HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
Osman Çeviksoy 2
SALIM ÇONOĞLU 3
FATİH SULTAN YILMAZ 4
İ. M. Galimcanova 5
Gülzura Cumakunova 6
Kader Pekdemir 7
Eski Arap efsane ve rivayetlerinden gelen, Türk folklorunda kendine özgü versiyonları bulunan “Leyla ve Mecnun” destanı, dâhi Nizâmî'nin yüzyılları fetheden, sonraki nesiller için yeniden keşfolunan tefekkürünün süzgecinden geçerek yazılı edebiyata gelmiş ve başarılı bir ömür yolu geçmiştir.
Nizâmî'nin eserlerine büyük değer veren, onları tüm güzelliklerin hazinesi olarak nitelendiren 13. yüzyıl yazarı Muhammed Avfî dâhi şair hakkında ilk bilgi kaynağı olarak değerli olan “Lübâbü’l-elbâb” tezkiresinde “Leyla ve Mecnun” eserini yüzünü göstermekle akılları baştan alan Türk güzellerini anlatan bir eser olarak değerlendirmiştir: “Türkistan`ın manzum “Mecnun ve Leyla”daki zarif kıyık gözlü güzelleri yüzlerindeki peçeyi kaldırmakla dünyanın tüm bilgelerinin aklını başından almaya kadirdir”. Profesör Halil Yusuflu yazıyor ki, onun (Muhammed Avfî’nin – T.B.) bu notu eserin kendisinden kaynaklanır. Nizâmî kendisi de, Leyla`yı anlatırken, “onu insanları kendine aşık eden bir Acem Türk’ü” yani, bugünün deyimiyle bir Azerbaycanlı olarak sunar”.
Yüzünü göstermekte Arap ayı idi,
Gönül avlamakta Acem Türk’ü idi.
Konusu; tarihte Arap efsanesi olarak bilinen bir aşk hikâyesinden gelen, Farsça yazılmış bir eserde edebiyat bilicisinin Türk ruhunu, Türk karakterlerini ve Türkistan'ın güzelliklerini görmesini sağlayan nedir?
Nizâmî'nin bir Türk olduğunu kabul eden ve bu konuya çok dikkatli ve duyarlı bir yaklaşım öneren akademisyen Agafangel Krimsky, Nizâmî'yi Fars edebiyatında bir merhale olarak görüp, şairi bu açıdan Ukrain asıllı Gogol`un Rus edebiyatındaki konumu ile karşılaştırarak, Avfî’nin itirafına itiraz etmez:
“Nizâmî'nin çağdaşı olan edebiyat tarihçisi Avfî eserin sanatsal değerini anlamakla birikte onun “Türkistan`a ait olduğunu” itiraf etmiştir. Yani hem eserin karakterlerinde, hem de yaşam tarzlarında, ünlü klasik Arap bedevi aşık çiftini ve sanatsal değeri açısından göklere çıkarılan, belagatiyle ün kazanan Arap yaşam tarzını değil, Nizâmî`nin çocukluğundan beri Gence civarında iyi gözlemlediği göçebe Türklerin yaşam ve düşünce tarzını görmüştür”.
Elbette, yazdığı esere, karakterlere, onların yaşam tarzına, aile ilişkilerine yazarın dünya görüşü, bilimsel-felsefi, edebi bilgi düzeyi ve edinilen bilginin kapsamının yanı sıra, yaşadığı çevrenin etkisi de her bir sanatkarın yaratıcılığında kendisini göstermektedir ve bu açıdan Nizâmî Gencevî`'nin eserleri de istisna değildir. Bu nedenle Nizâmî, Fars diliyle oluşturulan edebiyatta Azerbaycan üslubunun kurucularından biri olarak kabul edilir.
Bu üslubun en ayırt edici özelliklerinden biri kadına, özellikle aile içinde anneye ve sevgiliye-eşe tutumu idi.
