Onuncu Ev


 01 Ocak 2025


Yabancı askeri, Duro Guri’nin oğlunun öldürdüğünü biliyorduk hepimiz. Laku Keçi’de silah sesini işittiğimizde güneş hâlâ doğmamıştı ve daha sonra Duro Guri'nin oğlunun koştuğunu gördük. Köyün deresinde durdu ve kendisini yakan o büyük ateşi söndürmek istercesine başını suya soktu. Belki de sabah şafağının vurduğu saçlarının kızıl rengi de çağrıştırıyordu bunu. Duro Guri'nin tek oğlu başını kaldırdı ve su damlaları kan gibi aktı. Sonra tekrar su içmeye başladı ve hâlâ susuzluğunu giderememişti. Ateş göğsüne inmişti ve kesinlikle orada sönecekti. Öldürdüğü ilk yabancıydı. Suya doyar doymaz eve doğru yürüdü ve artık onu görmedik, çünkü bahçenin duvarları yüksek ve kalındı. 

            Köy etrafında öldürülen ilk yabancı asker değildi o ama bize sıradan bir cinayet değilmiş gibi geldi, çünkü o zamana kadar bizi tedirgin eden bir şey kazanmıştık.

            Silah sesi uzun uzun zihnimizde yankılandı ve yine bize eksik olan bir şey kattığını ve bizi endişelendirdiğini söyledik: onuncu ev.

On yedi yıl sonra, Duro Guri köyün girişindeki patikada ölü bulunduğunda kazanmıştık bunu. Failini bulamadık ama cinayet köyümüzün tam on yedi yıl peşini bırakmadı. Duro Guri ile birlikte onuncu evi de öldürmüşlerdi.

Köyümüz küçük, on haneli... Büyüyemediğimiz yıllar oldu, savaşlarda öldürüldük, yabancıların bizi yok etmek istediği yıllar oldu, fakat buna rağmen biz hep on haneydik. 

Duro Guri hamile karısını terk-i diyar eyledi ve hepimiz eşinin bir erkek çocuk dünyaya getirmesini, böylece Guri kabilesinin kaybolmamasını ve köyden bir parçamızın kopmamasını ve o dokuz evle eksik kalmamasını istedik. Bu iyi bir alamet değildi ve Gurilerin hanesinin yıkılması bizi üzecekti. Çünkü hiç kimse orada yaşamak istemeyecekti. Bir ev nasıl ölürse, o ev de sessiz sedasız yavaş yavaş ölecekti. Yağmur, rüzgâr, dolu ve kardan aşınmış duvarların taş iskeletleri toprak üstünde kalacaktı. Geceleri rüzgâr uluyarak tüm köyün uykusunu bozardı. Ama o evdeki bütün erkeklerden hiç kimsenin hastalıktan ya da yaşlılıktan öldüğünü hiç kimse hatırlamazdı. Ev, uzaktan, yakından ve her yönden gelen yabancılarla öldürülüyor ama yok edilemiyordu. O ev sanki taştan yeni Guriler yetiştiriyor gibiydi. Bu onların trajedisi değil, bu onların yaşamıydı. O evde hiçbir zaman iki erkek olmadı. Taştan taşa. Köyün onuncu evi dağın eteğindeydi. O evin ölmesini, yok olmasını istemedik. Büyük dedelerimiz oraya bir köy kurup içine çocukları da katmaya karar verdiğinde en büyük acı bu olacaktı.

