Nizâmî ve Shakespeare


 01 Haziran 2021


İnsanlık kültürünü ölümsüz eserlerle zenginleştiren yazarlar arasındaki ilk 10’da Nizâmî Gencevî ve William Shakespeare’in isimlerine yer verilmelidir. İnsan şiirsel ve felsefi düşüncesinin bu iki dehası - Nizâmî ve Shakespeare arasında doğrudan bir salef-halef ilişkisi bulunmamaktadır. Ancak, bu iki dehanın yetişme sürecini gözlemlerken, Dünya’nın bir bütün olarak hayal edebileceğimizden çok daha küçük olduğunu düşündüren çarpıcı benzerlikler keşfetmek mümkündür. Sorabilirsiniz: Neden Nizâmî ve Shakespeare? Örneğin, neden Nizâmî ve Dante veya Mevlana ve Dostoyevski değil, özellikle Nizâmî ve Shakespeare? Çünkü ortaçağ edebiyatında mistisizme bu iki dâhiden daha az bağımlı olan başka bir sanatçı bilmiyoruz. Çünkü bu iki sanatçıdan, zamanlarının inançları ve kanaatleri doğrultusunda bakıldığında, daha aklı başında kimse yok gibi. Şu iyi mi kötü mü? Muhtemelen hem iyi hem de kötü; çünkü madalyonun iki yüzü olduğu gibi (madalya yokken bu benzetmeyi ne ile yaparlarmış acaba?), her şeyin iyi ve kötü yanı vardır. Kötü tarafla başlayalım: Bir insana sorulur (bu durumda, “insan” terimi Nizâmî ve Shakespeare olarak düşünülmektedir), tüm dünya mistisizmle yaşarken ve hiç de kötü yaşamazken, bu dünya görüşü size neden tuhaf gelmekteydi? Artı taraf ise, XX ve XXI yüzyılın başlarında bile, dünyanın önde gelen (en azından moda olan) sanatsal ve felsefi dehalarının bile mistik selin karşısında bir samandan daha fazlasını yapamadıkları halde, Nizâmî ve Shakespeare’in bu konudaki azmi en azından övgüye değerdir. Bugün, Blake-Borges-Coelho üçlüsündeki mistisizmin yeni bir güçle kapalı toplumun değerlerini sosyal yaşamımıza dâhil etmeye çalıştığı bir zamanda, sağduyulu, insani düşüncelere tutunarak selin ten ortasındaki kayalar gibi Nizâmî ve Shakespeare’e geri dönmeliyiz. Aksi takdirde derviş felsefesi tüm yaşam enerjimizi bizden alıp karşılığında bize keşkül ve tebarzin eta etmek niyetindedir. 

“Öleceksin eğer kral olursan!”

Şu durumda aslında en büyük iyilik ve ya en doğru olanı, özel bir hizmetin ayarlanması, doğum koğuşlarını bekleyerek doğan her bebeğin hayatını anında alması ve bu zavallı bebeklerin hiçbirinin kraliyet servetine sahip olmaması ve bu büyük, her kese nasip olmayan nimeti kaybetme korkusuyla acı çekmesidir.

Öyleyse, niçin Nizâmî ve Shakespeare’in en hafif tabirle söylersek, ironik bulduklatı mistisizme,  bu kadar para yatırılmakta ve bilinçli olarak propagandası yapılmaktadır?

Bunun nedeni gün gibi net; ancak, kasıtlı olarak yayılan bir duman perdesinin arkasında genellikle görünmez. Bu hedef nedir?

Sakın kimse anlamadığını söylemesin!

HAZRETİ MİDE!

İnsan kafasını ve insan beynini yiyecek arayışında harekete geçiren  de HAZRETİ MİDE’dir! Masum bir bebeği yırtıcı bir kurda dönüştürerek kendi hemcinslerinin üzerine saldırtan  ve bu zavallıların kanına susatan da  yukarıda adını saygıyla andığımız HAZRETİ MİDE, yaşam ve varoluş adına birer mücadeledir. Ve en önemlisi, bunların hepsi çok doğal olan şeylerdir ve yaratılışın kendi huyundan belirmektedir. Ve burada hiç bir romantizm aramanıza gerek yoktur; kendi yokluğu pahasına bir başkasını yaratan kişiye ancak aptal denilebilir.

