Nevâî’nin Arzusu


 01 Ocak 2020



Şehzade Mümin Mirza’nın öldürüldüğü hicri 903 (Mi- ladi 1497) yılının baharında Ali Şir Nevâî Meşhet’te idi. O, bir zamanlar eğitim aldığı bu şehirde İmam Rıza türbe- sini ziyaret edip yetim ve dul- lar için aşevi inşaatını başlat- tığından biraz oyalanmıştı.

Mir Ali Şir, yiğit şehzadenin hainler tarafından katl edi- lişini Hirat’a döndüğünde öğrenip çok üzülmüş ve ken- disini karşılamaya gelenlere nedamet ile: “Bir zamanlar

Şeyh Mecdiddin Bağdadî’nin öldürülüşünün neticesinde nasıl ki Maveraünnehir ve Horasan, Cengizhan’ın katliamına maruz kaldıysa, Mümin Mirza’nın öldürülüşü de tıpkı böyle bir felaketin habercisidir” demiştir. Mir Ali Şir’in bu durumu yani dedenin, öz torununu öldürtmesini saltanatın çöküşünün başlangıcı saydığını duyan Sultan Hüseyin Baykara çok öfkelendi. Ancak öfkesini belli etmedi. Çün- kü padişah, şehit şehzadenin babasının yani büyük oğlu Bediüzzaman Mirza’nın intikam almak için isyan başlatacağını biliyordu. Bu süreçte Ali Şir ile arasını iyi tutmalıydı.

Sultan Hüseyin, bu üzücü olaydan sonra ar- tık ihtiyarlayan yarım asırlık kıymetli dostu Ali Şir’in saltanat işlerinden el çekip bir ömürlük hayalini gerçekleştirmeye karar verdiğinden habersiz idi. Haberdâr olduğunda da ciddiye almadı. Hem Ali Şir, ön- ceden bu kararı almış olsa bile Baykara’nın başında bunca dert varken onu bı- rakıp gitmez, elbette yardım ederdi. Nitekim öyle de ola- caktı. Mir Ali Şir’i hanedana ipsiz bağlayan bir güç vardı ki o da Hüseyin Baykara ile geçirdiği çocukluk yıllarıydı. Ama bu seferki ayrılığın Mir Ali Şir’in ezeli arzusu ile ilgili olduğundan ve bu arzunun şairin daha gençliğinde Se- merkant’ta geçen yıllardan beri içinde olduğundan habersizdi.

Bu sevgisini kalbinin derinliklerine gömen yirmi yedi yaşındaki Ali Şir hacca gitmek, ka- lan ömrünü tarikat sülûkuna harcamak istese de memleketteki karışıklıklar bir türlü yola çık- masına izin vermiyordu. Böylece genç şair, hazreti Hoca Ahrar’ın nasihatlerine kulak ve- rip tarikat ilmini öğrenmekle meşgul oldu.

Sultan Hüseyin Mirza yanılmadı. Gelecek yı- lın yazında Bediüzzaman Mirza isyan başlattı. Sultan Hüseyin, ordusunu hazırlayıp Astra- bad’a doğru yol aldı. Mir Ali Şir de onunla birlikte gitti. Baba oğul arasında günahsız torunun kanı olduğundan savaşın amansız olacağı belliydi. Mir Ali Şir, Horasan saltana- tını parçalanmaktan korumayı kendi görevi sayıyordu. Her ne kadar kopan ipi yeniden bağlamanın faydasız olduğunu bilse de baba ile oğulun aralarını düzeltmeye çalışıyordu. Sultan Hüseyin de bütün ümidini kılıcına de- ğil dostunun alacağı tedbirlere bağladığını açıkça olmasa da üstü kapalı bir şekilde belli ediyordu. İşte bu sebeple Ali Şir, Bediüzza- man Mirza’nın huzuruna elçi olarak çıktı. Mir- za’dan babasının emirlerine kulak vermesini istedi. Tıpkı Mümin Mirza öldürülmeden önce ortaya çıkan isyan sırasında söylediklerini söyledi. Ama ne kadar uğraştıysa da Mirza tövbe etmeye yanaşmıyordu. Ali Şir’e karşı çı- kıp: “Mevlana, ben size babamdan daha çok değer veririm. Oğlum ise sizi benden çok se- verdi. Peki söyleyin şimdi, baba oğlunu yaşar- ken öldürür mü?” -dedi. İhtiyar şairin gözleri doldu, Mirza’nın ne demek istediğini anladı. Sonra kendini toparlayıp: “Mirza, bu sözleri unutun”, -dedi. “Hangi sözleri?” –dedi, Be- diüzzaman Mirza. Mir Ali Şir artık kendisini tutamadı, hıçkırarak ağlamaya başladı. Onun halini gören Bediüzzaman Mirza’nın da göz- lerinden yaşlar dökülmeye başladı. Elçi, Sul- tan Hüseyin Mirza’nın Merv’deki karargahına ümitsiz bir şekilde döndü. Bir zamanlar ulu Emir Timur’un kurduğu bu saltanatın son parçası olan devletin dağılmasına mani ol- mak için padişaha: “Evladınız tövbe etmeye hazır”, dedi. Bu konuda gerekli tedbirler alın- masını sağlayıp Bediüzzaman Mirza’nın öne sürdüğü şartları kabul etmeye ikna etti. Sonra karargahtaki çadırına girip isyankar şehza- deye mektup yazıp gönderdi. İki gün sonra Bediüzzaman Mirza’dan cevap geldi. O, Mir Ali Şir’in mektubundaki şartları kabul ettiğini, çok geçmeden tövbe etmek için padişahın huzuruna çıkacağını bildirdi. Olayların geli- şimi Mirza’nın mektubundaki süreyi ispatladı. Sulh sağlanınca padişahın Mezandaran’a, Mir Ali Şir’in ise darülsaltanata dönmesine karar verdiler.

Sabah yola çıkarken bir hadise gelişti. Şairin karargahtaki çadırının üzerine kuşlar yuva kurmuş, yumurtalarını bırakmıştı. Çadırını to- parlamak için izin isteyen mülazımlar durumu Ali Şir’e bildirdiler. Vaziyetin farkında oldu- ğunu söyleyen Mir Ali Şir ne yapacaklarını bilemeyen mülazımlara yumurtalar çatlayıp yavru kuşlar uçmayı öğrenene kadar çadırı bozmamalarını tembihledi. Daha sonra Hoca  Hüseyin Bahtiyar’ı huzuruna çağırıp kuş yu- vasını korumasını ve kuşların kanatları güçle- nince bu konforlu çadırı toplamasını emretti. Biraz şaşıran Hüseyin Bahtiyar’ın gözleri par- ladı. Ali Şir’in şanına ve cömertliğine dualar etti. İçi rahatlayan Mir Ali Şir saltanatın yav- ruları olan halka Allah’tan iyilik dileyip yollara düştü.

