HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
Osman Çeviksoy 2
FATİH SULTAN YILMAZ 3
SALIM ÇONOĞLU 4
İ. M. Galimcanova 5
Gülzura Cumakunova 6
Kader Pekdemir 7
Oş’a acil bir işim sebebiyle gelmiştim. İşim istediğim gibi olmadığı için keyifsiz bir hâlde otobüse bindim.
Hemen her zaman kirli bir tozdan geçilmeyen Oş şehrinden çıkarken, kondüktör kadın, bileti olmayanlara bilet satmaya başladı,
Bilet almadan binenler genelde ihtiyarlardır. Şimdi de benim karşımdaki sırada oturan kırışık yüzlü, ufak tefek ihtiyar bir kadın bilet almadan binmiş. Kondüktör Rus kadın ona:
-Nereye kadar gideceksiniz, anne? diye Özbekçe sordu.
İhtiyar kadın bir suçlu gibi çekinerek gülümseyip çekik gözleriyle dik dik baktı:
Özgön'e
- Haydi, bir som verin!
Yaşlı kadın avcunda tuttuğu tıyınları verdi ve kondüktör kadının ağzına umutla bakıp gülümsedi.
- On tıyın daha verin.
İhtiyar kadın çaresizce avuçlarını açtı ve yine yalvarırcasına “Bundan başka para yok.” dedi.
- Sadece bunları al, ben yaşlıyım, yaşlılardan da alınır mıymış?
- Pazarlığı bırakın, anne. Otobüstesiniz, pazarda değil!
İhtiyar kadın hem numara yaparak yalvarıyor hem de kibar bir dille kondüktörü sakinleştirmeyi deniyordu. Fakat kondüktör kadın sinirlenip onu azarladı:
- Haydi, haydi, para verin, yoksa inin!
- Vay çirkin yüzlü haram! Diğerleri sadece doksan tıyından alıyorlardı.
Topal olan çaresiz yaşlı nine geniş elbisesinin koynuna elini soktu. Üşenerek, mendiline sıkıca bağladığı kâğıt paraları çıkarıp içinden bir somluğu çekip aldı.
- Me, al da rahatla! deyip kondüktöre kaba bir şekilde verdi ve öfke dolu bakışlarla somurtup keskin bir çığlık attı:
- Ver paramın üstünü!
Bilet kesen kondüktör:
- Şunun kurnazlığına baksana! deyip ana dili Rusça'ya geçti ve bana göz kırptı. “Başkalarını kandırır ama kendi bir tıyınını bile kaptırmaz.”
Canım iyice sıkılmıştı. Kime ne diyeceğimi bilemeden kulağımı kapattım ve yüzümü pencereye doğru çevirdim.
Dışarıda boş bir tarla. Telefon telleri birbirini kovalayıp sonra gözden kayboluyordu. Uzakta birçok köy karaltısı, yüksek kavakların uçları belirsizce kımıldar görünüyordu, gökyüzü ise kirli bir boz alacakaranlığa batmıştı. Bulutlu göğün batısı sanki kor ateşindeki demir gibi kıpkızıldı. Tıpkı ateşte genişleyen demir misali.
Güneşin her zamanki gözü kamaştıran ışıkları gidip sadece yuvarlak bir top gibi kızıl tabağı kalmış. Kara- Suu şehrine doğru dağın kenarlarından hızla giden otobüs titreyip olur olmaz her sallandığında güneşin o tabağı, yuvarlanan top gibi sekerek ardımızda kalmadan bizi takip ediyor.
Çocukluğumun geçtiği dağ tarafında güneş saçtığı ışıklarından ayrılmadan kâh yükseğe çıkıyor, kâh biraz gizlenip sıradağların ötesinde gözlerden kayboluyordu. Şehirde olsa çok meşgul olunduğundan güneşin nasıl battığını fark edemezsin bile.
Yuvarlanan bir top gibi zıp zıp zıplayarak otobüsü takip eden kızıl güneşi ilk defa görüyorum! Ben bu tabiat hadisesini bıkana kadar temaşa ettim.
Sağ tarafa baktığımda, otobüsün içi sakinleşmiş, biletleri satıp bitiren kondüktör kadın, yorgunluktan bitkin düşüp başını bir tarafa yaslayıp bıkmış hâliyle donmuş gibi sessizce oturuyor, uykulu gözleri hiçbir şey ifade etmeden kararsızca bakıyordu.
Aynı hızda giden otobüs, yolcuları uyutmaya başladı.
Omuzlara düşen başlar, siniri bozulan yaşlılar gibi belli belirsiz sallanıyor, ön tarafta ilginç sırtlar görünüyor, eski kalpaklar aşırı büyük görünüyor, çenelere bağlanmış eşarplar kımıldıyor, bir kasketlinin semiz boyun kıvrımları kızarıyordu.