Ama bütün bunlar organik dünyanın uyum sağladığı yasalardır ve insanlık organik dünyanın en üst seviyesinde durduğu için bazen bu yasalara uymayarak  “yeni kurallar” icat eder. Bu yasalardan biri, çılgın fedakarlık yasasıdır. Yani yüzde yüz öleceğinizi biliyorsunuz; ama bu ölümle sevdiğiniz birinin hayatını kurtarabilir ve belki de onun mutluluğunu sağlayabilirsiniz. Ama bunların hepsi senden sonra olacak ve seninle hiçbir ilgisi olmayacaktır. Bu durumda mistisizme, yani ölümden sonraki hayata inanmıyorsanız, biraz tereddüt edebilirsiniz.

Bununla birlikte, o dünyada buluşma umudu size büyük bir fedakarlık cesareti verir ve düşünmeden sevdiğiniz uğruna kendinizi feda edersiniz. Peki seçimde kim kalacaktır? Daha temkinli ve bekleme pozisyonu alan biri tabii. İşte onun genleri daha sonraki gelişmeyi tetikler. Yani sizin (bu durumda ben galiba Tanrının rahmetine kavuşmuş biri ile röpörtaj yapmaktayım) daha cesur ve samimi genleriniz yerine ikiyüzlü ve tedbirli genleriniz hakim olacaktır. Tedbirli olmak ise burnunu havaya uzat demektir: Herkes sağduyu ile düşünüyorsa siz de öyle düşünün; hayır, eğer mistisizm moda ise,  sen de mistik ol!

İşte bu açıdan baktığımızda Nizâmî ve Shakespeare’in şiddetli mistikler olduğunu görürüz. Yani bu dâhiler tasavvufu belli nedenle kabul etseler bile, bu onların genlerine yansımıyor ve işlerine gelince “ayaklarını çizgiden çıkarmanın” cazibesine karşı koyamadıklarını görüyoruz.

***

Genel olarak, edebî eserlerin karşılıklı incelenmesi, dünya edebiyatşinaslığında her zaman geçerli olan sorunlardan biri olarak dikkat çekmektedir. Rus edebiyat bilim adamı Y. B. Vipper bunu göz önünde bulundurarak yazmaktadır: “Çok Hacimli Dünya Edebiyatı Tarihi” üzerine yapılan çalışma, edebiyatşinaslık ilminin karşısında duran gündemdeki görevlerinden biri olan retoriğin gelişimine karşılaştırmalı bir yaklaşımın uygulanması olduğu kanaatini doğrulamaktadır. Aynı görev, sosyal bilimlerin diğer alanları karşısında da durmaktadır: Karşılaştırmalı analiz yöntemini geliştirmeden, bir bütün olarak  bir sanat tarihi (bir dönem içinde bile olsa) veya bir bütün olarak bir manevi kültür tarihi oluşturmak imkansızdır .

Elbette karşılaştırmalı edebiyatın en önemli sorunlarından birinin edebî olguyu, edebî dehanın oluşum sürecini tüm incelikleriyle ortaya çıkarmak ve bu alandaki evrensel yönleri tespit etmek olduğu açıktır. Eskiden D.S.Lihaçov, “Teorik Edebiyat Tarihi” sorununu ortaya atarken, dünya edebiyatının genel gelişim modellerini ortaya çıkarmayı amaçladı. Elbette teorik edebiyat tarihi yazma fikri çok çekici; Ama bakalım, bunun mideye yani insanlığa faydası ne olacaktır?

Bu fikre bir alternatif ararsak, muhtemelen pratik edebî eleştiri kavramını ortaya koymamız gerekecektir. Yani, edebiyatşinaslık  biliminin daha da gelişmesi, en azından bu bilim dalının insanlık adına çürümüş bir ceviz kadar hayırı dokunacak şekilde yönlendirilmesi gerekir! Başka bir deyişle, tahıl yetiştirmek, evler inşa etmek, insanların refahını sağlayan yeni teknolojileri keşfetmek vb. gibi alanlardaki uzmanların insanlara sağladıkları fayda,onlara olan ihtiyaç gibi, bir edebiyat bilim adamına bilginine, daha doğrusu yazdıklarına en azından bir o kadar   ihtiyaç duyulmalıdır.

