NİZÂMÎ GENCEVÎ VE YUNUS EMRE’NİN SANATINDA ORTAK FİKİRLER


 01 Haziran 2021


Asırların kavşağında buluşup tüm dünyaya hümanist fikirlerini yayan Türk kavminin yetiştirdiği şahsiyetler arasında Nizâmî Gencevî (1141-1209) ve Yunus Emre (1241-1320) özel bir yere sahiptir. Bu sanatkârları zaman açısından yüzyıllar ayırsa da onların fikirleri ve ideolojileri aynıydı: İnsanları hak yoluna davet etmek, hükümdarlara  adalet yolunu göstermek. R. Mollov şöyle ifade eder: “Toplumsal ve tarihsel olaylar Orta Asya'daki hareket çemberini genişleterek, Azerbaycan'a Nizâmî Gencevî gibi bir deha getirdi. Bu olaylar Batı`dan Anadolu'ya yayılarak üç büyük şahsiyeti Celaleddin Rumî, Yunus Emre ve Bedreddin Simavî'yi getirdi”. Her iki şairin eserlerinde ortak fikirler şiirlerin şiirsel mantığında, sanatsal gerekçelendirmesinde, düşünce yükünde ve ifade tarzında kendini gösterir.

Edebiyatın güzelliği, etkisel gücü onun şiirsel ifadesine yansır. Söz sanatkâr ile toplum arasında iletişim oluşturan önemli araç rolünü oynar. Bir kelime, yalnız o zaman değerli kılınır ki, o belirli bir bilgi yüküne sahip olsun. Demek ki, herhangi bir kelime bilgilendirici yükü açısından önem taşır. Kelimenin içerdiği bilgilendirici yük ne kadar derin, felsefi anlam taşırsa, o kadar uzun ömürlü, değerli ve önemli kabul edilir. Kelimenin kutsal olmasının nedeni budur. “Kuran-ı Kerim”in vahiy ile (kelimelerle) nazil olması, “Yasin” Suresinin 82. ayetinde geçen “kun fa ye kun” (“ol” dedik oldu) kelamına göre dünyanın yaratılışının sözle olması, Kutsal kitabımızdaki fikirlere dayanarak sözü kutsal bilmişlerdir.

Tüm evrenin "kon" (ol!) kelimesinden yaratılışı herkese malumdur. İnsanın diğer varlıklardan üstünlüğü, Allah'ın ona tüm isimleri (kelimeleri) öğretmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Nizâmî bu görüşü şu şekilde ifade etmektedir:

 

Açılanda varlığın sırlı perdesi ezel,

Söz oldu bu cihanda cilvelenen ilk güzel.

Kelime, insan ruhu ile akıl arasındaki bağlantının birliğidir. Kelime, ruhun dildeki ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında, kelimeler ve ruh arasındaki bağlantı eski çağlardan beri insan düşüncesinde var olmuştur ve bunların varlığı ve birbirine bağlılığı hakkında çeşitli görüşler vardır. İnsan bedeninin ruhla canlanması ve evrenin kelimelerle beslenmesi, insan ruhu ile bağlantılı olduğunu gösterir. Büyük Azerbaycan şairi Nizâmî Gencevî şöyle belirtmiştir:

Üreyin tellerini sözle tezeledi can,

Duyğular kelefini sözle çözeledi can.

Veya:

Söz ruhdur, ruh can üçün dermandır,

Can tek ezizliyi belke bundandır.

 

Orta çağ şiirinde kelimeyi bazen insan bedeni ile kıyaslayan dahi Nizâmî Gencevî, “Biz sözüz, bu bedense bizim eyvanımızdır”, der. Sözün ilahi hikmetle ilişkisi ve Allah kelamı olması konusunda 13. yüzyılda Yunus Emre şöyle belirtir:

Benim degil bu kelleçi,

Kudret senin Yunus neçi. 

Veya:

Söz karadan, akdan değil, yazıb  okumaktan değil.

Bu yürüyen halktan değil, halik avazından gelir 

Hem Nizâmî'nin, hem de Yunus'un şiirlerinde kelimelerin ifadesini oluşturan harflerin çok gizli, içsel bir anlamı vardır.  

Yunus şiirlerinden birinde, “Sensin bu gözümde gören, bu dilimde söyleyem” veya “okumadım ilimin yüzün” söylemekle, aynı zamanda kendinin elif (آ) ve cim (ﺝ) harflerini okumadığını belirtmekle, zahiri bilimlere önem vermediğini gösterir. 

 Elif (آ), mim (م), dal (د) olmayacağını belirterek, öldükten sonra bunun bir daha parçası olmayacağını ve bu dünyaya geleceği sonucunun yanlış olduğunu belirtir. Ruhun çeşitli varlıklarda tezahür etmesine ve son olarak insanda vücut bulmasına S.A.Şirvani`nin eserlerinde de rastlarız. Şairin “Yine geldim” gazeli bunun açık bir örneğidir. Ayrıca, Yunus, gönül gözleriyle okuyan bir şair olduğunu söyler:

Yunus Emre oldu fakir, ecel ötküsünü tökür,

Gönül kitabından oxur, eline kalem almadı.