İşte yıllardır saltanatın huzuru da tıpkı çadırı- na yuva yapan kuşlar gibi ona emanetti. Eğer onlar muhafaza edilmez, hırs, heves, kavga, zulüm, sitem, isyan kurbanı olurlarsa yere dü- şüp parçalanacakları şüphesizdir.

Eğer hırs ve heves harmanı yele verilmese, Eğer nefs ü hevâ köşkü yıktırılmasa,

Eğer zulüm ve sitem canına azap getirmese, Halk mutlu olmaz, ülke bayındır olmaz.

Yolda giderken Mir Ali Şir, kendisi gibi yaş- lanmakta olan padişah ile güç kuvvet kazan- maya başlayan şehzadeler arasındaki sü- kunetin geçici olduğu düşünüyordu. Bütün ömrü boyunca saltanatın bekası için çektiği zahmetler yüreğini kızgın kumlara düşen yağmur damlası gibi delip geçiyordu. Şair, çocukluk arkadaşının son yıllarda savaş ve eğlenceye olan düşkünlüğünden rahatsız idi. Ne yazık ki ihtiyar padişahın namazdan sonra içki içmediği günü yoktu. Bu hareketleri hem kendisine hem çocuklarına hem de askerle- rine zarar veriyordu. Bir yudum içki dünyayı bozar derler. Mir Ali Şir, içkinin yaptırabile- ceklerinden korkuyordu.

O, otuz yıl saltanat kapısında ömrünü har- cadı. Arkadaşının tahtını koruyup kolladı. Ti- murîlerin bir asır boyunca sadakatle hizmet ettiği bu ata topraklarında eline kılıç aldığı bile oldu. Bu hizmetleri neticesinde padişah- tan çok iltifatlar aldı, yüksek mertebelere geti- rildi. Padişah, zaman zaman yanından ayırsa bile yine huzuruna çağırırdı.

Padişaha dost olan kişinin düşmanı çok olur. Otuz yıldır bu düşmanlar onu kötülediler, ifti- ra attılar. Ama o, hiç pişmanlık duymadı. Çek- tiği zahmetlere razıydı. Hiçbir zaman gaflete kapılıp Tanrı telayı anmayı unutmadı. Müslü- manların feryatlarına kayıtsız kalmadı.

Hicri 873 (1469) yılında Sultan Ebu Said Mirza’nın Karabağ’da savaş meydanında öl- dürülmesinden faydalanan Sultan Hüseyin Mirza, Horasan tahtını ele geçirdi. Mir Ali Şir, o sıralarda Semerkant’ta Hoca Celaleddin Fazlullah Ebu’l Leysi’nin hanegahında tarikat ve sülûk ilmini öğrenmekle meşguldü. Güzel haberi duyar duymaz arkadaşının yanında ol- ması gerektiğini düşündü ve Emir Ahmet Ho- cabey’in cömert yardımları ile Herat’a doğru yola çıktı. Sultan Hüseyin Mirza’nın tahta çıkı- şı şerefine “Hilal Kasidesi”ni yazdı. Padişah, Mir Ali Şir’i memnuniyetle karşıladı ve ona iltifatlarda bulundu. Ama hâlâ padişahlık tah- tı emanet idi. İşte bu emanet tahtı garantiye alma, padişah ile beraber memlekette güven- liği ve huzuru sağlamak için uğraşırken bir süre kalemini unuttu. Taht mücadelesi uzun sürdü. Sultan Ebu Said Mirza’nın varisi sıfatı ile Muhammed Mirza, taht savaşında onları az uğraştırmadı. Daha sonra Sultan Mirza ve Karakoyunlulardan yardım alan Ebu Bekir Mirza ile savaştılar. İşte bu savaşlar süresin- ce her zaman arkadaşının ordusunda yer aldı ya da saltanatın başında durup onu korumak için çabaladı.

İşte bu çabaları neticesinde memlekette hu- zur sağlandı. Mir Ali Şir’in sayesinde Hüseyin Baykara’nın sarayına işinde başarılı, hünerli kimseler alınmaya başlandı. Bu mutlu zaman- lar hem kendisi hem de padişah yaşlandığı zamanlarda bozulacağa benziyordu. O, arka- daşını adaletli bir padişah olmaya davet etti. Zulüm ve adaletsizliğin abad şehirleri viran ettiğini, güvercin yuvalarını baykuş yuvaları- na çevirdiğini anlattı. Padişahlar ise zulüm ve adaletsizliğe pek meyilli olurlardı. Haksız yere kan dökmek onların hüneri, arzuları insanları can korkusuna düşürmekti. Padişahların ha- taları gözlerine güzel görünürdü. Karaya ak dese kabul etmeyen günahkâr sayılır, kara demeyenlerin ise kendi hayatları kararırdı. Padişahlara doğruyu söyleyenlerin canı tehli- keye girer, onları iyilik değil katliam beklerdi. Ama o, hem dost sıfatıyla hem vezir hem de asker sıfatı ile doğruyu söylemekten vazgeçmedi. Sonuçta padişahın veziri de kötü olursa vay halkın haline…

“Vezir” kelimesi “vizr” yani “günah” kelimesin- den gelir. Geçmişten malumdur ki vezirler, hükümdarlarının gönlünü hoş tutmak için günaha girmekten korkmazlar. Vezirliği hüküm- darın günahlarını üstlenmek, onları ortadan kaldırmak gibi algılarlar. Bu amaçla, geçmiş- te vezirlik yapmış Asaf’ın yüzüğüne işlenen “İnsaflıyı Allah korusun” sözünü hatırlattı. Ama artık yaşlandı, yorgundu. Şimdi artık ömrü boyunca arzuladığı hac seferini gerçekleştir- me zamanının geldiğini anladı.

Mir Ali Şir dürüst, namuslu bir insandı. Yük- sek mertebelere gelmiş olsa da hiçbir zaman dünyevî heveslere kapılmadı. Tarikata sadık saldı. Sultan Hüseyin Mirza, bir gün onun bu dürüstlüğü hakkında “Bu hazret dünyaya ge- lip hayat hilatini giydiğinden beri eteklerine şehvet duygularını bulaştırmamış, fütüvvet ve cömertlik yakası yakut düğmesini kadın he- veslerine kapatmışlar” diye söylemişti.