***

Binlerce yıldır insanlar yaratılışın anlamını yanlış anlamış ve yaratılışın anlamını anlamaya çalışırken nedenle sonucun yerini karıştırmışlar. Onlar zannetmişler ki, tüm evren olmasa bile, en azından Dünya ve güneş sistemi insan için yaratılmış, onun rahatlığı için tasarlanmış ve yaşamdaki tüm uyumun başka bir nedeni olmamıştır.

Beşeriyetin çocukluk döneminde, yani eski ve orta çağda, insan, yaşamının Dünya'daki elverişli koşullar nedeniyle mümkün olduğunu bile anlamamış; ne var ki, organik dünyanın insan yaşamını mümkün kılması için elverişli koşullar oluşturulmamıştır.

Gerçi uzak geçmişte, herkes çocuk gibi düşündüğü dönemlerde, insanlar arasında akseleratlar da vardı; ama herkes gibi düşünmeyenler hiç de iyi müamele görmüyorlardı. İşte bu nedenle erken büyüyen bu bilge adamlar genellikle fikirlerini ve çıkardıkları doğru sonuçları gizlemeye zorlanmışlardı.

“Dâhiler, çağlarının öksüzleridir...”

Nizâmî ve Shakespeare de vaktinden önce büyüyen akseleratlar-dâhilerdi ve bu dehaların edebî bir varlık olarak oluşumunun tipolojik yönlerini keşfetmek, bir takım gerçekleri anlamamıza yardımcı olabilir.

Günümüzde Shakespeare uzmanları arasında, onun kendisinin özgür iradesi ile seçtiği ve bilinçli olarak izlediği  bir  sanat yolunun, bir yöntemin,  olup olmadığı konusu tartışılmaktadır. Ünlü Shakespeare araştırmacısı, Rus bilim adamı R. M. Samarin yaklaşık kırk yıl kadar önce bu konu hakkında şunları yazmaktaydı:

“Shakespeare’in bilinçli yaratıcı yöntemi ve bilinçli olarak uygulanan tarzı hakkında konuşmak için henüz çok erken olduğunu düşünen bazı Sovyet Shakespeare araştırıcıları vardı ve hala var: XVI. yüzyıl çocuğu olduğu varsayılan Shakespeare,  dört yüz yıl önce güya bu tür sorunları ortaya koymak için çok ilkel ve dürtsel bir şair olmuştu” (R. M. Samarin).

Rus Shakespeare araştırıcısı R. M. Samarin bu bakış açısına katılmıyor ve ona karşı çıkıyor: “O Shakespeare araştırıcıları ki, belirli koşullar altında Shakespeare’in yöntem ve üslup sorunlarına ilişkin belirli sistematik görüşlere sahip olmasının mümkün olduğunu düşünmekteler onlar daha haklılar. Bu iki terimin her ikisine de Shakespeare aşina olduğu için daha gerçekçidir: ‘yöntem’ kavramı Hamlet'in oyuncularla yaptığı herkesçe bilinen konuşmasında karşımıza çıkmaktadır; Bu durumda prens, doğal oyunun ‘dürüst yöntemini’ sever ve yapay yöntemlere karşı çıkar. Şiirsel üslup Shakespeare’in sonetlerinde tartışılır. Ancak Shakespeare'in doğrudan sanat üzerine teorik görüşlerinden bahsettiği tek durum bu değil”.

Nizâmî’nin eserlerinde sanata bakış ve yaratıcılık üslubu konusunda yeterince malzeme vardır ve bu bakımdan iki sanatçının karşılaştırılması çok zengin ve ilginç bir malzeme vermektedir.

Öncelikle, Nizâmî ve Shakespeare’in yaşamı ve dönemi arasında birtakım paralellikler kurmak ilginçtir ve insanın her yerde -Doğu’da, Batı’da, Güney’de ve Kuzey’de de- insan olduğunu bir kez daha göstermektedir.

