın dışarı çıktığını anladım. Zifiri karanlık bir geceydi. Arabadan çıkmak istemedim. Acaba babam beni arayacak mı düşüncesine kapıldım bir an. O arada babam hiç ses çıkarmadan küçük avlunun kapısından çıkıp gitti. Hiç durmadı. O an anladım nereye ve kime gittiğini. Ardından takip edeyim dedim ama kapıyı açsam ses olacaktı, bu yüzden karanlıkta gözlerimi dikip babamın silüetini takip ettim. Munabiya’nın evine gidiyor olmalı, dedim içimden. Peki!
Meğer babam Munabiya’nın evine gitmemiş, onu karşılamaya çıkmıştı. Fısıltılar geliyordu. Babam kadını evine göndermeye çalışıyor kadınsa kabul etmiyor gibiydi. Sanırım o arada babam arabamı fark etmişti. Çok geçmeden evin oradan sinirli sinirli Acike yengem çıkıp geldi.
Ben arabadan çıkıp hızlıca yengemin koluna girdim ama onun sesini alçaltmaya niyeti yok gibiydi. O ara Munabiya gözden kayboldu, babam da tek başına ses çıkarmadan bize doğru yürümeye başladı. Çok şey geçti aklımdan. Gündüz yaptığımız tartışma devam etmese bari diye telaşlandım. Bu aralıkta Acike yengem sessizce durmak yerine bizim bahçeye girmeye çalıştı.
Yanımıza geldiğinde çok sakin görünüyordu babam, geç saate kadar evde yalnız başına kalıp ancak sakinleşebilmişti sanırım. Yıkanmış çamaşırları koltuğunun altına kıstırmış bir hâlde yanıma geldi. Kalacak mısın gidecek misin? diye sordu bana. Cevabımı duyduktan sonra yengeme hiç bakmadan eve girip gaz lambasını yaktı.
Yemeği bitirip Acike yengem de gittikten sonra babam yatağını sermeye girişti. Kırgız toplumunda en ayıp şey bu olmalı: Kimsesiz kalan yaşlı bir adamın uğraşsa da yorganını döşeğini serememesi!
Babam yüzünü pencereye dönüp sessizce durup bekledi biraz. Sonra belli belirsiz homurdanarak:
O an annemi defnettikten üç gün sonra apar topar şehirdeki işime gittiğimi anımsadım. Zavallı annemin niçin bunları söylediğine şaşırdım ama vasiyetinin hepsinin bu olmadığını da biliyordum.
Babam ses çıkarmadan yattı. Yanına gittim.
Babam önce sesi kısılana kadar bağırdı sonra da ağlamaklı bir hâle büründü ama ses çıkarmadı. Babama acımıştım ama anneme olan yürek sancılarım daha baskın gelip:
Nasıl anlayamadım onu, anlamak şöyle dursun, babamın başını öne eğip sessizce durması karşısında bir zafer kazanmış gibi ertesi gün arabama atlayıp şehre doğru yola çıktım.
Tam üç gün sonra hepimiz bir telgraf aldık. Köye vardığımızda boz-üy[2] çoktan kurulmuştu. Zavallı babamın çıplak bedeni soğukta bir çarşafa sarılmış yatıyordu. Biz varır varmaz köydeki yeni âdete göre boş yatağını evin ortasına çıkarıp naaşının yüzünü açtılar. Üstüne kara kadife bir kumaş örttüler.
Ağlayıp sakinleştikten sonra gelenlerin yanına gittik. Akrabaların yüzünden anladım ki birisi cenazeye gelmemişti. Munabiya’ymış meğer. Komşuların konuşmalarına kulak misafiri olduğum kadarıyla onun yasa gelmesine Acike yengem başta olmak üzere tüm eltiler karşı çıkmışlar, erkekler ise Munabiya gelmezse olmaz demişlerdi. Kısacası aralarında bir tartışma çıkmıştı. Benim için hiç önemi yoktu açıkçası. “Gelirse gelir gelmezse de kendi bilir”, dedim. Çünkü onun gelişi bir şeyleri değiştirmeyecekti hatta içimden “Acike yengemler bu kadar karşıyken onu getirip de yeniden kavgayı ateşlendirmeye ne gerek var?” diyordum. O esnada biri gelip Konokbayların beni çağırdığını söyledi. Köyün aksakalları evin başköşesine oturmuş beni bekliyorlardı.
Ben “Buyurun, söyleyin” anlamında başımı yerden kaldırmadan konuşmasını bitirmesini bekledim.
Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Yine söyleyeyim Munabiya’nın gelip gelmemesi benim umurumda bile değildi ama zavallı babamın bu vasiyeti beni derinden etkilemişti. Rahmetlinin bana son bakışındaki o nefret ve o anda kan çanağı olmuş gözlerinden akan yaşlar bir ok gibi gelip yüreğimi parçalamıştı. Süt dökmüş kedi misali ihtiyar Konokbay’ın karşısında kıpırdamadan durdum.