Çünkü Türk ailesinde, Türk zihniyetinde kadın sadece bir sevgili ya da geçimi sağlayan hukuksuz bir köle değil, aynı zamanda bir kahraman, akıllı öğütleriyle kılavuzluk yapan, aile içinde, hatta bazen devlet işlerinde sözü geçen bir şahsiyetti. Bunu Nizâmî Gencevî'nin ilk mesnevisi olan “Sırlar Hazinesi”nde (Sultan Sancar'ı azarlayan ihtiyar kadının örneğinde) ve parlak şekilde “Hüsrev ve Şirin”deki Mehin Banu ve Şirin karakterleri örneğinde görüyoruz. Bu da şüphesiz ki, Nizâmî düşüncesinin Türk kaynaklarından, “Kitab-ı Dede Korkut”tan gelen bir motif idi.
Nizâmî'nin yaşadığı dönemlerde Türk halklarının yaşamında, aynı zamanda şairin memleketi olan Gence'de kadınlar aile içinde kötü bir konuma sahip değildi.
Bu, o dönemin bilimsel, sanatsal ve tarihi eserleriyle kanıtlanmıştır. Ünlü Selçuklu veziri Nizâmülmülk, "Siyâsetnâme" eserinde Türk kadınlarının diğer halklarla, mesela vezirin kendisinin de ait olduğu Perslerle kıyaslandığında daha bağımsız ve söz sahibi olduklarını, ailede ve hatta bazen devlet meselelerinde fikirlerinin kıymet gördüğünü"teessüfle" (A. Krimsky) belirtmiştir.
Demek oluyor ki, Azerbaycan şairinin yaşadığı çevreden, halkının adet ve geleneklerinden gelerek onun eserlerini de etkileyen faktör - adına karşı böyle bir tutum- ne Nizâmî`den önce, ne de uzun süre sonra olmuştur. Örneğin, Emir Hüsrev Dehlevi'nin Şirin'iyle karşılaştırma yapmak yeterlidir.
Şunu kaydetmemiz gerekir ki, "Leyla ile Mecnun"u Türk üslubunda, yani dönemin moda anlatımlarının aksine, saf, düz Türkçe değil, Farsça yazması konusunda Ahsitan'dan talimat alan şairin bu eserinde Türk ruhunu daha çok öne çıkartması belki de, Ahsitan`ın bu talimatına yaptığı bir itiraz idi. Hatta eserde Türk düşüncesinin, yaşam tarzının, aile ilişkilerinin somutlaşması bile o kadar güçlü ki akademisyen Teymur Kerimli, "Arap efsanesi Nizâmî'nin poemasına sadece bir isim vermiştir" demekten çekinmemiştir.
Nizâmî'den sonra Fars ve Türk dilli edebiyatlarda onlarca "Leyla ve Mecnun"lar yazılsa da, bu eserlerin her biri Genceli üstadın “tatlı bal”ından damlalar içermektedir. Bu konuya değinen yazarların da bunu kabul etmeleri ve Nizâmî'nin “Hamse”sinde yer alan bu destan konusunu ele almayı ve kalemlerini büyük şairin mevzu meydanında denemeyi bir onur ve yetenek olarak görmeleri dikkat çekicidir. Nüşabe Araslı, "Nizâmî ve Türk Edebiyatı" monografisinde şu konuyu büyük bir gururla kaydediyor ki, “Türk Edebiyatında Nizâmî temaları üzerine çalışan tüm şairler gibi "Leyla ve Mecnun" üzerine yazan tüm sanatkarlar da Nizâmî'yi konunun ilk yaratıcısı gibi saygıyla anmış, sevgilerini ifade etmişler. Türkçe kaleme alınmış tüm "Leyla ve Mecnun"larda Nizâmî`nin eseri bir örnek olarak gösterilir”.
Edebiyat tarihimizdeki en önemli tarihi meselelerden biri de Azerbaycan Türkçesiyle ilk "Leyla ve Mecnun" un yaratılması olayıdır.