Harflerin zahiri görüntüsüne ve şiirdeki tezahürüne yazılı edebiyatta Nizâmî Gencevî'nin “Leyli ve Mecnun” mesnevisinde rastlayabiliriz. Mecnun'un çöldeki durumunu anlatan şair, âşığın zahiri görüntüsünü okuruna harflerin diliyle şöyle anlatır:

Katlandı dizlerim koşa ل “lam” gibi,

“ یYey” gibi bükmüşem öz ellerimi.

Ah, adın beni de adın tek edir,

O da, bak, iki “     لlam”, iki də “  یyey”dir 

لیلی (bu harfler birlikte Leyli kelimesini oluşturur)

Mübariz Alizade bu beytleri yorumlayarak bunların Arap alfabesinde (ل- lam) çatal şeklinde yazıldığını ve " ل lam" olarak isimlendirildiğini belirtir. Mecnun der ki, ben dert elinden dizlerimi “ ل lam” gibi iki büklüm yapmışım, kollarımı “ی –yey”  harfi gibi kıvırmışım ve bunların birleşiminden sevgilimin ismi yani Leyli oluşmuştur .  

Harflerin konfigürasyonunun şiirdeki tezahürü, karakterlerin ruh halini dışsal bir biçimde yansıtır. Böylece Mecnun, vücuduyla "Leyli" kelimesini yazmıştır. Bu, ilk bakışta Mecnun`un Leyli`ye olan aşkının yüksek düzeyini, kendini onun yerine koy­ması, sanki Leyli`nin düşünce dünyasına, kalbine girmesi, onunla hayalen buluşması vs. gibi yorumlanabilir. 

Tabii ki, sanatsal biçimde tüm bunların hepsi tasavvuf dünya görüşündeki, “vahdet-i vücûd” felsefesiyle doğrudan ilişkili olduğu görünür. Dolayısıyla Mecnun'un vücuduna Leyli'nin ismini yazması ilahi yaratılışı simgelemektedir. 

Yüce Allah, somut dünyayı öncelikle sesle söz şeklinde yaratmıştır. Yani Allah "Ol" demiş, dünya olmuştur. Somut dünyada kendisini ölü olarak gördüğü için giysilerini yırtan Mecnun, artık bir ruh gibidir. Kendi bedenini Leyli kılığına dönüştüren Mecnun bu durumda sanki Leyla`ya kavuşmaktadır. M.E.Resulzade şöyle yazıyor: “Bir kağıda Leyla ile Mecnun'un resimlerinin birlikte çizildiğini görünce Mecnun, Leyla’yı hemen siliyor. Nedenini soruyorlar. Biz iki değiliz, biriz, diyor. O halde neden kendini değil de, Leyla’yı siliyorsun? Çünkü o, ruhtur, ben kalbim, ruh kalpte örtülü olur”. 

 Tasavvufta "sen" ve "ben" kavramlarının ortadan kalkması, varoluşun tüm tezahürlerinin onların maddi imge ve doğal niteliklerinden asılı olmayarak, Birliğe kavuşması, somutlaşması, yani "bir ile bir olması" fikri anlamına gelir.  Bu açıdan Yunus şiirinde “bir ile bir olma” fikri şöyle belirtilir.

Eynül yakîn görüptür, Yunus Mecnun oluptur,

Bir ile bir oluptur, Hakkel yakîn içinde.

Dolayısıyla Mecnun, vücuduyla "Leyla" ismini yazarak ilahi yaratılış şemasını simgelemektedir. Bu, İlahi vusaldır. Çünkü yaratılışın başlangıcında, sonradan birbirinden şekil ve karakterce ayrılan unsurlar, henüz bir yerde, birlik halinde yani kavuşmuş şekilde bulunur. “Leyla” sembolü ile ilkin başlangıcına döner. A. Gölpınarlı bu konuda şöyle yazıyor: 

“Onlar bu dünyaya gelmeden önce neşir halindeydiler. Onların parçaları, yani cüzleri hayvanlarda, bitkilerde ve cansız varlıklarda tecelli etti. Bu durum harflere benzer. Anne ve baba yiyip içtikleri şeylerden onun mayasını toplamış, sonra anne rahminde terkibe dönüşerek, haşr edilerek bu aleme gelmiştir ki, bu da harflerin birleşerek kelime, kelimelerin birleşerek söz oluşuna benzer”.

Nizâmî, aşkı insanla Allah arasındaki ilişkinin ana yöntemi hesap ederek beyan eder:  

Hamının öz sırdaşı, yarı vardır cihanda,

Asıl yar Havadırdır, hilaskardır cihanda.