Duro Guri’nin çocuğunun doğumunu korkuyla bekliyorduk. Bu, fırtına ve kar yağışlı soğuk kış ayları boyunca tek endişemizdi. Köy dünyadan kopmuştu. Evler de dinmek bilmeyen karla örtüldü. Fakat biz havanın ısınmasını bekleyerek kapalı ve boş bir şekilde bekleyecek değildik. O kış insanı şaşırtmayacak bir şey yaşandı. Sabah, özellikle de gece boyunca dinmek bilmeyen kar yağışı Duro Guri’nin eviyle bizim evlerimizi bağlayan bütün yolları bölerek kapatıyordu. Evlerimizi Duro Guri'nin evine bağlayan yollar kapanmasın diye bütün gece karı temizleyerek çalıştık. Bu, Bego Lekdushi'nin büyük büyükbabasının öldürülmesinden tam bir asır sonra yaşandı. Çünkü Bego Lekdushi'nin büyük dedesi de sonbaharda öldürülmüş ve eşi kışın doğum yapmayı bekliyordu. 

O kış, meşalelerin ışığında yorulana kadar karla mücadele ettik. Geceleri yanan meşaleler kışın tek diliymiş gibi görünüyordu.

Karısı henüz doğurmamış olan Duro Guri'nin evine bağlayan yollardan karı uzaklaştırmak için bizi aydınlatması için yazın ve sonbaharda kestiğimiz çam ağaçları neredeyse bitmek üzereydi.

 Çınar ağaçları gibi yaşlı ve koca köyün ihtiyarları, bir erkek çocuğu doğacak dediler. Bunu, biz erkekleri, teselli etmek için söylemediler. Çünkü onlar tesellinin ne olduğunu unutmuşlardı. Köy meydanındaki yaşlı ağaçlardan bile daha fazlasını görmüş ve yaşamışlardı. Artık ne acı duyuyorlardı ne de rahatsızlık. Katılaştılar ve yalnızca acı gerçekleri söylediler.

Kışın sürdüğü ve ocak ayındaki gibi kar yağdığı mart ayının son günlerinde kaygılarımızdan kurtulduk. Duro Guri’nin hanımı bir oğlan dünyaya getirdi. Artık havaların bir an önce ısınması dışında bekleyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Yine on ev olarak kalmıştık. Ve ilimize yabancılar göz diktiği sürece var olacaktık. Bunu hepimiz biliyorduk. Küçükken öğrendiğimiz ilk şey buydu. Bu sıradan bir şey değildi, hiç şikâyet etmediğimiz kaderimizdi. Sadece katlanmıştık. Bunu yabancılar bile ilimizin sınırlarına adım atar atmaz öğrenmişlerdi. Ve bize doğru geliyorlardı. Onları Laku Keçit'te bekliyorduk. Kadınlarla birlikte çocukları Hayat Mağarası’na götürüyorduk. Yabancılar aniden bize saldırdığında, Hayat Mağarası'na giden yola düşüyorduk. Bize pahalıya mâl olmasına rağmen o asla yakalanmadı. Orada taşlar kırmızıydı ve iyi yürekli bir yabancı onlara mermer adını verdi. Ama biz onlara hiç bu isimle hitap etmedik. Onlara kan taşları dedik. İyi yabancı bu taşların pahalı ender bir taş olduğunu söylediğinde bizi ikna etmişti. Biz kanın hiçbir şeyle değerlendirilemeyeceğini söyledik. Ne de satın aldığımız şeyler gibi de değerlendirilebilirdi. İyi yabancıya kanın ne un ne tuz ne at olmadığını ifade ettik. Ama ısrarla bize köyün ancak o taşları satarak yaşayabileceğini söyledi. Bunları satın alacak insanları bulmamıza yardım edecekti. İyi yabancının bize kötü bir amaç gütmediğini anladık, bu yüzden diğer yabancıların açgözlülüğünü uyandırmaması için onlara sadece bu hususta hiçbir şey söylememesini istedik. O taşların tek bir adı vardı, kan taşları. Onlara başka bir isim vermek hakaret olacaktı. Ve satılmayacaklardı. İyi yabancının bize söylediğini yapsaydık, Hayat Mağarası’na götüren yolu savunacak gücümüz artık olmayacaktı. Ve köyün kanı taşa dönüşürse on ev kalmayacaktık.