Kaydetmemiz gerekir ki, Azerbaycan edebiyatında son yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda anadilimizde Muhammed Fuzûlî`den önce “Leyla ve Mecnun” yazan XV-XVI. yüzyıl şairleri Zemirî, Ataî, Hakîrî`nin isimleri bilim dünyasına malum olmuştur. Fakat kaynaklar Zemirî`nin Azerbaycan Türkçesiyle “Leyla ve Mecnun” yazdığını söylese de, şairin eseri günümüze kadar ulaşmamıştır. XVI. yüzyıl şairi Ataî`nin eseri konusunda Gazenfer Aliyev “Nizâmî mevzu ve süjeleri Doğu halkları edebiyatında” (Rusça) monografisinde bahsetmiş ve eser üzerine ilk kez Türk divan edebiyatının ünlü araştırmacısı A. S. Levend`in “Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında “Leyla ve Mecnun” Hikayesi” isimli eserinde bilgi verildiğini belirtmiştir. Nüşabe Araslı ise “XV. Asır Azerbaycan Şairi Atai`nin “Leyla ve Mecnun” Eseri” adlı makalesinde bu konuda daha genişçe bahsetmiş ve bazı gerçekleri açıklığa kavuşturmuştur. “Ataî ve onun mesnevisi üzerine ilk kez meşhur Türk alimi O. Ş. Gökyay 1937`de Ülkü dergisinde bilgi vermiştir”.
Fakat belirtelim ki, Ataî`nin eserinin Nizâmî`nin “Leyla ve Mecnun”una çok yakın olaması ve hatta bazı bölümlerin tercüme edilmiş olduğu kanaati ve eserin mevcut nüshasının kusurlu olması nedeniyle, Azerbaycan dilinde yazılmış ilk “Leyla ve Mecnun” olarak daha çok Hakîrî Tebrizî`nin eseri incelemeye alınır. Bu iki eseri araştırma konusu olarak almamızın ana nedeni budur.
Ana diliyle “Leyla ve Mecnun” yazarak söz dünyamızda yer alan Hakîrî Tebrizî, kendisinden önce bu konuda yazan şairleri –Nizâmî`yi, Hüsrev`i, Hatifi`yi- saygıyla anarak, ilave eder:
Şimdi ben biçare hal ü natevan,
Aciz ü sergeşte, dur ez haniman.
Himmetini onların ezm ederim,
Türk dilince uş bunu nazm ederim.
Göründüğü gibi, Hakîrî burada “Leyla ve Mecnun” destanını Türkçe kaleme alacağını özellikle belirtir.
Söz sanatkarlarının farklı noktalarda belirttikleri gibi, Leyla'nın aşkı çoğu kez Mecnun'un aşkı ile eş tutulur. “Deme Mencun`a deli, belki de Leyla delidir” (Aliağa Vahit), - mısrası tabii ki, tesadüfen söylenmemiştir. Ayrıca bu imge bir karakter olarak da dikkati ve çalışmayı hak ediyor.
Biz de, konuya bu bakış açısıyla yaklaşmaya, Leyla karakterinin özel niteliklerinin genetik kaynakları ve özellikleri, açılış noktaları ve tezahürlerinden bahsetmeye çalışacağız.
Bunun için her iki eseri olay örgüsü boyunca izlemenin gerekli olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü tüm "Leyla ve Mecnun"larda ayrı ayrı noktalarda bazı farklılıklar olsa da, genel olay örgüsü, fikir neredeyse değişmeden kalır. Ayrıca birçok araştırmada -Halil Yusuflu'nun Hakîrî'nin "Leyla ve Mecnun" eserinin ilk baskısının önsözünde, Sevinc Mahmudova'nın “Hakîrî Tebrizi ve onun "Leyla ve Mecnun" eseri” tezinde vb.- Nizâmî ve Hakîrî'nin "Leyla ve Mecnun"larının olay örgüsündeki benzerlikler ve farklılıklar detaylı olarak anlatıldığı için burada buna geniş yer ayırmaya gerek duymuyoruz.