Mir Ali Şir, gençliğinden beri Meşhet’te ve Semerkant’ta dersler almış hem de dervişlerin sohbetlerine katılmıştı. Hidayet yolunda lider- lik ilmini öğrendi ve her zaman bu dürüstler grubuna ihlas ve müritlik yolu ile iltifatlarda bulundu. Astrabad vakaları nedeniyle padi- şahla arası açıldığından saraydan uzaklaş- mış, saltanat işlerinden elini çekmiş, ibadet ve riyazet ehli ile vakit geçirmekteydi. Bu se- beple Rabat-i Süheyl’de hanenişhinlik kıldı. Fakirlik ve beka yolundan gitmeye meyilli idi. Ama çok vakit geçmeden padişah yine saraya çağırdı. Mir Ali Şir ilk önce “benim yolum fa- kirlikte diyip karşı çıktı. Sonunda bir gün pa- dişah bütün saray ehlinin karşısında “saltanat işlerini yoluna koymak sizin keyfinize kaldı. Gelin dostum kararsız kaleminizden memle- ket kurtulsun.” Dedi. Sonra “bir saatlik adalet altmış yıllık ibadete bedeldir” sözünü hatırla- yan Mir Ali Şir razı oldu.

O, uzun süre saltanat işleri ile meşgul olmuş ama hiçbir zaman yüce Tanrı’yı unutmamıştı. Kötü sözlerle dervişlerin kalbini kırmadı, her işini dua ve iman ile yaptı. Bu sebeple de sal- tanat işleri ile ilgili padişaha nasihatler verir- ken imanını ortaya koydu.

Padişah ona pek çok bağış yaptı. Ama onun zengin olmak gibi bir hayali yoktu. Kendi büt- çesinden artan parayla hayırlar yapıp med- reseleri onardı. İlim kitapları getirtti, talebe- lere para yardımı yaptı. Hatta yeri geldiğinde padişah ve asker için para harcadı. Mir Ali Şir’in bir günlük kazancı on sekiz bin dinar idi. Bütçesinin hepsini bağışlar için harcama- ya çalışıyordu.

Hiçbir zaman Allah korkusunu aklından çı- karmadı. Sıkıntılı zamanlarında sabırla Al- lah’a sığındı. Herkesi de bu yola davet etti. “Nesaim’ul Muhabbet”, “Lisan’ut Tayr” kitap- larını yazdı. Çeşitli mahallelerde hanlar, ha- mamlar, köprüler yaptırdı. Sadece “Halisiye” hanında her gün binden fazla evsize yemek dağıttı. Her yıl muhtaçlara iki bine yakın kı- yafet dağıttı.

Bundan iki yıl önce Nişapur’a gittiğinde Şeyh Feridüddin Attar’ın mezarının harabeye dön- düğünü görünce yenilenmesi emrini verdi. Şeyhin kabri üstüne yeni hanegah dikildi. Hi- rat’taki Mergani bağında gösterişli bir mescit yaptırıp Hoca Hafız Muhammed Sultanşah’ı imam olarak atadı. Kendisi de burada beş vakit namazını kılıp namaza gelmeyenleri so- ruşturdu.

Günlerden bir gün Mir Ali Şir, ikindi nama- zını kılacakken adeti olduğu üzere mescitten telaşla çıkıp Hiratlıların “Ünsiye” adını verdik- leri avluya geçti. Avludaki menekşeleri gö- rünce hayran kaldı. Hoca Hafız Muhammed Sultanşah, Mir Ali Şir’e şaşkınlığının sebebini sorunca şöyle cevap verdi: “Mescide gelme- den avlunun dışında abdest almıştım. Na- maza durduğumda omzumda bir karıncanın yürüdüğünü gördüm. Abdest aldığım yerde omzuma düştüğünü anladım. Eğer o, benim omzumdan düşüp çiğnense, incinse veya sağ kalsa kendi yuvasının yolunu bulamasa vebali benim boynuma kalır diye korktum. Bu yüz- den namazımı aceleyle kılıp abdest aldığım yere gelip karıncayı yuvasına geri koyup ve- balinden kurtuldum. Omzumdan karınca de- ğil dağ kalkmış gibi rahatladım, hocam.”

Bu sözleri işiten Hoca Hafız ellerini açıp dua etmeye başladı…

Mir Ali Şir, Merv’den darülsaltanata dönerken yol boyu düşündükleri doğru çıktı. Memleket- te Bediüzzaman Mirza isyanından sonra sağ- lanan huzur uzun sürmedi. Bir yıl dolmadan bozuldu. Bu sefer Sultan Hüseyin Mirza’nın bir diğer oğlu Ebulmuhsin Mirza kavga başlattı. Sultan Hüseyin, ordusu ile yine Merv ta- rafına yöneldi. Bu vakadan bir süre önce Mir Ali Şir padişaha tekrar tekrar müracaat edip Kabe’yi tavaf etmek için izin almayı başarmış- tı.

Sultanın ordusu darülsaltanattan çıkınca Mir Ali Şir, mübarek seferine çıkış zamanının geldiğini yoksa bu saltanat işlerinden, hayat gailesinden hiç fırsat bulamayacağını anladı. Bu fırsatı değerlendirip yola çıktı ve birkaç gün sonra Meşhet’e vardı. Şehire yakınlaş- tıklarında yine bir kez daha padişahın halini hatırını sormak hem de iznini sağlamlaştırmak için Mevlana Abdulhey Tabib’i Sultan Hüse- yin Mirza’nın huzuruna gönderdi. Kendisi ise bir zamanlar İmam Razi türbesinin yanında yetimler için yaptırdığı aşhanede cevap bek- ledi. Çok geçmeden Mevlana Abdulhey, is- yancı Ebu Muhsin Mirza ile savaşmakta olan Sultan Hüseyin Mirza’nın karargahından ge- lip padişahın mektubunu ulaştırdı.

Sultan Hüseyin Baykara’nın Emir Ali Şir’ e mektubu:

“Saltanatın temeli, memleketin dayanağı, din ve devlet erbabının büyüğü, mülk ve millet sahiplerinin lideri, hayırlı binaların kurucusu, sultan hazretinin yakını Nizameddin Ali Şir cenablarına bol bol dualar, sevgiler ve se- lamlar iletiyoruz.

Sonra aydın gönüllere ayan olsun ki, Cuma günü -Receb ayının on birinde ulu Mevlana Abdulhey gelip kutlu mizaçlarının keyfiyeti- nin, sağlığının iyi olduğu haberini ulaştırdı. Bu haber bizi memnun etti. Onun gençliğin- den beri içinde Hicaz tarafına doğru gitme arzusu olduğu haberi az çok kulağımıza ge- lirdi ama güvenilir kişilerden duymadığımız için inanmazdık. Lakin o kişinin sohbetinde Hoca Afzalliddin Muhammet’e yazılan mek- tuptan anlaşıldı ki bu günlerde o istek canla- mış ve yola çıkma hayali karara dönüşmüştür.