Neden acaba tasavvufi eserlerde şarap ve sarhoşluktan bu kadar çok ve uzun uzun konuşulmaktadır? Bu sadece benzer olayların bir analojisidir. Şarap bir insanı sarhoş eder ve sarhoşluk önce bir kişiyi memnun eder, onu rahatlatır, mutlu eder, ama sonra tüm bunların -etkileri geçtiğinde, kişi zevk ölçüsünde acı çekmek zorundadır. Elbette fiziksel ağrıdan bahsediyoruz- baş ağrısı, rahatsızlık, mide bulantısı, genel halsizlik vb.

Aynı şekilde aşk insanı önce sarhoş eder, bir tek uçacak kanatları yoktur insanın, mutluluğun doruğuna ulaşır. Son olarak, tepeden inme zamanı gelir (her zaman zirvede kalamazsınız!) Ve burada “baş ağrıları” başlar.

Ama hep zirvede kalmak ve yaşadığımız hazzın sonunun gelmemesi için ne yapmalıyız?

Şu bir gerçektir ki, aşırı acı nasıl ölümcül ise, aşırı haz da öyledir ve atalarımız bu konuyla ilgili olarak doğru söylemişler, atın ölümü yoncadan  olsun.

Spartacus ayrıca iki ölüm arasında seçim yaptı: “Demirden ölmek, açlıktan ölmekten daha iyidir!” dedi.

Elbette bunlar bir tür şaka ve bir atın ya da bir insanın ölmesi ne fark eder; asıl mesele ölmemeğe çalışmaktır. Şansı getirmeyip öldüğünde ise ha depremden ha isyan sonucu ölmeniz fark etmez. Aklıma gelmişken bir örnek de Hoca Nasreddin’den vereyim: “Doyan o rahmetlik gibi olur”.

Ama kendimize karşı çıkarak, bu noktada temel bir farklılığa işaret etmek zorunda kalıyoruz, ki bu da acı ve haz meselesidir. Yine atalarımızın kelime dağarcığına kısaca bir göz atalım ve bir örnek verelim: “Ölüm var, ölümdür, ölüm var zulümdür”. Şurada, ölüm sürecinin nasıl bir özelliğe sahip olması sorunu ortaya çıkar. Acı verici bir ölüm veya rahat bir ölüm. Elbette, hayat baştan itibaren dayanılmaz acılardan ibaretse, o zaman ölüm gerçekten de büyük bir kurtuluş ve kurtuluş yoludur. Peki ya hayat zevklerle doluysa? Sonra sıçan sendromu başlar ve kişiyi kurtaran şeyin yine ölüm olduğu görülür. Eski zamanlarda sarhoşluk nedeniyle prenslerin ve varlıklı gençlerin erken zamanda dar-i fenadan dar-i bekaya göç davulu çaldıkları bilinen gerçekti.

Peki tüm bunların ilahi aşkla ne ilgisi var?

İlahi aşk da tutkuyla, acı çekmekle hazla ve nihayetinde ölümle ilgilidir. Dolayısıyla, bu bakış açısından yola çıkarak aslında ilahi aşkın bir bakıma maddi aşkın  öz çocuğu olduğunu söylersek yanılmıyız sanırım. Ancak bu evlat -Dede Korkut destanlarının kahramanı gibi, öz babasını sevmiyor ve ona aptal diyor. Bu nedenle, burada onların yolları birbirinden ayrılıyor- birincisi gerçek hayatta, ikincisi ise rüyalarda, tasavvufta ve masallarda mutluluğu aramaktadırlar. Nizâmî Shakespeare’den dört yüz yıl önce yaşadı ve yarattı. Onun eserlerine mistisizmi arama çabası nedeyse hoş görülebilir. Shakespeare’de de realizmi reddederek mistisizmi arayan yeterince araştırmacı olduğunu söylersem, sanırım yanılmam. Her halükarda, R.M.Samarin bunu çalışmalarında onaylıyor: “Pek çok burjuva edebiyat eleştirmeni (yirminci yüzyılın 50 ve 60’ları kast edilmektedir - T.K.) Shakespeare’de gerçekçiliğin varlığını kategorik olarak reddediyor ve eserlerinde Shakespeare’e tamamen yabancı olan mistik estetik kavramların özelliklerini arıyorlar. Onlar şairin sert trajesine ümitsiz karamsarlığa bağlayarak Shakespeare’in sanki yüz çevirdiği kederli gerçekliye karşı konulmuş masal, hayal estetiğine köprü oluşturmaya çalışıyorlar”.

