HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
HUDAYBERDİ HALLI 3
Osman Çeviksoy 4
KEMAL BOZOK 5
İdris Özler 6
UFUK TUZMAN 7
Ne zaman bitirebileceğini bilemediği evin duvarlarını nihayet kendi elleriyle örerek bitirdi. Duvarın bir o tarafına, bir bu tarafına geçti. Düşman mermilerinden korunmak için evin arka duvarına biraz kum ve çayın yanındaki bağdan kestiği odunları akşama kadar taşımaya karar verdi. Yumuşak huylu genç Ziya, ailesiyle birlikte ata yurdunda yaşadığı kalabalık evde zorlanıyordu. Sınıra yakın köyde yaşanan çatışmalar da evini yapıp bitirmesine olanak vermiyordu.
Ziya’ ya göre evdeki rahatlık büyük mutluluk, kaygısız, huzurlu bir yaşam kaynağı demekti. O kaynağın kurumaması için çalışmak gerekirdi. Kahvaltıdan sonra atı eğeleyerek arabasını koştu.
Evin odalarını, eşyaları nasıl yerleştireceğini, çocuk odasını, mutfağın düzenini hayal etti. Gözlerinde canlandırdığı evinin güzel manzarası yüzünde memnuniyet ifadesi yarattı. Islık çalarak suyu kurumuş çaya doğru indi. Arabasını ince kum tepeciklerinin yanına çekti.
Kum torbalarını tek tek doldurarak üst üste yığdı. Gökyüzü kapanmıştı, soğuk rüzgâr kurumuş yaprakları birbirine çarpıyordu. Ziya aceleyle son torbayı doldurarak kaldırmak istediğinde, karşı taraftan açılan keskin nişancı mermisiyle kolları boşaldı. Omzundan akan sıcakkan ellerinin üstünde birikti. İkinci kurşun ata nişan alınmıştı. At şahlanarak iki ayağı üste kalktı. Ön ayaklarını havada birkaç kez hareket ettirip yana devrildi. Devrilen arabanın tekerlekleri havada kaldı. At sahibinden yardım bekliyordu. Bütün bunlar bir anın içinde yaşandı. Ziya dengesini tutmaya çalıştı. Başını ağır ağır yukarı kaldırdı. Yükseklere yapılmış evlerin gri çatıları gözünün önüne sıralandı. Henüz bitiremediği evinin çatısının da gri renkli olacağını düşündü. Yaprağı dökülmüş ağaçların dalları, havada uçuşan kâğıtlar ve her şey gri renge bürünmüştü. Sonra gözleri karardı.
Kumsalda kan içinde uzanmış yaralıyı, çalılar arasına gizlenmiş Ermeniler sürükleyerek sınıra doğru götürdüler. Köylerine gönderdikleri haberin cevabı geldi. Aksiseda dalga gibi dağlarda dalgalansa da hâlâ olanlardan kimsenin haberi yoktu. Ziya kendisine geldiğinde her yeri ağrıyordu. Bedeni buz gibiydi, üşümeye başladı. Toprak döşemeli, küçük havalandırması olan bu yerde kimse yoktu. Havalandırmadan sızan zayıf güneş ışığı hâlâ gecenin olmadığını haber veriyordu.
O, gömleğinin bir kısmını yırtarak kurşunun deldiği yarasını bağladı. Nemli duvara yaslanıp kendisini toparlamaya çalıştı. Karışık, belirsiz, hafif düşünceler başında örümcek ağı gibi dolaşıyordu. "Nasıl oldu da, esir düştüm? Demek, hedef bendim? Onlar beni izliyormuş! Peki neden? " Uçsuz bucaksız meçhullerin denizine götüren fikirlerin pençesinde çabalarken hiçbir sonuca varamıyordu.