Ve o kış tekrar on evdik. Bahar geldi, geç, yaz başlaması gerektiğinde Duro Guri’nin göz ağrısı tek oğlu, anasının sırtına bağlı olarak, küçük arsayı ekmeye, ormana ağaç kesmeye, değirmene mısır öğütmeye gitti. O çok çabuk büyüdü ve silah sesini işittiğimiz o sabah köye nasıl koştuğunu gördüğümüzde ilk yabancı askeri öldürdüğünü anladık. Hiçbirimiz neden öldürdüğünü sormaya gitmedik, çünkü o zamana kadar haksız yere hiçbir yabancıyı öldürmediğimizi biliyorduk. 

O gün hiçbir şey olmadı. Yarın da. Bir sonraki gün de. Yabancı neden susuyordu anlamadık. Dördüncü gün onun suskunluk olmadığını ya da sessizce dokunan bir örgü olduğunu anladık. Biri Hayat Mağarası yolunun sıcak kanımızın aktığı damarımız olduğunu söylemişti ve yabancı onu yakalamıştı. Sonra bizleri evlerimizden çıkarıp ve köy meydanında topladılar. Askerlerini kimin öldürdüğünü söylememizi istediler. Askerlerini öldüren kişiyi teslim eder etmez gideceklerdi. Oysa bugün gideceklerini bilsek de yarın tekrar geleceklerdi, fakat konuşmak için değil. Yabancı subay, ilk defa yöremizde gördüğümüz yanındaki tercümanı aracılığıyla askeri kimin öldürdüğünü bildiklerini, onun aramızdan birinin olduğunu söyledi.  

- Onu sizden biri öldürdü, hepiniz öldürmediniz!

Onu Duro Guri’nin göz ağrısı tek oğlunun öldürdüğünü biliyorduk. Yabancı onu ele geçirse öldürecekti. Onlar bir insana değil, bir eve ateş açacaklardı. Ve köyümüz artık dokuz ev olarak kalacaktı, çünkü Duro Guri’nin oğlu hâlâ evlenmemişti. Yabancı kendi elimizle onuncu evi de öldürmemizi istiyordu. Biz kaşlarımızı çatmış ve sessizdik. Hepimizin aynı yüz ifadesi vardı. Subay, askerini kimin öldürdüğünü sorduğu zaman hiç kimse Duro Guri’nin oğluna göz dikmedi. Subay uyanık biriydi ve bir bakışımızdan askerini kimin öldürdüğünü anlayacaktı. Fakat biz, hepimiz onu öldürmüşüz gibi veya ilk defa yabancı bir askerin öldürüldüğünü öğrenmiş gibi bakış atıyorduk. 

Yabancı bize tek tek sırayla baktı ve kafasında hangi düşüncelerin saklı olduğunu anlayamadık. Yakışıklı bir adamdı ama soğuk bakışları vardı. Bize göz attıktan sonra yüzünü köy evlerine döndü ve şöyle dedi:

- Küçük bir köymüşsünüz, on hane. Bu şimdiye kadar gördüğüm en küçük köy. Köy ne zaman kurulmuş? 

- O kadar fazla yıl ki, bir mezara kaç neslin gömüldüğünü hatırlayamazsınız, - dedi en yaşlı kadınlardan biri.

- Peki sen kaç yaşındasın?

- O pulluk için ne kadar su varsa, - dedi en yaşlı kadın ve küçük arazileri sulayan değirmen çarklarını harekete geçiren sabanı işaret etti.

- Hayret, başta düşündüğümden daha yaşlıymışsınız. Şimdi bana söyleyiniz, askerimizi kim öldürdü?

Sustuk.

- O, yaşlı kadın ve bayanlar hariç, aranızdan biri.

O onuncu evin ölümünü, yok olmasını istiyordu. Bir ocağın sönmesinin, bunun ne kadar acı bir şey olduğunu o anlarda anladık. Onun sönmesi sıradan bir şey değildi. Bir isim öldürülecekti. Ve bir isim bir insandan daha fazlasıdır, bir kabiledir, bir köydür, bir memlekettir, bir vatandır. O isimle birlikte hepsi birlikte öldürülecekti. Ve kaybedeceklerdi. Ve artık doğanı olmayacaktı.

