Ölü Yıkayıcı


 01 Ekim 2021


…çünkü ölüm soğuktur.

Yeni aldığı sivri burunlu ayakkabısının topuklarına söylene söylene Toprakselviler durağında indi kadın. Saatine baktı, sekiz buçuğa geliyordu. Dört yıldır hiç geç gelmediği işine belki de bu aptal ayakkabılar yüzünden geç kalacaktı ilk kez. Ne diye uymuştu ki Naciye’nin aklına. Nesi vardı sanki düz rugan ayakkabılarının. Hem kendine hem de ayakkabılara söylenmeye devam ederek taşlı yolda ilerlemeye devam etti. Şehrin yeni yeni gelişmeye başlayan ilçelerinden biriydi burası. Kendisi gibi sonradan sakinleri artan bir de mezarlığı vardı. Taşlı yolda ilerlerken buraya ilk gelişini hatırladı.

İki haftalık temel eğitim seminerlerinden sonra yapılan sınavdan yüksek not alarak mülakata girmeye hak kazanmıştı. Buraya kadarı formalite işlerdi. Alışıktı formalitelere ama bu seferki mülakat farklıydı. Çoğu için son olan bir yerde o yeni bir başlangıç yapacaktı çünkü. 

Bir an ilk durduğu yerde durup başını yukarı kaldırdı. Ve uçsuz bucaksız mavi gökyüzüne baktı. O günde böyle maviydi gökyüzü. Hâlbuki küçüklüğünden beri mezarlık deyince ürperir, içine düşen karanlık, gözbebeklerini de kaplardı. Mezarlık kapısı karanlık bir tünel girişi gibi gelirdi ona. Mezarlığın içi de… Ama hayır, öyle değildi işte. Şimdiki gibi alabildiğine mavi ve beyazdı.

Müdürün odasından içeri girdiğinde gözleri yerdeydi. Avuç içleri terden sırılsıklam olan ellerini koyacak yer bulmakla meşguldü zihni. Tam ellerini iki yanına aldığında müdürün ilk sorusuyla irkilmişti:

“Ölülerden korkar mısınız?” Düşünmeden cevap vermişti:

“ Ölü biri zarar veremez ki nesinden korkayım.”

Cevap karşısında oldukça etkilenen müdür sorularına devam etmişti; abdestti, kefendi derken yaklaşık yarım saat sonra işe alındığı dökülmüştü müdürün sarı dişli, koca ağzından. Ardından da şu sözler: “…eksik bırakmayacaksın, kaba olmayacaksın ölüye karşı. Öldüğünde nasıl yıkanmak, temizlenmek istiyorsan, başkalarını da kendin gibi düşünüp yıkayacaksın.”

Dışarıya çıktığında derin bir “oh” çekmişti. Etrafına bakınmış ve mezarlık sakinlerine selam vermişti usulca.

Ertesi gün saat sekiz buçukta mezarlığın kapısından içeriye girdiğinde küçük bir yel karşılamıştı önce onu, daha sonra da gasilhane arkadaşı Naciye. Kısa bir tanışmadan sonra Naciye’yle birlikte soğuk gasilhaneye girmişlerdi.

Gasilhane… Ne kadar soğuk bir sözcük... En az ölüm kadar soğuk. Daha önce hiç bu kadar yakından görmemişti. Bir filmde görmüştü bir de yedi yaşlarında hayal meyal hatırladığı anneannesini yıkadıkları köy camisinin bodrum katında. 

“ Bu pamuk bilirsin, bu kefen, bu kafûr…”

“Ölünün önce sağ tarafını, sonra da sol tarafını…”

“Kadınların saçlarını örmeyi ihmal etme! “

…gibi kesik kesik cümleler duymaktaydı gözleri teneşirdeyken.

Yaklaşık yarım saat süren ‘iş yerini tanıma gezisi’nden sonra Naciye ile birlikte yemekhanede bulmuştu kendini. Günün yemeği tavuktu. Çok da severdi ama onu yemek şöyle dursun, dekokusuna bile tahammül edememişti o gün. Tam kendini dışarı atacakken yemekhanenin telefonu çalmış, 1’nolu gasilhaneden beklendikleri söylenmişti. Apar topar Naciye’yle gasilhaneye inmişlerdi. Teneşirde on dokuz yaşlarında kendini asmış genç bir kızın cansız bedeni yatmaktaydı. Zordu ama besmele çekip işe koyulmuşlardı.

On dakika sonra ikinci bir telefon… Naciye’yi müdür çağırıyordu. Derken ölü ile tek başına kalmıştı kadın. Ne yapacağını bilememişti. O an teneşirde yatan kızdan farksız olduğunu anlamış, eli kolu tutmaz olmuştu. Korkuyordu. Birden küçük pencereden gelen küçük bir yel ona şu sözleri anımsatmıştı:

“Ölü biri zarar veremez ki nesinden korkayım.”

Kendine gelmiş, derin bir nefes aldıktan sonra yarım bıraktığı işini tamamlamak için ölünün sol tarafına geçmişti.

“…Bu odada bir başımızayız; korkma benden!  Ruhundan ayrılmış soğuk bedenini yıkayıp pir-u pak göndereceğim seni gideceğin yere.”

Kırk beş dakika sonra cenazeyi almaya gelenlerin ardından dışarı çıkmıştı yüzünde tebessüm, alnında boncuk boncuk terle.

***

O akşam kocasıyla hiç konuşmamış, yeni işinde ilk gününü anlatmamıştı. Yatağında sağa sola dönerek sadece huzursuzluğunu belli etmişti kocasına.

***

Üç ay süren suskunluk… 

Hayat ile ölüm arasındaki çizgileri her gün yeniden yaşamak… 

***

Sonrası mı? 

Sonrası gündelik hayata dönüş…

“Nerde kaldın?! Bugün üç cenaze var!”

“Şu topukluları görmüyor musun, Allah aşkına bir baksana?!”

“Neyse… neyse ”

“Cenazelerden biri yaşlı bir teyze,  kimsesiz galiba. İki gün olmuş öleli, sobadan diyorlar, komşuları kokudan anlamış. Biri on yaşında bir kız çocuğu sokakta top oynarken… Biri de genç bir kadın doğum yaparken…”

Kısa bir sessizlik… Tanıdık bakışmalar… 

“Hadi acele et! Önlüğünü giy!”

“ Aa, sormayı unutuyordum ne yaptın ev işini? Kiraya zam yaptı mı ev sahibi?”

 

Oysa ki;

Görünmez bir mezarlıktır zaman.

Attila İLHAN

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 178. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 178. Sayı