Demem o ki herkese, belki aleme ve alem ehline aşikârdır ki o cenab ile birliğimiz, beraberliğimiz küçüklükten bu güne devam etmektedir. Her zaman ve her durumda o cenabın mukaddes onayını kendimizin iddi- alarından ve taleplerinden üstün bilip, devlet kararı bildik ve biliyoruz. Gerçekten de o cenaptan devletçilik, bağlılık, iyi niyet gibi vasıf- lar gördük ve göreceğiz. Güneşten de parlak olduklarını söylemeye gerek yok. Kendileri de biliyorlar ki hiçbir zaman kibirlenip saygısız- lık etmeden, o saltanat himayecisinin hatırına saygı ve iyilik adına ne gelirse dokuz defa- ya kadar söylemesine izin verilmişti. Bizim de aklımıza ne gelirse uygun bir şekilde dile getirirdik.Bu günlerde karar verdikleri hic- ret arzuları bizi biraz rahatsız etse de ondan daha önemli bir iş tasavvur edilemez. Ama o kişinin razılığını kendi menfaatimizden üstün sayarız. Verilen sözden dönmüyoruz ama kal- bimizden geçen her şeyi söylememiz lazım. Açıktır ki bu yolculuğa çıkabilmek için dinçlik şarttır. Biliniyor ki bu sıralar Irak ve Bağdat’tın durumu perişandır. Mısır ve Şam sınırlarında her türlü başıbozukluğun hakim olduğu bilin- mekte. Rivayete göre yollar bu denli tehlikeli, soygunların ve saldırıların yaşandığı bir hale gelmişse yola çıkmak vacip değildir. Bu günlerde yolun ehemniyetini düşünmek zorunda- yız. Çünkü kendilerinin de dediği gibi yollar güvenli değil. Tehlikeli yerlerde güvenlik açı- sından yanında adamlarımızdan birkaçının olması lazımdır.

Demek istediğim, bu seferin uzun süreceği malumdur. Ömrün yeteceğinin garantisi yok. Bir kez daha karşılaşıp vedalaşsak iyi olurdu. Bu iki durumu da düşünmekle birlikte bu sa- tırları yazarken mübarek zatın aklına yola çıkı- şına izin vermediğimiz gibi bir düşünce gelir de dertlenir diye de korkmaktayım.

Padişah fermanlarında her zaman akıllara ne gelirse söylendi. Bize de bu konuda istediği- mizi söylememiz gerekli görüldü.

Bakî, doğru fikirde kararlıdırlar. İki dünyanın da güzelliği için gerekli olan her ne varsa tak- dim edilir. İki dünyada saadetli olsun. Vesse- lam”.

Mir Ali Şir, mektubu aldığı gün Meşhet’te devlet adamları ve yoldaşları ile fikirleşti. On- lar, saltanatın asayişi için Mir Ali Şir’in hac seferini ertelemesini gerekli gördüler. Bunun üzerine Mevlana Abdulhey, şehzade Ebu Muhsin Mirza’nın babası ile barış sağlamak için Mir Ali Şir’in vekil olması şartını ileri sür- düğünü söyledi. Padişah bu söze yazılı olarak inanmamış bizzat mevlananın ağzından duy- muştu. Sonuç olarak Mir Ali Şir, Merv’e doğru yöneldi. Kervanı Meşhet ile Merv’in ortasın- da yer alan Sarah kentine geldiğinde onları kardeşi Derviş Ali karşıladı. Ertesi gün Sultan Hüseyin’in de buraya geleceği öğrenildi. Pa- dişah ile şair Pazargantepe’de sohbet ettiler. Padişah, mektubunda dile getirdiklerini yine- ledi. Mir Ali Şir, sesini çıkarmadan dinledi ve padişah sözünü bitirince şöyle dedi:

-Alâ hazret, ben bir süre devlet işlerinden eli- mi çeksem. Şeyh Necmeddin Kübra’nın me- zarında veya Hoca Abdullah Ensarî’nin türbe- sinde temizlikçi olsam demiştiniz.

-Öyle, -dedi üzüntüyle Sultan Hüseyin Mirza. Yirmi yıl önce söylediği sözü dostunun unut- mamış olmasına onun hafızasının kuvvetine hayran kaldı. Sonra birden kendisini topar- ladı ve Mir Ali Şir’in niyetini sezerek sözünü tamamlamasını bekledi.

-Bu isteklerinizin size nasip olması bundan sonra daha zor. Ama bu niyette olan mah- reminizin Hicaz seferine çıkmasına izin ver- miyorsunuz. Kaç kere izin istedim. En son izin verdiğinizde de bunu yürekten isteyerek söylemediğinizi anladım. Bu konuda karar verilmiş olsa da sizin huzurunuza adam gön- derdim, yine mektup yazıp beni yoldan dön- dürdünüz.

Padişahın huzursuz olduğunu görüp Mir Ali Şir, devamını dinleyin der gibi elini göğsüne koydu.

-Bunları söylemekteki amacım alâ hazretle- rine sitem etmek değil. Hatta mektubunuzda dediğiniz gibi sefere izin vermediğiniz anla- mını çıkarmıyorum. Bu sözleri söylemekteki amacım, yine izin istemek. Eğer izin verir- seniz kalan hayatımı Hoca Abdullah Ensarî türbesini süpürerek geçirmek istiyorum. Beni saltanat işlerinden alsanız, bu sorumluluktan kurtulsam. Ne söylesek ki yaşlılık da Allah’tan gelen bir şey. Vücudum kırılgan, gözlerim görmez oldu. Yürek ise huzur istiyor…

-Yaşlandım demeyin, Ali Şir Bey,- dedi Sultan Hüseyin. –Benden üç yaş gençsiniz. Ben yaş- landım desem olur. Ama gelin görün ki elim- de kılıç, savurup yürüyorum. Siz olsanız… 

-Yaşlandım, alâ hazret, yaşlandım,- dedi Mir Ali Şir. –Eski gücüm yok. Hicaz seferini son seferim bildim.

-Eğer siz Horasan’da kalırsanız her türlü iste- ğinizi yerine getirmek benim için farz, - dedi padişah. –Çünkü biliyoruz ki siz burayı terk ederseniz ben yalnız kalırım. Beni yalnız bı- rakmayın. Gençlikte, gücüm kuvvetim yerin- deyken yanımda oldunuz, şimdi yaşlılıkta bir- birimizi terk etmek doğru olur mu?!