O kavga çıkaran nahif yaşlı nine uykuya dalmış ağzını tekrar tekrar açarak esniyor, en baştaki koltukta karşımda oturan yağmurluk giyinmiş kadın valizini bacaklarının altına almış göğsünü kabartarak oturuyordu. Şişman beyaz yüzlü, gıdığı ikinci kez katlanmak isteyen kişinin güzel mağrur gözleri parlıyor, otobüs her sallandığında şişman çenesinin sarkık etleri büyük bir güçle titriyordu. Onun yanında kamburunu çıkararak oturan erkeğin suratı biraz asıktı. Alnındaki kalın derin kıvrımlar birbirine yapışmış gözü yuvalarına iyice çökmüştü. İnce, zayıf biriymiş, belki bir yeri ağrıyordu. Belki de yüreğini sızlatan bir kaygısı vardı. Kim bilir, etrafı kıvrımlarla kaplanmış, çukurlarına kaçmış gözleri sır vermeden parıldıyordu.
Hepsi de bitkin hâlde, hepsi de sessizce uykulu bir düşünceye dalmış.
Sadece iki genç kadın bu sessizliği bozuyordu. Başlarını sağa sola çevirerek etraflarına bakınıyor, sonra baş başa verip alçak sesle konuşuyorlar, kahkahayla gülüyorlardı. Onların attığı her kahkahada yolcular bitkin yüzlerini çevirerek, hâlsiz, uykulu gözleriyle bu iki genç kadına öfkeyle bakıyor, o anda beriki ikisi, utanırcasına hemen birazcık sessizleşiyor fakat uzun süre sessizce oturamayıp biraz önceki yaptıklarını tekrar etmeye başlıyorlardı.
Bu iki genç kadının başlarına bir yemeni gibi sardıkları kolsuz ceketlerinin üstünde envai büyüklükteki takılar ve eski paralardan yapılmış düğmeler vardı. Geniş, buruşuk gömleklerinin etek kısımlarından az kirlenmiş iç elbiselerinin nakışlı uç kısımları biraz dışarı çıkmıştı. Oraya buraya bakındıklarında, kolsuz ceketlerinin düğmeleri ile boyunlarındaki parmak kalınlığındaki kızıl boncuklar şıngırdıyordu. Kaşlarına o kadar çok osmo[1] sürmüşlerdi ki sanki iki kaş birleşmiş uçları kulaklarına kadar uzanmıştı.
Otobüs Kara- Suu'ya gelip durdu. İnenler indi, binenler bindi. Otobüs tam hareket edecekken iki kız biniverdi. Belki de kadınlardır! Yüzlerine baksan Kırgız'a benziyorlar. Belki Kırgız değillerdir! Sonuçta Asyalılar. Sonuçta dişi. İkisinin de saçları erkeklerinki gibi kısa kesilmiş, kaşları cımbızla inceltilmiş, dudakları kırmızıya boyanmıştı. Giydikleri ise ince paçalı pantolondu. Hafifçe geriye çıkmış kalçaları her hareket ettiklerinde oldukça güzel sallanıyor, sadece giydikleri kazaklar onları kadın gibi gösteriyordu.
Onlar otobüse biner binmez güneş gözlükleriyle otobüsün içini şöyle bir süzdüler ve kapının yanındaki iki kişilik boş yere istiflerini bozmadan yavaşça oturdular. Bu kızlar otobüse bindiklerinde yerimizi kaptırmayalım düşüncesiyle on beş dakikalık mola vaktinde de yerlerinden kımıldamayıp oturan yolcuların gözleri fal taşı gibi açılıp şaşkın gözlerle bakakaldılar. Kırgızlar, otomobili ilk gördüklerinde de bunun gibi şaşırıp kalsa gerek. Bu iki kız oturduklarında şaşırmış yolcular o şaşkın hâlleriyle birbirlerine soru sorar gibi bakıştılar, ardından sanki birbirlerini anlamış gibi suskunlaştılar. Sadece bir ihtiyar kendi kendine söylenip, utancından başını öne eğdi.
O hiç susmadan konuşan iki genç kadın da ağızlarını açıp gözleri yuvalarından fırlarcasına kocaman oldu ve biraz sustular. Sonra birisi toparlanıp yanındakine baktı. Yine birbirlerine bakıştılar. Yine konuşmaya, yine fısıldaşmaya başladılar. Onlar her ne kadar fısıldaşsalar da gözleri öndeki iki kızdan ayrılmıyordu. Yine kahkahayla gülüştüler. Çok kahkaha attılar. Yolcuların hepsi onlara doğru bakıp hepsi de ellerinde olmadan biraz gülümsediler.
Hiç kimseye aldırmadan oturan zarif iki kızdan biri arkasına dönüp baktı. Baş başa verip eğilerek kahkahadan karnına sancılar giren bu genç kadınları gördü. Bu kız da şaşkınlığından yanındakini dirseğiyle kimseye fark ettirmeden arka tarafa bak diye usulca dürttü. Arkadaşı da arkaya baktı. Bu iki genç kadına baktıktan sonra onlar da birbirlerine bakışıp hafifçe gülümsediler. Kibirli, alaycı, acımış gibi ihtiyatla güldüler.
Kim kime güldü? Benim de gülesim geldi. Gülmeyeyim diye pencereye baktım. Yuvarlak güneş tabağı batmış göğün kızılı sönmüştü. Biraz önce kızaran demir gibi alevlenen bulut suya konup soğutulan demir gibi koyu lacivert olmuş, gök karanlığa bürünmüştü.
1960
[1]Osmo: Kadınların makyaj amaçlı kullandıkları kaşı karartmak için kullanılan bir çeşit bitki.