Bekçinin açtığı kapının gıcırtısı, sinek gibi başına toplanan Ermenilerin vızıltısı, onu düşüncelerinden ayırdı. Samvel adlı asker yanındakilerden birine esirin yarasına ilaç sürmesini emretti. Sonra kendisi elinde ki sosis ekmek ve bir kap suyu ona doğru uzatarak , Azerbaycan dilinde “Evet, nasılsın? Aklın başına geldi mi? Al ye, erkek gibi sohbet edelim.” dedi. Sonra yüzünü arkasında duran Ermenilere çevirip işaret etti. Azgın, sinsi düşmanın parmakları yırtıcı kuş gibiydi. Samvel’ in eli uzalı kalmıştı. Ziya onun gözlerinin sinsi parıltısını derinliklerde nasıl gizlediğini açıkça görüyordu.
Aç susuz olsa da verdikleri ekmeğe dokunmadı. Üzüntüsünden iç çekerek derin düşüncelere daldı.
“Benden ne istiyorsunuz?” dedi. Samvel kendinden emin bir tavırla “Ara bul senden ne istediğimi. Madem anlayışlı birisin, peki o tepenin üstünde ev inşa edince aklını neden çalıştırmadın?” Ziya temkinle “Ben evimi kendi yurdumda, kendi toprağıma diktim size ne?” Samvel birden değişti “Ahmak Türk, evinin duvarını süzgece çevirdik. Bu sana bir şey anlatmıyor mu? O ev yapılmayacak! Neden diye soracak olursan, çünkü o topraklar bizimdir!” diye bağırdı. Ziya, sinsi düşmanın konuşurken köpüklenen ağzına, çopurlu yanağına, iri çirkin burnuna baktıkça, leş kokan nefesini hissettikçe içine Ermeni'yi öldürmek arzusu doğuyordu. Aynı zamanda bu arzu ile akıl arasında ettiği mücadele bir dakika bile sürmüyor. Nihayet, aklın galip geldiği mücadelede Ziya sordu “ Somut olarak benden ne istiyorsunuz?” Samvel yanındakilere göz atıp gülerek “Bu başka mesele. Sanırım, sen o kadar da aptal değilsin. Birincisi, o evi dikmekten vazgeçeceksin. İkincisi, bizim adamımız olmaya razı olacaksın. Üçüncüsü, bize gerekenleri gerektiği biçimde anlatacaksın. Biz de sesini kaydedeceğiz.” Konuşmasına ara verip Ziya'nın ne düşündüğünü bilmek istedi. Ziya ise vakarını bozmuyordu. Samvel bundan cesaret aldı. “Seninle erkek gibi açık konuşuyorum. Sen bize gereklisin Karabağ Ermenilerinden taraf olacaksın. Gönüllü olarak bizim tarafa geçtiğini teyit etmelisin. Bir Türk gibi bu toprakta evsiz olduğunu, yaşamının kötü olduğunu, devletinizin politikasının doğru olmadığını, (özellikle de Ermenilere karşı) söyleyeceksin. Ve vatandaşlıktan feragat edeceğini diyeceksin. Bunu yaparsan senin ve ailenin üçüncü devlette padişahlar gibi yaşamını sağlarız. Ne dersin?” Ziya artık ne düşmandan, ne de davetiye yazmaya hazırlanan ölümden korkmuyordu. Çünkü Samvel konuştukça o korkularını gaz gibi tek tek yoluyordu. Ziya’ nın temkinle dinlemesini kabul işareti olarak anlayan Samvel “Demek ikna oldun. Evet diyorsun.” dedi.
Ziya gazabını yatıştıramadı “Birincisi, ben o evi yapacağım. Evimin en yüksek yerinde üç renkli bayrağımız dalgalanacak. İkincisi, damarında Türk kanı akan biri sizin adamınız olamaz! Üçüncüsü, Karabağ hiçbir zaman sizin olmadı ve olmayacak da! Neden diye soracak olursan, çünkü Karabağ (Artsakh) dediğiniz bu toprak için çok kan döktük. Sizin kanınız bu yurdun toprağına, suyuna karışmamıştır. Biliyor musunuz neden? Çünkü siz sadece Karabağ'ın değil, dünyanın hamalları, yük taşıyıcılarısınız.” Samvel dayanamayıp esirin karnına tekme indirdi.