Sohbetin sonunda Sultan Hüseyin Baykara, ihtiyar şaire altın düğmeli, astarı altın kapla- ma kara kunduz postu ve yine birtakım kıy- metli giysiler getirdi. Birkaç gün sonra Mir Ali Şir, baba ile oğulunun arasını düzeltmek için padişahın izni ile darülsaltanata doğru yola çıktı.

Şaban ayının ortalarında Hirat’a geldi. Me- likül Şuaranın döndüğünden haberdar olan payitaht ehli çok sevindi. Şehir kapısından ta Ünsiye’ye kadar yüzlerce adam karşılamaya çıktı.

Döneli bir hafta olur olmaz Mir Ali Şir Hoca Ensarî türbesi önünde büyük bir kalabalığı toplayıp şehrin ulu kişilerinden kutlu dergah temzlikçiliği - muteber vazife- için fatiha oku- malarını istedi. “Ben bundan sonra dervişlik yolundan gidip halvete çekilmeye karar ver- dim, – dedi. O gün o kadar büyük bir mec- lis kuruldu ki saltanatın başında duran Mu- bariziddin Muhammed Veli Bey gibi emirler mezarda yatan ulemaların hizmetinde ayakta kaldılar. Yetmiş koyun, yirmi beş at kesildi ve otuz kilo şeker ve bir bu kadar yiyecek içecek ortaya konuldu. Toplantının sonunda evliya- lar Mir Ali Şir’e Fatiha okudular.

Bu meclisin üzerinden çok geçmeden Mir Ali Şir’i darülsaltanata gönderip Mezandaran’da aslan avına çıkan padişahtan ferman geldi. Ferman saltanat payitahtında hüküm süren Emir Vali Bey adına yazılmıştı. Hemen orada Hirat ve etrafındaki ahaliden mecburi gider- ler için yüz bin dinar toplaması buyrulmuştu. Emir Vali Bey talep edilen meblanın yarısını şehrin etrafındaki toplayıp kalanını payitaht halkına yüklemeye karar verdi.

Ama Emir Vali Bey hiçbir işe Mir Ali Şir’in fikrini sormadan, öğütlerini dinlemeden girmez- di. Bu nedenle durumundan şairi haberdâr etti. Mir Ali Şir: “Bu şartlarda halkın üstüne yersiz yükler bindirmeyi yüce Sahibkıran’ın devletine uygun görmüyorum”, dedi ve meb- lanın kalanını kendi cebinden ödedi. Onun bu cömertliğini işiten halk, şehrin ileri gelen adamlarını vekil olarak gönderdiler. Şair, ve- killerin şükranlarını kabul ederken: “Hac se- feri niyeti ile çıktığım yoldan döndürüldüm. Ama bu yoldan dönüp halkımı koruma yoluna girdim, dedi ve sözlerini şu beyitlerle tamam- ladı:

Hoş ülküm, lutf etti Huda, Ulusunun kabulunü bahş etti.

Mir Ali Şir, Ensariye mezarının doğu tarafı- na bir hanegâh yaptırmaya başladı. Dört bir yanın mamur olmasını istiyordu. Boş vakitle- rinde gah Hoca (Feridüddin Attar)’nın kale- mine mensup “İlahiname” adlı eseri okur gah “Vakfiye” adlı eserini yazmakla meşgul olur- du. Ama saltanattaki huzursuzluklar bu ulu ve sevap işleri ile meşgul olan Ensariya dostuna rahat vermedi. Padişah neredeyse hiç payi- tahtta bulunmaz, zaman zaman ortaya çıkan isyanları bastırmakla uğraşırdı. O kadar kor- kak olmuştu ki en yakınındaki kişilerden bile şüphe ediyordu. Beklenmedik bir anda Mir Ali Şir’in kardeşi Derviş Ali’yi Belh şehrinin hakimliğinden aldı. Art arda gelen Astrabad vakalarından sonra dervişlik hırkasını giyen dayısının oğlu Mir Haydar da padişaha nis- peten ihanet etmekteydi. Kunduz hakimi Hüs- rev Şah’ı Hiri üzerine baskın yapmaya teçvik ederken yakalanıp öldürüldü. Bundan ha- berdar olan Mir Ali Şir huzursuz oldu. kendi adamlarını toplayıp Haydar’ın cesedini getir- tip Çeşmen mahiyanına defn ettirdi.

Bu feci vakalar Mir Ali Şir’in yüreğinde hiçbir zaman dinmeyen hacca gidiş, Peygamber kabrini ziyaret ediş isteğini daha da güçlen- dirdi. O, yine Sultan Hüseyin Mirza’ya müra- caat edip izin istedi. Padişah, bu müracaa- tın sebeplerini bilse de bilmemezlikten gelip gah izin verir gah Ensariye’ye gelip sefere katılmalarını rica ederdi. Bu durum birkaç ke tekrarlandı. Mir Ali Şir’in gücenip vazgeçme- yeceğini kararlı olduğunu anlayınca padişah izin verdi ve yol fermanını yazacağını bildirdi.

 Mir Ali Şir, birkaç gün sonra yol fermanının yazıldığını işitti. Ama padişah “biraz sabre- din, zaman kötü, yollar tehlikeli” diye baha- neler üretip yol fermanını geciktirdi.

Gerçekten de zaman kötü idi. Mavearünne- hir’de göçmen Özbekler hanı Şeybani Han art arda galibiyetler kazanıp güçleniyordu. Bu güçlü rakip karşısında birlik olması gere- ken Timurlu hükümdarlar birbilerinin kuyu- sunu kazmakla meşguldüler. Şehzade Ebu’l Muhsin Mirza, Özbeklerle Karakol’da savaşıp yenildiğinden beri Sultan Hüseyin Mirza’nın içi hiç rahat değildi.

Mir Ali Şir, son günlerde Sahibkıran Enir Ti- mur’un payitahtı Semerkant’ı ele geçirmek için Şeybani Han ile savaşıp duran Sultan Ebu Seyit’in torunu Babür mirza hakkında türlü hikâyeler işitmekteydi. Ahmet Hoca Bey gibi dürüst bir insanın, Babür Mirza’nın ta- rafında olup birkaç gün önce savaşta şehit düştüğünü öğrenip üzüldü. Genç mirzaya Allah’tan inayetler diledi. Özellikle genç mir- zanın yazdığı Türkçe beyitler ağızdan ağıza dolaşıp onun kulağına da geldikçe, hayranlı- ğı daha da arttı. Gazel ustası olan Mir Ali Şir, bu beyitlerde yer yer hüzün ve cesareti görüp iltifatlar etti. Sevgisi artan Mir Ali Şir, bir gece yarısı oturup Babür Mirza’ya mektup yazıp güvenilir bir adamı ile Semerkant’a gönder- di. Mektup sahibine ulaştı mı bilinmiyordu. Ne zaman genç mirzayı düşünse yüreğini bir sıcaklık sarıyordu.

