HaftanınÇok Okunanları
Kader Pekdemir 1
HİDAYET ORUÇOV 2
ELMİRA ACIKANOAVA 3
Kardeş Kalemler 4
Gülzura Cumakunova 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
Edebî çeviri sayesinde bir halk diğer halkın millî özelliklerini daha da derin anlar. Halkın dürüstlük, iyilik ve adalet hakkındaki idealleri diğer halkların kalbinde yer alır ve netice itibariyle bu gaye insanlığı harekete geçiren bir güce dönüşür. Belli bir millî ortamda meydana gelen sorunlar ve özellikleri yansıtan millî edebi eser işte bu tarafıyla beynelmilâl, beşeri özellikler taşır. Dolayısıyla edebi tercümenin yeri ve rolü dünya edebiyat biliminde yüksek derecede değerlendirilmiştir. Bu konuda ünlü Özbek bilim adamı Gaybullah Selamov şöyle yazmıştır: “Edebi eserler tercümesinin en önemli özelliği, insanın gerçekten nefis bir şeyden zevk almasını sağlamakla birlikte, onun estetik duygusunun kuvvetlenmesine, zevkinin oluşmasına ve nefis şeylerle ilgili gerçek düşüncelerin dağılmasına hizmet eder.” Türk bilim adamı Mine Yazıcı’ysa şunları vurgulamıştır: “Ekonomi, politika, bilim ve edebiyat alanlarında bilgi alışverişinin aşırı derecede geliştiği bir dönemde tercümenin uluslararası ilişkilerdeki rolü çok büyüktür.” Aynı konuda Özbek bilim adamı Necmetdin Kamilov, tercüme edilmiş eserin diğer bir halkın yarattığı eserin kopyalanmış nüshası olmadığı, “Tercüme başka bir dilde yazılmış edebi güzelliğin kendi milleti için yeniden değerlendirilmesi, yeni dilin gücü ve kudretini göstererek, eseri o dilin sanatsal olayına dönüştürülmesidir.” diye yazmıştır.
Demek ki çeviri, millilik ve beynalmilâllik arasında bir köprüdür. Zira, öncü milli gayelerin propaganda edilmesi, halklar arasında kültür değerlerin alışverişi, bir halk milli tefekkürünün başkasının milli tefekkürüyle tanıştırma vasıtası olan edebi çeviriye bütün dünyada, özellikle, Türk dünyasında büyük önem verilmekte olduğu ve bunun belli kurallar çerçevesinde gerçekleştirilmekte olduğu ortadadır.
Çeviri alanında diller ve çeviriler bahsinde Türkçe konuşan halkların bilim ve külür alışverişi, edebiyatların birbirini çeviri sayesinde zenginleştirmesi ve bunun bilimsel araştırılması çok önemlidir. Bu bağlamda Özbekistan Cumhuriyeti bağımsızlığını elde ettikten sonraki yıllarda edebi çeviri ve bu alandaki çalışmalarda ciddi sonuçlar elde etmiştir. Kardeş halkların edebiyatları, özellikle Türkçe’den Özbekçe’ye, Özbekçe’den de Türkçe’ye yapılan çeviri çalışmaları kardeş edebiyatların etken alanına dönüşmüştür. Yunus Emre, Necip Fazıl Kısakürek, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Atsız, Mehmet Emin Yurdakul gibi ünlü Türk yazarlarının eserleri kısa zamanda Tahir Kahhar, Miraziz Azam, Osman Koçkar gibi tanınmış tercümanlar tarafından Özbekçe’ye çevrilerek yayınlanmış ve bu eserler Özbek okurları tarafından olumlu karşılanmıştır.
Türkçe eserlerin Özbekçe’ye çevrilerek yayınlanmasında Özbekistan ve Türkiye arasındaki siyasi, iktisadi ve kültürel ilişkilerin gelişmesine önemli katkıda bulunan tanınmış bilim adamı ve mahir tercüman Babahan Muhammed Şerif”in hizmetleri büyüktür.
Babahan Şerif, meşhur Türk yazarlarından Yunus Emre ve Karacaoğlan şiirleri, Ömer Seyfettin, Necip Fazil Kısakürek hikâyeleri, Reşat Nüri Güntekin’in “Kan Davası”, “Ateş Gecesi”, “Bir Kadın Düşmanı”, “Yaprak Dökümü” romanları, Yavuz Bahadıroğlu’nun “Buhara Yanıyor”, “Elveda Buhara”, “Malazgirtte Bir Cuma Sabahı”, “Selahettin Eyyubi” romanları, İsmail Bozkurd’un “Mangal” romanı ve hikayeleri, Suat Dervi’in “Fosforlu Cevriye” romanı, ünlü tarihçi Aydın Taner’in “Celalettin Harezmşah ve Zamanı” tedkikatı, tanınmış çağdaş yazarlar Yakup Ömeroğlu, Ali Nesim hikayeleri gibi güzel eserleri Özbekçe’ye çevirmiştir.