Şu durumda, Samarin’in Sovyet ideolojisinin egemen olduğu bir dönemde yaşadığını ve Shakespeare de komünist ideoloji açısından değerlendirdiğini unutmamalıyız. Ama her halükarda, imam için ağlarken azıcık da Yezid’in yasını tutarsak, klasik edebiyatta mistisizmi arama ve "bulma" nın burjuva bilim adamlarının eski mesleği olduğunu da belirtmemiz gerekir. İşte biz de ışıklı kapitalizmin parlak geleceğine giden nurlu yola adım atarak “burjuva bilim adamı” onursal unvanını hak ettiğimiz için, elbette ilk önce klasik edebiyat araştırmalarında mistisizmi arayarak “bulmalıyız” ve böylesi güzel mistisizmi bırakıp klasiklerimizi gerçekçiliğe çarptıran sovyet bilim adamlarını rezil etmeliyiz. Aksi taktirde bizim gibi özgür, bağımsız, egemen bilim adamları ile komünist bilim adamları arasındaki fark ne olurdu acaba?

Bir burjuva bilim adamı olarak öylesine şerefli bir unvana ulaştığımız için, Sovyet döneminde neredeyse ateist ve devrimci olan klasiklerimizi son derece dine bağlı ve mistik olarak sunan onlarca “eser” yazarak tarihsel adaleti yeniden sağlamaya çalışıyoruz.

Allah kuvvet versin!

Nizâmî ile Shakespeare’i karşılaştırırken ilginç bir ayrıntı da gözden kaçırılmamalıdır. Şu, çeviri edebiyatının her iki sanatçının edebî ortamını zenginleştirmedeki önemli rolünden ibarettir. İngiliz edebiyatşinaslarının hesaplamalarına göre, XVI. yüzyılda o dönemin eski edebiyatından bilinen tüm edebî anıtların yanı sıra Avrupalı ​​yazar ve şairlerin en ünlü eserleri İngilizceye çevrilmiştir.

Nizâmî döneminde de aynı durumu gözlemliyoruz: ama Nizâmî’nin doğusunda, antik çağın edebî eserlerini tercih eden İngiltere’den farklı olarak, antik dünyanın önde gelen filozoflarının ünlü eserleri tercüme edilmiştir. Bu, zekâ meşalelerine bölgede edebî eserlere oranla felsefeye ilginin daha fazla olmasının göstergesidir. Bir sanatçı olarak Nizâmî ve Shakespeare’in tipolojik olarak yakın kılan özelliklerden biri de edebî dilin zenginliğidir. Hem Nizâmî hem de Shakespeare, dilin sözcüksel ve anlamsal olasılıklarından en iyi şekilde yararlanarak yalnızca kendi dönemleri için değil, gelecek yüzyıllar için de benzersiz bir paradigma yaratmayı başarmışlardır. Yine dünyanın en gelişmiş filoloji alanlarından biri olan Rus Shakespearecilik bilim dalına, V. Komarova’nın çalışmasına atıfta bulunuyorum: “Shakespeare’in dilinde o dönemin kültür, bilim ve sanatının bir sentezinin olduğunu ve bu sentezin dehanın özgün yaratıcılığıyla zenginleştiğini söyleyebiliriz. Shakespeare’in dili benzersiz bir fenomendir, tarih bunun gibi bir şey daha görmedi”. Nitekim dünya edebiyatının iki devinin Doğu ve Batı’yı temsil eden ama aslında tüm insanlı kapsayan yapıtları arasında çizilen bazı paralellikler, kültürlerin hermetik olmadıklarını (O. Spengler - A. Toynbee), ancak birbirine açık olduklarını ve birbirlerinin başarısından faydalandıklarını bir kez daha kanıtlamaktadır.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 174. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 174. Sayı