“Aptal Türk, ne hamalı? Denizden denize bizim olacak.” Ziya, acıdan kavrulsa da acı acı gülümsedi. “Görüyorsun, gerçeği sindiremiyorsunuz. El bombası gibi patlıyorsun. Çünkü korkuyorsunuz.” dedi. “Sanırım, bununla fazla hoş konuştuk. Saçmalıyor. Senin neyinden korkacağım.” diyerek yanındakilere “Kollarını bağlayın.” dedi. Muhafızlar esiri tekmeleye tekmeleye kollarını ve ayağını kendirle bağladılar. Her şeyi göze alan Ziya kalbindeki duyguları “Korkuyor musunuz bu topraktan? Korkuyor musunuz dününüzden? Korkuyor musunuz ümitsizlikten? Korkuyor musunuz?” diye haykırarak boşaltıyordu. Samvel deli gibi bağırarak “Yeter! Sus! Şu an karnını mermiyle dolduracağım!” dedi. Yanındakilere işaret etti. Bunlardan ikisi hızlıca Ziya'nın kıyafetlerini beline kadar soyundurdular. Öbür iki kişi ellerinde lastik kayışla emre amade bekliyorlardı. Samvel nemli toprağa yüzüstü uzatılmış esire yaklaştı. Ayağının ucuyla çenesini biraz yerden kaldırıp, galip gelmiş bir edayla “Aptal Türk, tercih senin. Bir gün vaktin var. Ya bizimlesin, ya da köpek gibi gebereceksin. Son sözünü söyle!” diyerek çömeldi. JELD Ziya'nın arkaya taranmış kıvırcık saçlarından tutup başını yukarı kaldırdı. Esirle amansız düşmanın bakışları bir birbiriyle çarpıştı. Bu zor durumda onun Ermeni’ye nefreti patlama haddine ulaşmıştı. Eli kolu bağlı halde yelkenleri kırılmış, dalgaların pençesine düşmüş gemiye benziyordu. Samvel Ziya'nın öfke dolu bakışlarından irkildi. JELD ellerini saçından çekip kenara durdu. Deli gibi bağırdı.“Son sözün!”
Ziya ağır ağır başını kaldırıp “Hiçbir zaman!” dedi. İstediklerini dedirtme için lastik kayışlar birbiri ardına havada dönüyor, sonra hedefe iniyordu. Kayışların şiddetle artan sesine, esirin çıplak vücudu cevap veriyordu. Ziya yüreğinden "Onurum, liyakatim dokunulmazdır. Sabredeceğim." diyordu. Kayışlar kendi işini görüyordu. Karşısındakini öldürmenin mümkünlüğünü Ermeni, Türk'e olan nefretiyle açıkça ortaya koyuyordu. Esirin ölebileceğini düşünen Samvel durmalarını işaret etti. Ellerindeki kayışlarla yorgun düşenler yerlerine geri döndüler. Samvel, korkunç acıdan kavrulan Ziya'nın kıyafetlerini ayağının ucuyla getirerek kanlar içinde kalan çıplak vücuduna attı.