Bunun dışında O, Azeri dostu Ramiz Asker’le XX. yüzyıl Özbek Şiiri Antolojisini Azerbaycan’da yayınlamış, XX. yüzyıl Azerbaycan Şiiri Antolojisini Özbekçe’de hazırlamış, Türkmen şairi Oraz Yağmur’un şiirlerini tercüme edip, Özbekistan’da yayınlamış, Türkiye’de ve başka ülkelerde düzenlenen uluslararası sempozyumlarda Özbek yazarlarını tanıtmıştır. Meşhur Özbek şairleri Çolpan, Aybek, Aman Metcan, Hasiyet Rustamova ve başkalarının şiirlerini Türkçe’ye çevirip, “Kardeş Kalemler”, “Güncel Sanat” ve başka dergilerde yayınlamış, “Güncel Sanat” hakem heyeti üyesi olarak bir çok Özbek şairleri şiirlerini, araştırmacıların ilmi makalelerini yayınlamaya yardım etmiştir. Ünlü Özbek yazarları Aybek, Adil Yakubov, Şükrüllah, Pirimkul Kadirov, Hudayberdi Tohtabayev romanlarının Türkiye Türkçesi’ne çevirilmesine de katkıda bulunmuştur. Verdiği hizmet ve emeklerinden dolayı Babahan Muhammed Şerif, Türk Dünyasına hizmet, Uluslararası Kaşgarlı Mahmud ve Karacaoğlan ödüllerine layık görülmüştür.
Babahan Şerif, özellikle Türk halkının manevi dünyası ve milli ruhunu net bir şekilde gösteren yüksek seviyedeki edebi eserleri cevirerek Özbek okurlarının dikkatini çekmiştir. Söz konusu eserlerin Özbekistan’da yayınlanması Özbek okurlarının Türk Edebiyatına ilgisini daha da arttırmıştır. Babahan Şerif; Yunus Emre, Karacaoğlan, Yahya Akengin, Arslan Bayır şiirlerini Özbekçe’ye tercüme edip yayınlamıştır. Onun Türkiye ve Özbekistan yazar ve şairleri hakkındaki makaleleri, bildirileri de ayrı bir konudur. Biz sadece onun bazı Türk romanları tercümesinin özellikleri üzerinde duracağız.
Tercüman edebi eseri başka dile çevirirken, eser orijinalinin ruhu, yazarın dünya görüşü, duygu ve düşüncelerini hissetmesi, yazarın üslubu ve maharetini araştırması, incelemesi, eserdeki her karakterin özelliklerini anlaması, kahramanların konuşmaları, portre ve olayların geçtiği yerin manzarası ve başka detaylara dikkat etmesi lazımdır. Babahan Muhammed Şerif’in bu nitelikleri tek bağlamda çevirebilmesi onun maharetli ve usta tercümanlığını sarih bir şekilde göstermektedir. Örneğin “Buhara Yanıyor” romanında yazar Yavuz Bahadıroğlu korkaklık, perakendelik, ihanet milletin başına neler getireceğini yağmur tasvirinde güzel bir şekilde göstermiştir: “Yüklü bulutlar yağmur tanelerini şehrin üzerinde serpiştirirken, Buhara’nın on iki kapısı da düşman atlarına açılıyordu. Gök ağlıyor, melekler ağlıyor, basiret sahipleri ağlıyordu.” Bu parça Özbekçe’ye şöyle tercüme edilmiş: “Buhara ustiga şarras yamğır kuya başlagenide kala darvazaları düşmange leng açıldı. Kök yığlar, feriştelar yığlar, közi açıklar höngrer edi.” Savaşmadan kapıları düşmana açan hainlar halkın başına ne acılar getirdiği için sadece canlılar değil belki gök, hatta meleklerin ağlayışı Özbekçe’ye çok tesirli aktarılmış, bir de “Basiret sahipleri ağlıyordu.” cümlesi “Közi açıklar höngrer edi.” yani “Bir ağlamadır tutturmak, hüngür hüngür ağlamak.” tarzında çevrilmiş ki Özbek okuru manzarayı yine de belirgin tasavvur eder. Zaten tabiat hayattaki gibi canlı tasvir edilişiyle beraber bu tasvire anlam yüklemek edebiyatın en önemli kaidelerinden biridir.