 

Gece yarısı gönlü ile baş başa kalan Nizâmî “seyri-süluka” (ruhun seyriçıkar. Ruhunun uçuşuyla gördüğü manzara onu hayrete düşürür:

Kapını döydüm, dedi: “Gelen kimdir bu zaman?”

Dedim: “Görüşe gelib pak niyyetli bir İnsan”.

 

Pişvazıma gelenler kaldırdılar perdeyi,

İhtilat perdesinde azizlediler beni.

Hal makamına giren şair gönlünde tecelli eden gerçeği perdesiz görür:  “Arınmış bir kalbin gördüğü güzellikler güzel bir imge olarak sunulur. Onun güzelliği tüm desenleriyle sunulur: “Onun siyah zülfü beyaz gümüş üzerine müşk söğüdünün yapraklarına müşk serpirdi”. (Siraceddin Hacı)

              Külekten cananımın nigabı yere düştü,

               Gönlümün hükümdarı aşka düştü, ne düştü.

Nizâmî`nin kendi iç dünyasındaki gönlündeki yolculuğu sona eriyor. Sanatkâr, herkesin bu yola gidemeyeceğini söyler. O yola sadece Nizâmî gibi inancında, amelinde, mesleğinde haklı olanlar gidebilir. 

Bu yol ele bilme ki, her kişinin yoludur,

Bu yol Nizâmî kimi er kişinin yoludur.

Göründüğü üzere, Nizâmî varlık alemine, evrene yolculuğa çıkar. Fakat bu yolculuk onun can dünyasında gerçekleşir. Araştırmacı Siraceddin Hacı bu konu üzerine şöyle belirtir: “İnsan varoluşunun (ülkesinin) başkenti Kâbe’si kalptir, insanın görevi kalbi nefsin esirliğinden kurtarmak, temizlemek, ruhu onun sultanı yapmak, bedenin yönetimini düşünen kalbe teslim etmektir. İnsanoğlunun kendi varlığına hâkim, aklına ağa, bedenine melik, âleme sultan olmasının koşulu arınmış bir kalbe kul olmaktır”.

Hal makamında varlık alemini seyreden aşık imajına Yunus`un “Olur” redifli gazelinde genişçe rastlarız. Şiirlerinin bir kısmında bu aleme gelmeden önce başka bir mekânda olduğunu söyleyen şair “Bu dünyaya gel­meden maşuk ile bir idim” diyorsa, bazen de “gah Adem olup buğday yediğini”, “gah Nuh olup tufana uğradığını”, “gah da İsmayıl olup kurban kesil­diğini”, kısacası, aşk yolunda renk değiştirdiğini ruhunun seyri ile beyan eder. Bu gibi örneklerde şair Hak`a kavuşmak isteğinde olan aşığın durumundaki değişimi anlatır. İlahi aşka ulaşmak isteyen aşık için ne ayrı zaman, ne de ayrı mekanlar var, çünkü hak aşığı her zaman ve her mekanda O`nunla birdir. Şairin psikolojik durumundaki değişim geçicidir, ancak şair o anı yaşar. İnsan ruhunda böyle bir yolculuğun bir anda gerçekleşmesi, Sufi şairlerin yaşadığı arifane zaman anlamından kaynaklanmaktadır.

Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,

Bir dem gelir şadi kılır, bir dem gelir giryan olur. 

İlk mısrada şair, Allah'ın tüm canlılara neden "gönül" verdiğini açıklayarak, Yaradan'ın yarattıklarında O'na olan aşkı uyandırmak için onlara "gönülden bir ev" verdiğini belirtir. İnsanın kalbi, gönül evi gizemli bir dünyadır. Şair, bu beyitte geçirdiği hal değişimlerini anlatır. Okuyucuya o an neler yaşadığını anlatarak, aynı yerde olsa bile farklı zamanlarda gerçekleşen olayların katılımcısına dönüşür:

Bir dem çıkar arş yüzüne, bir dem ener tahtasere,

Bir dem sanırsan katradir, bir dem taşar ümman olur 

demekle şair, tek olan Allah`ın Birliğine işaret eder. Artık onun “ümman” olması, taşması, her varlıktaki birlik belirtilerinin “ümman”dan kaynaklanmasını haber verir. Şairin katre ümman kıyaslaması tezat oluşturur. Bu karşılaştırmada maddilikten maneviyata, vahdetten kesrete, kusurdan mükemmelliğe, tamlığa, saflığa yükselişin iştirakı var. Bu aynı zamanda insan doğasındaki düalizmi gösterir.

 Her iki şairin eserlerindeki tasavvufi beyitlerde, onların yaşadıkları arifane zaman insanın bir halden diğerine, renkten renge geçişi olarak nitelendirilir. Dönemlerinin tüm felsefi görüşlerine aşina olan bu sanatkârlar onları gayri şuur şekilde değil, kendi düşüncelerinden geçirerek, benimseyerek yeni şiirsel felsefi dünya görüşü olarak sunarlar.

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 174. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 174. Sayı