“Aptal Türk, bunu kendin istedin. Bu henüz provasıdır. Filmi yarın çekeceğiz Kudüs de.” deyip kapıdan çıktı. Ardından giden Ermenilerin her biri diz çökmüş esire tekme atmayı da kendilerine borç bildiler. Ziya var gücünü toplayıp bağlı ellerini kendine doğru çekip dirseklenmek isteyince bileğinin demir parçasının diline takıldığını hissetti. Demir eşyanın boyutunu kontrol için elleriyle üstünü örtmüş toprağı temizledi. Aletin ne kadar toprağa atılmış parçası olduğunu belirledi ve kalbinin derinliğinde duyduğu ateşin üstüne ümitten doğan serin su çilendi. Bulunduğu yerden Ermenilerin gürültüsü uzaklaşmıştır. Yakındaki odalardan amansız düşmanları insanlaşmaya çağıran bağrışmalar duyuluyordu. Nasıl olursa olsun, o bu gece oradan kaçmalıydı. Köylerinden çok uzakta olmadığını düşünüyordu. Kendi düşünceleriyle yalnız kalan esir, zifiri karanlığın hüküm edeceği zamanı bekliyordu. Toprağa gökkuşağı şeklinde perçinlenmiş demir aletin yerini karanlıkta kaybetmemek için orada oturdu. Gecenin işkencesi ona düşmana karşı kindar olmayı, nefreti öğretti.
Sessizce "Yeter bu kadar saflığımız! Düşmana kendi diliyle cevap verilmelidir." dedi. Güçlükle elbisesini omuzlarına indirmiş, ağrılarını hayaller âleminde dindirmeye çalıştı. Gözünün önünde evinin yeni çatısı canlandı. Sonra başka hayallerin kanatlarında sonsuz gökyüzünde tur attı. Ve bu sonsuzlukta çeşitli harfler yerlerini değiştirerek ona doğru yöneldiler. O harfleri sıralamaya çalıştı. Bazıları sık sık yerlerini değiştirdiler, nihayet, düzenli ordu gibi dizildiler. O, karanlıklar içerisinde yıldız gibi parlayan harfleri heceliyor. "E-vi-ni dik-me-li-sin. En-yük-se-ye bay-ra-ğı as-ma-lı-sın.”
Kendi kendine "O isimsiz yükseklikte dikilmemiş evim kaldı. Vatanı satıp vatansız kalamam ben. Diriyken ölü olamam ben. " diyordu. Şu anda ayağının altındaki istila edilmiş vatan toprağından kalbine bir sızı düştü. Sonra ağıtlar, ağlamalar, bağrışmalar duydu. Bu sesler masum bebeklerin, yaşlıların, kız, gelinlerin sedasıydı. O, bu haykırışları tüm varlığıyla duyuyordu. Bütün bu sesler fısıltılı sorular oldular. "Karabağ Ermenilerin mi diyeceksin? Onların dediklerini onaylayıp, dünyaya yayılmasına razı mı olacaksın? Ya da kanınla yıkanmaya sabredecek misin? Dağlanmaya, doğranmaya dayanacak mısın? "Bu sorular çaydan topladığı ince kum tanelerine dönüşüp yüzüne, gözüne çarptı. Gergin, çekilmiş sinirlerine Vatanın kum taneleri sakinleştirici hap oldu onun için. Karar verdi “Hiç kimse vatanın satmamalı? Toprağımı topraksıza mı? Gözlerimin ışığını tarihi gerçekleri görmeyene mi? İmanımı imansıza mı? Haysiyetimi şerefsize mi satacağım? Yok! Yok! " dedi.
Artık gece kendi tahtına çıkmıştı. Ara sıra aç çakalların sürü halindeki ulumaları duyuluyordu. Ziya kendirle bağlanmış kollarını bağlı olduğu demir alete sürterek bağlardan kurtuldu. Uyuşmuş ellerini birkaç kez kapatıp açarak hareket ettirdi. Ayaklarını da açarak üstünü başını düzeltti. Düşmana nefreti, oradan kurtulma girişimi, vücudunda ki kayış yaralarının sızısını unutturdu. Tan yerinin ağarmasına az kalmıştı. Avluda duyulan ayak sesleri onun olduğu yere yaklaşıyordu. Toprağa perçinlenmiş orağı da çıkarıp hızlıca kapının köşesine sığındı. Saldırıya hazır durumu aldı. Gardiyanlardan biri söylene söylene kapının kilidini açıyordu. Canı cehenneme. Ölecekse ölsün. Ölse daha iyi… Ölmese de Erivan'da öldürürler. Bırakmıyorlar ki, uykumuzu alalım. Ziya anladı ki sağ kalıp kalmadığını kontrol için göndermişler bu Ermeni’yi. Kapı açıldığı anda hızla ağzını kapatıp, boynunu öyle burdu ki, kâfir hemen canını verdi. Silahı alıp kaçmak isteyince yakından öbür Ermeni'nin sesi geldi.