Bir başka parçaya dikkat edelim: Sultan Alaüddin büyük oğlu Celaleddin’i veliahtlıktan azledip, yerine üvey kardeşi Kutbüddin Ozlak Şahı getirir. Tarihten belli ki bu yanlış iş Harezmşahlar devletine daha sonra çok pahalıya mal olur. Romanda bu haberi getiren Temur Melik’le Celaleddin arasında şöyle bir sohbet geçer: “Ne düşünüyorsun? Senin düşündüğünü. Memlekete bu kararın hayırlı olmasını diliyorum. Ama anlayamadım. Sultan pederim böyle bir değişikliğe niçin lüzum gördü? Hem de bir sefere çıkmanın arifesinde. Üstelik hudut boylarında küçük atlı bir takım müstevlilerin göründüğü haberleri gelirken. Ne iştir anlamam”. Tercümesi: “Kanday fikrdesiz? Sening fikringdemen... Memleket üçün bu ferman hayrlı bolişini tileymen. Amma bir nerseni tüşünolmeyotirmen. Paderi buzrukvorimiz ne üçün buni lazim kördiler? Yana buning ustiga safar aldıdan. Baz ustige çegarelerımızde pakene at mingen baskınçılar peyda bolgenligi toğrısıda haberler kelayotgan bir çağda. Ne gap özi bu, tüşünmedim.”
Diyalog Özbekçe’ye çok güzel tercüme edilmiş, Celaleddin’in haberden üzülüşü ama hükümdar babasının kararına saygı duyuşu, aynı zamanda bu işin perakendeliğe neden olabileceği endişesi güzel sözler vasıtasıyla meydana çıkarılmıştır. Yani tercüman yazarın duygu ve düşüncelerini hissederek en mukabil sözleri bulmuş. “Sultan pederim” - “Pederi buzrukvorimiz” (zaten bu deyim Özbekçe’de sultan babaya saygıyı gösterir.), “küçük atlı” – “pekene at” buradaki anlamın en makbuludur. Üstelik tercümede eski tabir ve tarihsel kelimeleri kullanmış ki onlar orijinalda yoktur. Burada orijinalda olmıyan tarihsel kelimeler ve eski tabirleri tercümede kullanmak doğrumudur diyen iştibah uyanması pek mümkün. Yanıt olarak doğrudur diyebiliriz, fakat eserin esas metnine, manasına zarar yetmese, eser yoksullaşmamışsa, bilakis zenginleşmişse kafidir. Zaten tarihi eserlerde zaman ve mekan ruhunu vermek için Özbek yazarları eski tabir ve tarihsel kelimeleri kullanırlar, kahramanları o zaman dilinde söyletirler ve Özbek okurlarında buna alışkanlık da vardır.
Babahan Şerif’in kendine özgü üslubu da Türk yazarlarının tarihi romanları, hikayelerini tercüme ederken zaman ruhunu vermek için orijinalda olmasa bile eski tabir ve tarihsel kelimeleri yerinde ve başarılı kullanmaktır. Neticede eser daha da zenginleşir. Mesele, Yavuz Bahadıroğlu’nun romanında şöyle bir parça var: “İsraf haram kılındı, biz israf ettik. Lüks men edildi, lükse düştük. Gurur yasaklandı, alabildiğine gururlandık. Karşımızdaki büyük kuvvetleri bile gururumuz yüzünden küçük görür olduk.” Tercümesine bakalım: “İsraf haram kılıngan, amma biz israf etmekdemız. Debdebe men etilgen, amma biz debdebeyu asasa içinda yaşayepmiz. Kibr takıklengen, birak bizning burnımız asmande. Naticede hatta burnumuzning tegide turgen kuçli düşmannı nazarge ilmeydigen halge tüştik.” Bu parça tercümesine bakarak bütün eser tercümesi hakkında belli bir sonuç çıkarmak mümkündür. Hatta, diyebiliriz ki tercüman orijinale göre daha da güzel söz ve deyimler bulmayı başarmıştır. Örneğin, orijinaldaki “lüks men edildi, lükse düştük.” cümlesi “Debdebe man etilgen, amma biz debdebeyu asasa içinda yaşayepmiz.” tarzında aktarılmıştır. Aslında yazar romanın tarihi eser olduğunu dikkate alarak, lüks sözünün yerine başka uygun söz bulması gerekirdi. Ama tercüman devrin ırasını taşıyan debdebeyu asasa sözünü kullanmış ki bu tercümeye yüksek bedii kuvvet vermiştir. Şu gibi “alabildiğine gururlandık” sözü “burnımız asmande”, “Karşımızdaki büyük kuvvetleri bile gururumuz yüzünden küçük görür olduk” kelimesi “Hatta burnumuzning tegide turgen kuçli düşmannı nazarge ilmeydigen halge tüştik” olarak cevirilip maksata erilmiştir. Yavuz Bahadıroğlu binek hayvan olarak sadece at kelimesini kullanır. Babahan Şerif’in tercümesinda at, tulpar, argumak v.s. kelimeleri kullanılmıştır. Yani yerine göre: sultan binen at tulpar, şehzade binen at argumak, asker binse at v.s. Bunların hepsi tercümenin sanat değerini arttırmıştır. Şiir tercümanı şairın rakıbı, nesir (düzyazı) tercümanı yazarın kölesi diyen bir kelime var. Mağer maharetli tercümen nesirde de iyi anlamda rakıp olabilirmiş. Yukarıdaki misallarımız bunun bir delilidir.