Yabancı zeki biriydi ve bize, bir an için meşgul eden düşüncelerimizi sanki okuyormuş gözüktü.

Ve yaşlı kadından başlayarak en küçük sakinimize kadar hepimizi derin bir ürperti sardı. Yaşlı kadın uzun zamandır titrememişti. En son ne zaman titrediğini hatırlamıyordu.

- Küçük bir köysünüz, on hane, - dedi yabancı subay tekrar ve uzun süre sessiz kalarak ekledi: - Askerimizi kimin öldürdüğünü söylemezseniz, her hanenin bir erkeğini öldüreceğiz.

O çok yavaş konuşuyordu. Ve askerleri tarafından sürekli takip ediliyordu. Silahları hazırdı. Yabancı, söylediklerini uygulamaya kararlıydı. Onuncu evin artık risk altında olduğunu her zamankinden daha fazla hissettik. Ve onuncu evi düşündüğümüz ve beklemediğimiz o anda, Beso Duke'nin ikinci oğlunu öne doğru ittiğini gördük.

Bu, - dedi Beso Duke, - askerinizi o öldürdü!

Titreyişimiz artık varlığımızın derinliklerinde kontrol altına alınmaz ve bastırılmayacak bir haldeydi. Artık yüzümüze yansıyordu.

Beso Duke acısını zar zor kontrol edebiliyordu. Yabancının aklı, askerinin Beso Duke'un oğlu tarafından öldürüldüğünü hemen kabullenmedi. Bunu nasıl hissettiğini anlayamadık. İnanmadı ve hiçbir zaman da inanmayacaktı.

- Askerimizi öldürdüğünden emin misin?

- Evet.

- Neden bu kadar eminsin?

- Çünkü o benim oğlum ve bana kendisi söyledi.

- Oysa biz askerimizi onun öldürmediğini biliyoruz!

            Beso Duka konuşmadı. Oğlu da. Askerler emri bekliyorlardı. Duro Guri'nin oğlunu izliyor ve korkuyorduk. O, onu öldürdüğünü söylemeye hazırdı. Ama biz söylemesine engel olduk. Onu her şeyden önce Beso Duke'un bakışları ikna etti.

            - Gerçekten senin oğlun mu?

- Evet.

- Onu vuracağım! - dedi yabancı.

- Biliyorum, - dedi Beso Duke, - ve ben onu gömeceğim.

Acısı büyüktü. Bir ebeveynin yaşayabileceği en büyük acıydı. Beso Duka bunun üstesinden geliyordu. Subayın aklı, hepimizi öldürse de askerini öldüreni bulamayacağını hissetti ve yaşamamız için karar veren kişinin kendisi olduğunu bize göstermek için askerlere Beso Duke'un oğlunu almalarını emretti.

Askerler onu alıp akçaağacın arkasına yasladılar. Ona orada ateş açtılar. Oğlan yere düştü ve boğuk bir çığlık duyuldu. Kurşunlar akçaağacın buruşuk ve yaşlı gövdesinde delikler açtı.

Ve ağacın gövdesi, aldığı yaraları kapatmak için yaşlı suyunu saldı. Yabancılar gitti. Gidip Beso Dukes'un ikinci oğlunu kollarımıza aldık. Kimse teselli edip başsağlığı dilemedi. Teselli etmek ağır olurdu. Duro Guri'nin oğlu, Beso Duka'nın ikinci oğlunun başını tutuyor ve sessizce ağlıyordu. Susuyorduk. O gün birbirimize o kadar bağlı olduğumuzu bir kez daha hissettik ki bir evin kanının nerede başlayıp diğer evin kanının nerede bittiğini anlayamadık.

Ve biz küçük bir köydük, on ev...

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 217. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 217. Sayı