“Ara Yegor, Karsan? Nedir, yoksa Türk gebermiş mi? Seninle değil mi?” Konuşa konuşa içeri girdi. Ziya tüfeğin kundağıyla başından vurunca yere serildi. Yerden aldığı orağı da nefretle sırtına sokarak kapıdan çıktı. O, kendi cesaretinden korkmuştu. Ve serbest kalmasının sevinciyle ormana doğru koşmaya başladı.
Sabaha doğru ağrılarını unutsa da açlık, susuzluk, takatsizlik kendisini hatırlatıyordu. Küçük bir tepenin arkasına geçti. Derin nefes alıp tüfeğini yokladı. Dondurucu rüzgâr yüzüne vuruyordu. O, var gücünü toplayıp karşıdaki tepenin üstüne çıktı. Çıplak dalları kıpırdayan tepenin ağaçları sanki ona gideceği yeri işaret ediyordu. Arkadan gelen kurşun sesleri uyanmak isteyen sabahın yüzünü gözünü yırtıyordu. Ziya, ağacın arkasına geçip onlara cevap verdi. Kaçtığına hayret eden Ermenilerin hakaretlerini, bağırtılarını duyuyordu. İçinden "Demek ki, sınırdan çok uzakta değilim" dedi. Ve iyice cesaretlendi. Ateş sesleri yaklaşırken o, büyük taşın arkasına geçti. İki kişinin karartısını izledi. Ermeniler söve söve her tarafa ateş açıyordu. Ziya vakarını bozmadı, hedefi biraz daha yaklaşmasını bekledi. İçinden "Gelin. Yakına gelin" dedi. Ona işkence eden Samvel’ in ve kayışla vuran emir kulunun suratını açıkça görüyordu. Ermeniler bir anlık ateşi keserek çevreye bakındılar. Samvel temiz Azerbaycan diliyle “ Bu aptal Türk nereye uçtu? Belki, vuruldu? Böyle kolay köylerine ulaşamaz. Aşot, görürsen ayağından vur ha! O, bize sağ gerekir. Mermi de bitti, yedek şarjörü ver bakalım.” diye konuştu.
Onlar hep birlikte silahlarını doldurmak isteyince, Ziya taşın arkasından çıkıp onların göğsünü delik deşik etti. Ateş seslerine karşıdan bazukayla cevap verdiler. Ziya ateş açarak köye doğru hareket ediyordu. Gökyüzünde sabahın al şafakları değil, silahlarla açılan mermiler gezinti yapıyordu. Bu arada Ziya’ nin kulağına kendi dilinde, yerel lehçede birkaç kelime ilişti “Gadan alım, bu sen misin? Nasıl kurtuldun?” Ve sevinçle arkadaki arkadaşlarına “Ziya sağ dııır! Burada!” diye seslendi. Bu kişi, Ziya ‘ yı arayan savaşçılara yardım eden yakın dostu Riyad idi. Köy ve şehirlerin kendine özgü müzik notaları, horozların ötüşü, koyun ve kuzuların meleşmesi, askerlerin güçlü direncine rastlayan Ermenilerin susturulmasının haberini veriyordu. Ziya kan dolmuş, çatlak dudaklarından dostlarıyla birlikte o gecenin zafer ıslığını mırıldanıyordu.