Babahan Şerif 2012 yılında Ömer Seyfettinin hikayelerini (268 sah.) “Bedel” başlığıyla yayınladı. Bu kitapta da o kendi üslupuna bağlı kalarak, tarihi hikayeleri zaman ruhuna uygunlaştırarak maharetle cevirdi. Ömer Seyfettin kahramanın gözleri ve yüz çizgilerini betimlerken, okurun dikkatini kahramanın bakışındaki anlama, onun yüzünde zahir olan ifadeye çevirir. Böylece okurun göz önünde eser kahramanının portresi, onun duygu ve düşünceleriyle yoğrulmuş şekilde canlı olarak ortaya çıkar. Yazarın üslupundaki portre tasvirinin bu tür özellikleri ciddi yaklaşım ister, bu durumda tercümanın dikkatli ve özenli olması, sorumluluk hissetmesi beklenir.
Roman kahramanının portresini yeniden çizmekte olan tercüman yazarın bir kahramanla ilgili vurguladığı psikolojik durum ve bunun ifadesini oluşturan özel çizgileri dikkate almalı ve bunu çeviride doğru değerlendirmelidir. Örneğin, Ömer Seyfettin “Eleğimsağma” hikayesinde Ayşe’nin güzelliğini şöyle tasvir eder: “Beyazları azalan kömür gözleri uykudan henüz kalkmış gibi uykuluydu. Yanakları daha çok aldı ve gür siyah saçları dagınıktı. Tekrar gerindi. Gerinirken süzülen gözlerini, titreyen, gerilen ince dudaklarını, beyaz billur gerdanını sanki ilk defa görüyormuş gibi şaştı: “Ne güzelim, be ayol... diye güldü.” Tercümesi: “Katta kara közleri henüz uykusu öçmegendey körinerdi. Yanakları kıpkızıl, kalın tımkara saçları perişan. Yene kerişdi. Kerişerken süzük közlerini, titrak, yupka dudaklarını, mermerdey ak boynını göya endi köreyatgandek hayretlendi: “Nakadar suluvman, bar-e,- deya küldi.” Burada “Beyazları azalan kömür gözleri” kelimesi “Katta kara közleri”, “Yanakları daha çok aldı ve gür siyah saçları dagınıktı” kelimesi “Yanakları kıp-kızıl, kalın tımkara saçları perişan”, “beyaz bilur gerdanını” kelimesi “marmardey ak boynını” diye maksata uygun şekilde cevirilmiştir. Gerçi Türk ve Özbek dilleri ayni dil ailesine mensup olsa bile, “kömür gözleri”, “beyaz bilur gerdanı” kelimelerini aynen kullanmak Özbekçe’de mümkün değil, Özbek Türkleri güzel kızın gözlerini hiç bir zaman kömüre benzetmiyorlar, çünkü bu söz burada olumsuz anlam taşır, kızın ak gerdanını da billura değil mermere benzetiyorlar. Binaenaleyh, tercüman Türkçe kelimelerin Özbekçe mukabilini makbul bir şekilde kullanmıştır. Özbekçe’de Ayşe’nin güzelliği, aynaya bakarken biraz utanması (bar-e,- deya küldi) okurun gözünde hemen canlanır. Bilhassa bar-e sözcüğü çok başarılı kullanılmış ki, Ayşe’nin kendiliğince biraz utanması, biraz nazlanmasını başka sözcükle ifade etmek zor olurdu.