Tüm sanatsal eserlerde kahramanın karakteri, kelimenin en geniş anlamıyla “kimliği” en uç noktada, yani olayların doruğunda ortaya çıkar. Diyelim ki, bu doğal olarak gerçekte de aynıdır. Yani, olayların doğal seyrinde, bir veya daha fazla küçük, güçlü engel gerektirmeyen mânialarda, kahraman bir karakter olarak büyüyemez ve idealleşemez. Mesela, diyelim ki, Mehcur Şirvani'nin "Gisseyi-Şirzad" adlı eserinde Şirzad, kahraman olarak, karakteristik bir âşık olarak Mecnun, Ferhad, Verga zirvesine ulaşamıyor. Nedeni açık: Şirzad'ın önünde "kimliğini" ve ne tür bir içsel gücü ve istikrarı olduğunu ortaya çıkaracak kadar engel ve zorluk yoktur. Bu yüzden kahramanın – âşık ya da mâşukun kendi makamında bir simgeye, sadakat ve fedakarlık sembolüne dönüşmesi Yaşar Garayev'in sözleriyle, belirtirsek, “aşkı ve vefayı da gerçek bir kahramanlık, kemal ve cesaret düzeyine yükselte”bilmesi için yazar onu mutlaka öyle bir duruma getirmeli, öyle bir sıradışı ortamda göstermeli ki, kahramanların karakteristik özellikleri, yani iç benliğin nitelikleri ortaya çıkabilsin ve o bir karakter olarak yükselebilsin.
“Leyla ve Mecnun”daki benzer bir durum, olayların doruk noktası Leyla'nın İbn-i Selâm ile evlenmesidir. Aşıkların İbn-i Selâm`a kadar buluşmasını engelleyen nesneler, onunla kıyaslamada çok zayıftır ve buraya kadar onlara karşı ne kadar güçlü ve sağlam engeller yapılırsa yapılsın, bunların hepsi kaldırılabilendir. Fakat o dönemin toplumunun tüm alanlarında Mecnun’dan üstün gördüğü İbn-i Selam gerçek rakip, ağyardır.
Y. Bertels, “İbn-i Selam'la hafif bir yüzleşme, şaire sadece şunun için gerekliydi ki, sevgilinin aşığına sadakatini göstersin” diye yazar. Ayrıca, şunu da kaydedelim ki, bu bölümde sadece Leyla değil, Mecnun ve İbn-i Selam'ın kendisi de imtihan edilir. (Tofig Haciyev'in İbn-i Selam hakkındaki yazısında bu karakter, çok farklı ve özgün bir bakış açısıyla incelenmiş ve Mecnun'dan bile daha cefakeş bir kişi olarak sunulmuştur.) Sabir Aliyev, bu karşılaşmadaki inceliklere değinerek şöyle yazıyor: “... Çok tuhaf da olsa, bu buluşmaya sanki iki kişi değil, üç kişi katılıyor ve sınava giriyor: Mecnun, Leyla, İbn-i Selam. Bu bölümde Mecnun'un aşkı, Leyla'nın vefası ve İbn-i Selam'ın onlara olan tutumu imtahan edilir”.
“Leyla ile Mecnun”ların çoğunda bu düğümün çözümünde Nizâmî'nin etkisi kendisini gösterir. Araştırmacıların Nizâmî'nin Leyla`sının “kendini müdafaa” yöntemini her zaman takdir etmedikleri doğrudur: İbn-i Selam'a tokat atmasını Leyla'ya yakıştırmayan ve bu sahnenin okuyucuyu yeterince ikna etmediğini söyleyenler vardır. Bu görüşler ne kadar gerçekçi görünürse görünsün, Nizâmî'nin yaratıcılığını bir bütün olarak ele alıp konuya şairin kadın kahramanlarının genel arka planında bakarsak Leyla'nın cesaretinin nereden geldiğini açıkça görebiliriz.
Leyla`dan önce Nizâmî Şirin`i, Mehin Banu`yu yaratmıştır, daha sonra ise Fitne`yi, Nüşabe`yi... Kanaatimce, Leyla bu karakterlerin arka planında değerlendirilmeli, ona Nizâmî`nin kahramanı gibi, 12. yüzyılda toplumda, hayatın tüm düzeyinde, ister savaş alanında, ata binme, kılıç kuşanmada, isterse de akıl, mantık savaşında, isterse aile, aşk ilişkilerinde kadın erkek haklarının eşitliği görüşünü savunan mütefekkir şairin yarattığı karakter olarak yaklaşılmalıdır.