Nihayet baharın sonunda, kışın yazılan yol fermanı eline geçti. Fermanın özeti şöyleydi:

“Mir Ali Şir; Sultan Hüseyin’in hanedanının emektarı, devletin esas dayanağı ve sultanın en yakın arkadaşı, sadık dostu, daimi sohbet arkadaşıdır. Bu günlerde o kişi hacca gidiş ni- yetini bildirip yol açıkmak için padişahtan izin istemiştir. Her ne kadar birçok kez bu isteğini dile getirip izin almış olsa da her zaman va- tandaşın menfaatiyle ilgili nedenlerden ötürü gidememiş, amacına ulaşamamıştır. Bu sefer emirin hatırına resmi olarak izin verilmiştir. Hac seferi boyunca o kişi her nereye giderse, her yerde hürmetle karşılanıp uğurlansınlar. Tehlikeli yerlerde kendine ve yoldaşlarına yol gösterip her duraktan sağ salim devam etsinler. Bütün emirler, eşraf, bütün şehzadeler ve halk bu hükmü yerine getirmekten çekinme- sinler.

İş bu ferman padişah emri ile zilkade ayının on beşinde yazılmıştır.”

Fermanın ele geçişiyle başlayan hazırlıklar çok sürmeden duraksadı. Çünkü yaz geldiği için sıcaklaklar iyice bastırıp, uçsuz bucak- sız çöllerin ardındaki yolları daha meşakkat- li hale getirecekti. Sefer, sonbaharın başına ertelendi.

Takdir-i ilahi, aynı vakalar yeniden yaşanma- ya başladı. Bu yaz günlerinde –Muharrem ayının başlarında padişahın küçük oğulla- rından Mıhammed Hüseyin Mirza, babasına karşı isyan başlattı. İhtiyar padişah yine darül- saltanatı terk edip şehzadenin üzerine – Ast- rabad’a – yürüdü.

Gitmeden bir az önce Sultan Hüseyin Bay- kara, Mir Ali Şir’i huzuruna çağırdı. Şair, hu- zurunua çıktığında padişah Emir Vali bey ile oturmuş sohbet ediyordu.

-Yine Astrabad’ta isyan, - dedi padişah. –Yine oğul isyanı…

-Astrabad da oğlunuz da gözünüzden ırak. Bu sebeple korkuyu unuturlar, dedi Emir Vali Bey.

-Hayır, cenab Vali bey, onlar şefkati, akıbeti unuturlar, - dedi kararlı bir şekilde şair.

Uzun süre konuştular. Padişah, Mir Ali Şir’e hac seferi için izin verip yol fermanını çıkar- dığını unutmuş gibi sohbetin sonunda darül- saltanatın idaresini dostu ve Emir Vali Bey’e bırakmak niyetinde olduğunu belli etti. Mir Ali Şir hiç cevap vermedi. Padişah, okul arka- daşından gözlerini kaçırarak vedalaştı.

İlerleyen günlerde Mir Ali Şir, Emir Vali Bey ile birlikte saraydaki toplantılara katıldı. Ama bir hafta sonra elini hiçbir işe süremez oldu.

Padişahın ricası aklında olsa da Mir Ali Şir’in artık takati kalmamıştı. O, Hicaz seferi hazır- lıklarını hızlandırdı. Padişahın Hirat’tan çıkışı- nın üzerinden iki hafta geçer geçmez muhar- rem ayının sonunda yollara düştüler. Ancak şehirden çıkan kervanın yolunu acil bir haber kesti. Saltanatı ele geçirme arzusunda olan Bediüzzaman Mirza, babasının Astrabad ta- raflarında oluşundan faydalanıp Hirat’a doğ- ru ordusu ile birlikte sefere çıkmıştı. Boşboğaz askerin Horasan halkına korku salacağından korkan ihtiyar şair yine geri döndü. Çarşam- ba günü yola çıkıp Perşembe günü şehre geri döndü.

Ertesi gün Cuma namazından sonra ulema- lardan Şeyh Celaleddin Ebu Said Nuranî, Şeyhülsilam Seyfeddin Ahmet Taftazanî, Şeyh Sufi Ali, Mevlana Muiniddin Farahî, Mevlana Kemaleddin Kaşhifî, Hoca İmameddin Abdu- laziz Abharî, seyitlerden Emir Kıvamiddin Hü- seyin Mezandaranî, Emir Celaleddin Ataullah Asilî, Emir Nizameddin Abdulkadir ve Hitay şehrinin aydınlrı, eşrafı Mir Ali Şir’i ortalarına aldılar. Hirat şehrinin müdafasından sorumlu Emir Vali Bey’de orada idi.

-Sizin feyzli zatınız Horasan şehrinin huzuru- nun ve asayişinin temelidir, -diyerek yavaştan konuya girdi Şeyhülislam. –Hepimiz size mü- barek sefer için fetva vermiştik. Öyle ki ayet-i kerimede: “Allah teala hac seferine çıkmaya muktedir olan bütün müminlere haccı farz kıl- dı. Kim ki bunu inkar ederse günahı boynu- nadır. Allah teala bütün alemden behacettir” denilmiş. Buna iman ederiz. Sizi yoldan dön- dürmek günahtır ancak sizden özür dileyerek biraz sabır diliyoruz. Resullullahu sallallahu aleyhi ve sellem mübarek hadislerinin birin- de: “Vicdanının sesine kulak ver! İyilik öyle bir şey ki onunla kalp de vicdan da huzur bulur. Günah ise öyle bir şey ki ondan kalp kurtu- lamaz, vicdan rahat edemez. Kişiler fetva verse de sen kendi vicdanına sor!” demişler. Saltanatın ve halkın huzuru için Mekke yol- culuğunuzdan bir müddet vazgeçmenizi rica ediyoruz.

-Hazret-i risalet. “Sana emanet edilen şeyi sahibine teslim et, ihanet eden kişiye ihanet etme” demişler, -dedi hemen savunmaya ge- çen, bağırıp çağırmaktan sesi kısılmış olan Emir Vali Bey. –Sahibkıran size ve bana da- rülsaltanatı emanet ettiler. Sabredin, padişah hazretleri dönsünler, emanetlerini sağ salim teslim edelim. Sonra yine mübarek yola çıkarsınız.

 

Emir Vali Bey’in sözlerinin Mir Ali Şir’i incitti- ğini sezen Mevlana Kemaleddin Kaşhifî, şai- rin mizacının çok nazik olduğunu bildiğinden –bu zaman Hirat Sultanı Sahibkıran’ın varlı- ğından değerlidir, - dedi. –Eğer payitaht sizin feyizli nurunuzdan mahrum kalırsa fitneler, isyanlar başlayacak saltanatın birliğini koru- mak imkansızlaşacaktır....