Ölüyü son yolculuğuna uğurlamak ve yas tutmak için gelen Tanay sülalesinin büyüğü küçüğü, karısı erkeği şimdi Munabiya’nın gelip gelmeyeceğini, gelse nasıl, ne olarak geleceğini merak etmeye başlamıştı. Zaman ilerliyordu. Munabiya’ya haber gönderildiğini sonradan öğrenen Acike yengem ağıt yakmayı bırakıp hızlıca dışarı çıktı. Hiç çekinmeden gidip ihtiyar Konokbay’ın yaptığı işe açıkça hakaretler savururcasına:
Erkeklerden biri böyle söyleyince Acike yengem düşmanını görmüş gibi koşup bu sözlerin sahibinin yanına gitti.
Bu sözlere akrabaların bir kısmı gülse de büyük çoğunluğu bu sözlerden hoşlanmamıştı. İğrenerek ters ters baktılar ama biri de çıkıp tek söz etmedi. Bu davranışıyla Acike yengem annemin sülaledeki yerini alacak kişi olduğunu gösteriyordu bence.
Öğlene doğru yasa gelenler evin avlusuna sığmadı. Kalanlar bahçedeki odunların üstüne alakargalar gibi oturdular. Her yeni gelenle birlikte boz-üydeki muhabbet de uzayıp gidiyordu. Bir müddet sonra çay getirip götüren, oraya buraya koşturan dışardakiler, gelinler bir taraftan dedikodu yapıyor bir taraftan da yolu gözlüyorlardı.
“Geliyor!” sesleri oradan buradan duyulmaya başladı bir vakitte. Munabiya’nın bizim eve doğru geldiğini duyan odadaki erkekler de konuşmalarını kesip başlarını dışarı uzattılar. Kavga çıkacak mı acaba diye öylece beklediler. Munabiya’nın gelişi herkeste farklı bir duygu uyandırmıştı: kimisi için namus, kimisi için utanma, kimisinde öfke, kimisinde sevinme… ne yapacağını bilemeyen bende ise bu duygu ve düşüncelerin hepsi vardı. Bir yandan şaşkın bir yandan kızgındım ama hepsinden öte yeni bir kavga çıkmasından endişeliydim.
Nedendir bilinmez tam da o anda, sessizce, sükûnet içinde gökyüzünden inceden bembeyaz bir kar yağmaya başladı. Kara toprağın üstü beyazlaştıkça nefes aldığımız hava da tazelendi, vücudumuz serin sularda arınıyor gibiydi.
Munabiya üzerine yakışan uzun etekli siyah bir elbise giymiş, başına da siyah bir şal bağlamış hâlde yolun tam ortasından bizim eve doğru geliyordu. Haberi alan büyük küçük herkes cenazenin olduğu boz-üyün önünde iki kola dizilmiş şekilde duruyordu. Munabiya uzayıp giden bu iki kolun ucuna geldiği zaman başını biraz eğip iğneyle tutturulmuş şalının uçlarını uzun parmaklarıyla tutup göğsüne bastırdı. Geceden beri ağlamış olmalıydı. Çünkü gözleri ağlamaktan şişmiş, beti benzi iyice sararmıştı. Munabiya’nın geldiğini duymasıyla Acike yengem boz-üyde ağıt yakan kadınları susturup dışarı çıkardı. Ben çaresizce yutkundum. Bir maraza çıksın istemedim belki de. Munabiya yaşlı gözlerini kırpmayarak Acike yengeme bakıyordu. Yengem ise dağ deviren bir delikanlı gibi yumruklarını sıkmış ona doğru gidiyordu. Tombul vücudu rüzgârda sağa sola savrulan bir mısır koçanı gibi titriyordu. Kısacası, bir olay çıkacak gibiydi. Munabiya duracak mıydı ya da yengem ona yol verecek miydi? Sonunda karşı karşıya geldiler, Allah’tan tam da o anda bir aksakalın öfkeli sesi havada çınladı.
Asılbek amcam da şans eseri yakınlardaymış, aksakalın sesini duyar duymaz geldi ve karısının kolundan tutup onu oradan uzaklaştırdı. Acike yengem buna razı olmayarak kocasının tuttuğu kolunu çekip kurtardı, Munabiya’ya tam bir şey söyleyeceği zaman Munabiya ona sert bir bakış fırlattı. İşte o anda baharda kırılan dallar gibi düştü yengem. Gözlerinde parlayan öfkeli bakış da her nedense hemen söndü. Yengemin o hâli açıkçası içimi ferahlattı, yengem her zaman şöyle olsa diye de geçirdim içimden. Ama onun böyle olmaya hiç niyeti yoktu. Munabiya boz-üye girer girmez yüzünü ekşitip feryadı kopardı.