Nizâmî'nin Leyla`sının hünerinden cesaret alan Hakîrî'nin Leyla`sı fiziksel güç kullanmamasına rağmen çok cesur bir adım atar: Mecnun'u sevdiğini açıkça söyler.
Leyla der: - Mecnun`dan özge kimseni
Etmezem hemrah, bilür Rebbi-geni.
Her iki kahramanın karakterindeki bu cesaret Türk ruhundan doğan bir nitelikti. Bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Sevinc Mahmudova çok ince bir noktaya değinir: “Fuzuli`nin Leyla`sı... asıl müslüman aleminin Leyla`sıdır. O, eşine açıkça itirazda bulunmaktan korkar. Fakat kalbindeki ulvi aşkın gücü onu yalan konuşmaya ve İbn-i Selam`ı uydurduğu masala inandırmaya zorlar”. Fuzûlî`nin Leyla`sının yalan konuşup konuşmaması konusunu bir tarafa bırakalım (Buna en iyi cevap Sabir Aliyev`in “ Fuzûlî`nin Leyla`sı” makalesidir). Bize ilginç gelen araştırmacının bunu Fuzûlî`nin Arap ortamında yaşaması ve bu ortamın etkisi ile yorumlamasıdır. (Tabii ki, Fuzûlî`nin bu düğümü böyle halletmesinin ana nedeni şairin poemasının tasavvufi eser olmasıyla ilgilidir). Sabir Aliyev de bununla Fuzûlî`nin “Leyla-Mecnun hikayetinin İslam koloritini” koruduğunu belirtir. Nüşabe Araslı da, bu konuda: “Onun (Leyla`nın – T.B.) kocası İbn-i Selam`ın karşısındaki cesur davranışı Türkçe yazılan tüm “Leyla ile Mecnun”larda (italik yazılar bize ait – T.B.) (Fuzûlî`yi istisna etmekle) aynen tekrar edilmiştir... Türk poemalarında bu motifin tekrarlanması ise büyük şairin ileri fikirlerinin Türk bedii edebiyatında sevgiyle devam ettirilmesi anlamına gelir. Demek ki, sonraki dönemin Türk şairleri biraz da ilerleyerek Nizâmî`nin Leyla`sının cesaretine cesaret katmışlar.
Eski Türk destanlarında gördüğümüz gibi, uzak geçmişte, hatta İslam'dan çok önce bile, kadınların Türk dünyasındaki yeri, toplumdaki konumları, erkek kardeşleri, babaları, kocaları ve oğulları ile omuz omuza durmaları bu şairlerin genetik hafızasından süzülerek sanatsal yaratıcılık örneklerine yansır.
Nizâmî Leyla'sının milliyeti konusunu inceleyen Penah Halilov, hatta Leyla'nın ailesindeki ilişkileri de gündeme getirerek, bu ilişkilerde kadınlara ve kızlara gösterilen büyük saygıyı şöyle anlatır: “Babanın kızına ve ailesine yaptığı muamelede, Türk destanlarında bulduğumuz nazik aile ilişkilerine benzer bir yakınlık ve açıklık kendisini gösterir... bu davranışta Türk aile ilişkileri, kadına, evlada, kıza Türk aile reisinin şefkati bulunmaktadır”.
Göründüğü gibi, Nizâmî başta olmak üzere Türk şairlerinin, o cümleden de Hakîrî`nin farklı dönemlerde yaşamasına ve birbirinden yüzlerce yıllık bir zaman mesafesinde durmasına rağmen, tefekkürlerindeki manevi yakınlık, başka dillerde yazmalarına rağmen zaman zaman kendini gösteren genetik bağlar, daha doğrusu, Türk ruhu Leyla (kadın) imajına yaklaşımında özellikle belirgindir. Araştırma sonucunda şu kanaate gelinmiştir ki, ölümsüz Nizâmî de, onun değerli halefi Hakîrî de konuyu Arap efsanesinden almış olmasına ve büyük insani değerlere dayanmasına rağmen, ait oldukları halkın tefekkürü ve genetik hafızasındaki karakteristik özellikler her iki şairin eserlerine yansımıştır.