-Haberiniz vardır, Semerkant tahtı Özbek pa- dişahı Şeybani Han’ın eline geçmiş. Şimdi onun Amu’dan geçme niyeti olduğunu söylüyorlar. Sizin niyet ettiğiniz seferin yolları ol- dukça tehlikeli hale gelmiştir. Irak, şam, Rum hepsi perişan halde. Şeriata göre bu durum- da hac vacip değildir, - Şeyhülislam bunla- rı söyleyip onay istercesine Şeyh Nurani’ye baktı. O, başıyla onayladıktan sonra sözlerine devam etti. –Biz fakirlerin ricasına kulak verip bu sene sefere çıkmaktan vazgeçin.

-Huzursuz halkın başında durun, - dedi Emir Kıvamiddin Mezandarî. –Bu hayırlı işin seva- bını yetmiş kere hacca gitmekten çok görün. Hatta kendilerinin de dediği gibi:

Kim ki bir kalbi kırığın gönlünü şad etse, Viran olmuş Kâbe’yi âbâd etmiş sayılır…

Mir Ali Şir, meclistekilerin sözlerini sessizce dinledi. Ortalık sessizleşince sakince kafasını kaldırıp hüzünlü bir sesle konuşmaya başladı:

-Hepiniz biliyorsunuz ki uzun zamandan beri Mekke yolculuğuna çıkma arzusundayım. Bu niyetim hazreti Mahmudi Nuran (Andurrah- man Camî), Kabe’yi tavaf edip geldiği gün- den beri beni rahat bırakmıyor...

O, bunları söylerken gözünün önünde bun- dan birkaç yıl önce üstadının seferden dön- düğü günler canlandı. O sıralarda Mir Ali Şir, sıkıntılı günler geçiriyordu. Kardeşi Derviş Ali, padişaha karşı isyan başlatmış hükümdar ile arasındaki dostluk tehlikeye girmişti. Karde- şi Belh’te hakim idi. O, ağzı yanmasa alevi yutacak olan Mecdiddin’in Mir Ali Şir’e kar- şı kötü niyetli hareketlerinden rahatsız olup isyan başlatmıştı. Sultan Hüseyin fazlasıyla öfkelenmişti. Bu öfkenin kardeşten çok ağa- beyine karşı olduğunu sezen saraydaki bazı kişiler – özellikle Mecdiddin’in kendisi- ifitira üstüne ifitia attılar. Açık açık “Bu ihanette Mir Ali Şir’in parmağı olduğu kesin, ağabeyinin tavsiyeleri olmadan Derviş Ali bu yola gir- meye cesaret edemezdi”, - diyorlardı. Sultan Hüseyin, isyankar hakimin üzerine ordusunu sürmeden önce Hoca Giyaseddin’i gönde- rip tövbe etmesini talep etti. Derviş Ali, Mir Ali Şir’in sözünü dinleyip tövbe etti. Padişah, önce Derviş Ali’yi affetti. Aradan altı ay geç- meden Mir Ali Şir’den onu Belh şehri kalesine hapsetmesini söyledi. Hakarete uğrayan şair bir zaman emek verdiği saltanat işlerinden elini çektiği günlerde üstadı sordu:

-Bir şeyler duydum, aslı nedir?

-İnsan cinsi ile sohbetten yoruldum hazret, aslı budur, -dedi Mir Ali Şir.

Abdurrahman Camî bir müddet düşünceli bir şekilde baktı:

-Sen insan derken kimleri tasavvur ettin? Hani, onları bize göstersene? –dedi.

O sırada saray hayatından uzaklaştığı için azar işiteceğini sanan Mir Ali Şir rahatladı. İşte sekiz yıldan fazladır ki üstadı yok, dostu yok. İşte sekiz yıldır ki onun isteklerini dinle- yen kimse yok...

Onun, meclis esnasında birden hayallere da- lışına alışkın olanlar sessizce beklerlerdi. Mir Ali Şir’in bu adeti Hiri’deki herkesçe malum idi. Şakirdi olmuş Handemir’in “Emir, böyle anlarda bizi yerde bırakıp semadakilerle soh- bet etmekteler”, sözü meşhur idi.

Mir Ali Şir’in dönüp yere inişini sezen grupta- kiler birbirlerine bakarlardı. Şair söze kaldığı yerden devam etti:

-Evet, bu niyet hazreti Mahmudi Nuran, mü- barek seferden döndüğünden beri aklım- dan çıkmıyor. Ama ne zaman bu niyetle yola çıkmaya hazırlansam Sahibkıran bana mani oldular. Her seferinde bu maniye gücenme- den boynumu eğdim. Bu defa kendileri yol fermanı verdiler. Biz de sefer hazırlıkları için oldukça para harcadık...

Tüm bunlara rağmen “Mümünlerin yüreğini rahatlatmak bütün insanların yapacağı iba- detten daha hayırlıdır”, sözüne inanarak sizin gibi yüce insanların ricasını kabul eder ve

 

halkın menfaati için bir kez daha bu arzumuz- dan vazgeçeriz.

Meclistekiler memnun olup dua etmeye baş- ladılar. Sonra payitahtı müdafaa konusunda alınması gereken tedbirler konuşuldu. İlk olarak Bediüzzaman Mirza’nın huzuruna elçi gönderilmesine karar verildi.

Ertesi gün elçi, yola çıktı. Bediüzzaman Mirza elçiye: “Eğer atamız Sahibkıran Sultan, Belh şehri ve Amuderya’dan Murgab’a kadar olan yerleri bana verir, adıma hutbe okutursa sa- vaş başlatmayız”, -dedi. Bu arada hemen yola çıkan Sultan Hüseyin Mirza’nın ordusu da darülsaltanata yaklaşmıştı. Ama padişahın or- dusu Mirza’nın ordusuna göre oldukça azdı. Vücut için sağlam yürek, mülk için sağlam padişahın olması gerek.sultan Hüseyin Bay- kara ise aslan gibi güçlü vücudunu içki içe- rek erkenden yaşlandırmıştı. Gerçi o birkaç sene önce Mir Ali Şir’e: “Hala kılıç sallamaya gücüm var”, diyerek övünmüştü. Yaşlılığın her dönemi zor dedikleri gibi yıllar etkisini göstermiş hızlı atına binip savaşacak hali kal- mamış, Hirat’a tahtırevan ile gelmişti. Şu ana kadar Bediüzzaman Mirza birçok kez babası- na karşı isyan başlatmış her seferinde Sultan Hüseyin oğlunun cezasını vermişti. İşte şimdi babasının yaşlılığını fırsat bilip Hirat kapıları- na kadar gelmeye cüret etmişti. Sultan Hüse- yin Baykara ne padişahlığa ne komutanlığa yeteneği olan oğlunu kılıç zoru ile yenmenin zor olduğunu anlıyordu. Bu nedenle Mir Ali Şir’e verilen tavsiyelere kulak verip Bediüz- zaman’ın istediğ şehirleri oğluna vermek zo- runda kaldı. Saltanatın neredeyse yarısını ele geçiren Bediüzzaman Mirza padişah sayılır- dı. Hutbede babası ile birlikte onun da adı okunmaya başlandı.