İzleyenlerden destek bekler gibi bir hâli vardı, ama hiç kimseden çıt çıkmadı. Bir vakitler rahmetli annemin öncülüğünde bizim köyün kadınları Canuzak’ın altın küpelerini Munabiya çalmış diye bir dedikodu yaydılar. Hatta yalnız yaşayan bu kadının evine girip her yeri didik didik aradıklarını da duymuştum. Birden bire aklıma o geldi. Meğer Acike yengem de o altın küpenin peşindeymiş. İlginç, dedim ben kendi kendime şaşırarak. Yengemin bu zamana kadar bunu içinde tutmasına ne demeli! Çocukça! Zavallı annem de ölene kadar o küpeyi aramış, her kavgada babamdan bulup getirmesini istemişti. Hâlâ hatırımda. Babam rahmetli her söze dayanırdı da bu altın küpe hakkında söz oldu mu dayanamazdı. Dediklerine göre o altın küpe bu zamana kadar yaptığı en iyi küpeymiş. Munabiya’nın kulağında o küpeyi ben de görseydim keşke…
Munabiya ağlayıp biraz içini soğuttuktan sonra diğer kadınlara katılıp ağıta başladı. Diğerlerinin arasında onun sesi ayırt edilmiyordu ama bir müddet sonra daha önce hiç duymadığımız farklı bir ses işittik. Bu ses akıp giden bir derenin suyu gibi zaman zaman coşuyor, zaman zaman da durgunlaşıyordu. Bu ağıdın ritmi de sözleri de diğerlerine benzemiyordu. Bu yüzden boz-üy dışında oturan erkekler de konuşmalarını kesip bu sese kulak vermişlerdi. Diğerlerini bilmiyorum ama ben kendimden iğrenerek Munabiya’nın babam için söylediği sözlere tutulmuştum. Bir sandalye çekip sesin geldiği yöne doğru oturdum. Ilık ılık yaş akıtan gözlerimi sıkıca kapattım:
Canuzak, yanlışlıkla gelip bu dünyaya,
Canuzak, hayatımız dikenli tel oldu.
Canuzak, birlikte eğlenip gülemeden,
Canuzak, altın gibi ömür ziyan oldu.
Canuzak, yeraltına sen gitsen,
Canuzak, ardından ben de gelirim.
Canuzak, yeraltında olmasan,
Canuzak, kaygılanıp giderim.
Canuzak, bulutlu gökte olmasan,
Canuzak, bu ömürden vazgeçerim.
Canuzak, görkemli kader (sadece) toz zerresiymiş.
Canuzak, feleğin gücü (daha) büyükmüş.
Canuzak, sen gittin (ama) bekle beni,
Canuzak, o dünya bizim için ebedîymiş.
Ağıt bitene kadar başlarını yere eğip sessizce oturan köylülerin sırtı bembeyaz olmuştu. Yer bembeyaz, ağaçlar bembeyaz, gökyüzü bembeyaz… Ağıdın gücüne işte o zaman hayran kaldım. Onun büyüsüyle tabiat değişmiş gibi göründü gözüme. Boz-üyün kapısındaki siyah başörtülü kadınlar da beyazlara bürünmüştü, adeta nurlanmış gibiydiler. Şöyle bir göz gezdirdiğimde o an fark ettim ki gerçekten de hepsi o dakika kadınlığını daha da önemlisi insanlığını hatırlayarak Munabiya’nın kaderine ortak olmuşlardı.
“Gördünüz değil mi? Kadın dediğin ne kadar asil bir varlık! Kadın dediğin gönlünü kaptırdığı erkeye nasıl kendini adıyor! Sağken de bu dünyadan göçüp gittiğinde de erkeğine saygı gösterip onu yüceltiyor!” dercesine biz erkeklerden kat kat üstün olduklarını hissetmişe benziyorlardı. Başta ihtiyarlar olmak üzere arka taraftaki erkekler kafalarını kaldırmadan biraz daha oturdular. Bir süre sonra bütün vücudu tere batmış, siyah başörtüsü omuzlarına düşmüş Munabiya dışarı çıktı. Benim olduğum tarafa baktı ama beni görmedi. İhtiyarlar tarafına da baktı ama onları da gördüğü yoktu. Sadece toprağın üstünü örten beyaz karı fark edip yavaş yavaş aşağıdaki evine doğru yürümeye başladı. Sessizliğe gömülmüş o atmosferi biraz ileride oynayan küçük bir kız ile bir erkek çocuğun kıkırdayarak gülmesi bozdu. Birisi buna sinirlenerek:
- Hey yaşamayasıcalar! İki küçük çocuk bu sözlerin sahibini taklit edip gülüştüler. Sonra da el ele tutuşarak koşup uzaklaştılar.
- Hey kurban olduklarım, birbirlerini nasıl da bulmuşlar! dedi bir başka ihtiyar iki çocuğun bu durumuna içi ezilerek. “Bulmuşlar birbirlerini” dedim ben de içimden, keşke herkes eşini bulsa! O arada Munabiya biraz uzaklaşmıştı.
- Hey çocuk, şu kadını geri döndür! Gitmesin, Canuzak’ı son yolculuğuna uğurlasın! dedi Konokbay sanki herkese duyurmak istercesine yüksek bir sesle.
Çocuk koşup gitti. Munabiya’ya yetişti. Munabiya durup çocuğun başını okşadı, hiçbir şey demeden yürüyüp gitti. O zaman Munabiya’nın niçin geri dönmediğini anlamadım. Şimdi kendisine sormak istesem de burada değil.
Munabiya, sevgili annem!
[2]Taşınması ve kurulması kolay, Kırgız geleneklerine uygun çadır ev.(ç.n)