Ama bir türlü Şehzade Muhammed Hüse- yin Mirza ile kavgalar bitmiyordu. Babasınn, abisine gösterdiği merhameti acizlik olarak gören şehzade aklını kaybetti. Bir öncekin- de padişah payitahttaki karışıklıklar arasında onun isyanını bastıramayıp geri dönmeye mecbur kalmıştı. Sultan Hüseyin Baykara kır- gın bir şekilde yine Astrabad’a doğru yöneldi. Şehzade, babasının öfkeyle geldiğini ve abisi Bediüzzaman Mirza’nın yaşattığı üzüntüden ölmesinden korktu. İlk çarpışmada durumunun kötü olduğunu gören şehzade babasının huzuruna elçi gönderip tövbe etti. Barış ha- berini işiten Mir Ali Şir Nevaî küçük çocuklar gibi sevindi. Keşke bu son isyan olsa, saltanat huzurla dolsa. Yollar güvenli, şehirler mutlu ve tok, halk arasında birlik olsa…

İhityar şair dinmeyen arzusunu düşündü. Ya olur da arzusu ukdeye dönüşürse? Artık hac yolculuğuna çıkmaya son günlerde gittikçe kötüleşen sağlığının el vermeyeceğini anladı. Anlayınca da Mekke’ye gitmek için kendisine ümit bağlayan biçareleri hacca gönderip bü- tün masraflarını üstlendi.

Birkaç gün sonra Herat’tan çıkan kervan Nişa- pur yolundan batıya doğru ilerledi. Kervanın başında yorga yürüyen eşeğe binmiş Hazan lakaplı yaşlı derviş şehir kapısından çıkınca durup hazreti Mir Ali Şiriçin dualar etti. Sonra şairin mübarek sefer aşkı ile yazdığı beyitleri şevkle söyleyip yola düştü.

Beni bu sevda güçten düşürdü, Heves elinde yararsız eyledi.

 

Bu fikir birini zebûn ettiyse,

Kara ve sükûn bulmasının imkânı yoktur.

 

Amacıma ulaşıncaya kadar yürürüm, Ki bana müyesser olsun bu arzu.

 

Eğer bu yolda olsa ömrüm telef, Bu yolda bu da bana olur şeref.

 

Eğer amacıma ulaşacak olursam, Ebedî mülk ve yüksek tâlih bu idi.

Kervanı uğurlamaya çıkan Mir Ali Şir, şehir kapısına gelince geri döndü. Şehrin kapısın- dan çıkarsa kendine mukayet olamayıp ker- vana katılıp gideceğinden korktu. Mahzun bir halde Ünsiye’ye döndü ve “Vakfiye”yi açıp gönlünden geçenleri yazdığı satırları sessiz- ce okumaya başladı. “Şimdi hayatımın baha- rı güze döndü ve bu gül bahçesinde açılan gençlik gülleri dökülmeye başladı, yeşilliği tabiatın kapalı havasından dolayı ağardı ve lalesi olgunluk çağının soğuk yellerinden sarardı. Taze sümbüllerinin kıvrımlarından güç gitti ve fidan boyu ecel fırtınasından yok- luk toprağına yıkılmaya yaklaştı. O Hazret’in sonsuz devletinden ve yüce himmetinden gönlümden geçmeyen arzulara ulaştım ve düşüme girmeyen amaçlara yettim. Dolaştığı gönül perdesinde çözülmeyen iki arzu ipin- den başka ve düğümü canım gül bahçesin- de açılmayan iki murat goncasından başka ulaşmadığım kalmadı. Ümidim şudur ki bu iki ümit meyvesinden de nasipleneyim ve muradım bu iki muradımın cevherinden başımı dük tutarım; bu arzudan kaynaklanan gönül sıkıntısının dikeni gönlümde kırılmasın ve bu murat cevherinin yağmurunu damla gibi top- rağa iletmeyeyim.

...Mezkur iki dileğimden biri mübarek seferdir...”

Bu satırlara gelince Mir Ali Şir’in boğazı dü- ğümlendi, gayri ihtiyari gözleri nemlendi. Ey- vah, bu arzusu ukdeye dönüştü.

Dertli dertli düşüncelere dalan ihtiyar şair, Şeyh Mümin Şirazî hakkında anlatılam bir ri- vayeti hatırladı. Rivayet odur ki İsmail Dabbas isimli birisi hacca gitme niyetiyle yola çıkıp Şiraz’a gelmiş. Bir mecite girdiğinde Şeyh Mümin Şirazî’yi oturmuş hırkasını yamarken görmüş. İsmail Dabbas, ona selma verip ha- lini hatırını sormuş. Şeyh Mümin “niyetin ne- dir?” diye dormuş. İsmail Dabbas “niyetim hacca gitmek!” diye cevap vermiş. Mümin tekrar sormuş: “Anan sağ mı?”. –“Anam, sağ” diye cevap vermiş İsmail Dabbas. Bu cevabı duyunca Şeyh Mümin Şirazî elindeki hırka- sını kenara koymuş ve şöyle demiş: - Ananın huzuruna git, nezaket göster!” İsmail Dab- bas’ın duyduklarından hoşlanmadığını anla- yan Şeyh: “Sözlerim hoşuna gitmedi mi İsmail Dabbas! Ben elli defa baş açık yalın ayak tek başıma hacca gittim. Hepsinin sevabını sana veriyorum. Sen ananın gönlünün mutluluğu- nu bana ver!”

Mir Ali Şir bu rivayeti her hatırlayışında göğsü kabarırdı. Yine öyle oldu. “Biçare anam sağ olsaydı, iltifatlar edip gönlünü hoş tutsaydım” diye düşünürdü. Ama ansızın aklına bir fikir yü- reğine su serpti. “Hayır, hayır benim anam var. Anam, bana dil ve yürek veren Türkî halkım, bu ulu milletim. Keşke onun gönlünü hoş tutsam, ömrüm boyunca onun hizmetinde olsam…”

1990.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 157. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 157. Sayı