Ömer Seyfettin’in en güzel hikâyelerinden biri olan “Diyet”te Koca Ali portresi şöyle tasvir edilir: “Kapıdan başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkanında, tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazulu, geniş omuzlu bir pehlivandı”. Tercümesi: “Eşikten başka cayiden yaruğluk tuşmeydigen ustahanasıda yalğız özi keçeyu kündüz uçkun saçratıb işleydigen Ülken Ali huddı kafesge salıngen yuvaş arslannı esleterdi. Balend boyli, şerpence, bilekleri muşekdar, keng yelkeli bir pahlevan edi”. Yazarın tesviri okurun göz önünde katiyetli, mert, pehlivan kişiyi canlandırır. Tercimede de öyledir. Ayni zamanda tercüman cümleyi Özbekçeye aktarırken, anlamı meydana çıkarmak için en munhasır sözleri bulmuştur. Örneğin, terbiyeli bir aslan – yuvaş arslan, iri pençeli – şerpence, kalın pazulu – bilekleri muşekdar v.s. Özbekçede “terbiyeli aslan” demek goğru olmıyordu, o yüzden tercüman “yuvaş” sözcügünü seçmiştır. “İri pençeli” sözcüğü yerine “katta penceli” demek mümkündü, ama tercüman “şerpence”, yani şirpençe sözcüğünü kullanmış ve burada bu sözcük cok uygundur, çünki yazarın tasvirinda kahraman madem “terbiyeli bir aslanı andır”dığına göre “şirhençe” daha uygundur. Dolayısıyla, orijinal esere özgü olan özellikler tercümede korunmuştur.
Edebi eserdeki manzaranın çeviriye yansıması meselesi de çok önemlidir. Dünyaca meşhur Türk yazarı Reşat Nuri Güntekin’in eserlerinde manzara, eser kahramanlarının duygu ve düşünceleri, huy ve davranışlarıyla doğrudan ilgilidir. Zira, edebi eserde manzara kahramanın belli bir zaman ve şartlarda yaşadığı psikolojik durumdan yola çıkılarak çizilir. Resat Nuri Güntekin doğayı betimlerken birtakım benzetmeler, sıfatlar kullanır. Onun güzel Türkçesi vardır. Başka taraftan bu yazarın cümleleri bazan uzun olur ve tercüman bir takım çetinliklerle yüz yüze gelir. O yüzden Güntekin eserlerini tercüme etmeye bir çok tercümanlar cesaret edemez. Bir zamanlar tanınmış Özbek tercümanı Mirzakelan İsmaili “Çalıkuşu”nu maharetle tercüme ederek ün kazanmıştı. Aziz Nesin’in Özbekistan’da tanınmasına hizmet eden ünlü tercüman Miad Hekimov ve başka bazı tercümanlar da Güntekin’in bazı eserlerini Özbekçe’ye cevirmişlerdir. Son zamanlarda Güntekin’in dört romanını Babahan Şerif maharetle aktardı.
Şimdi Güntekin’in “Kan Davası” romanındaki manzara tercümesine dikket edelim. Eser kahramanları eşkıyaları aramaya giderken kayalardan aşmak zorunda kalırlar: “Bir yerde yine jandarmanın bacaksızlığı yüzünden dik bir kayanın içine oyulmuş ocak bacası gibi bir yarığı çıkmak için adete bir sirk oyuncusu numarası yapmam lazim geldi. Benim için de, Osman ile bekçi için de pek bir güçlük yoktu. Fakat jandarmanın boyu bunu kendiliğinden yapmasına müsaade etmiyordu. Ben, yukarıda çizmelerimi çıkardım; çıplak ayaklarımı, trapez cambazları gibi, sağlam bir taşın sivrisine kenetleyerek tepe aşağı sarktum; ayrıca Osman da dizlerini gererek sımsıkı ayak biliklerinden yakaladı. Aşağıda orman bekçisinin omuzlarına çıkmış olan jandarmayı koltuk altından yakalayıp yukarıya çekmeğe başladım. O da elleriyle benim başıma, omuzlarıma yapışık çıplak ayaklarını pergel gibi açıp, kenardaki çentiklere dayayarak yükümü hafifletmeğe uğraşıyordu. Ben, bu vaziyette pençeleriyle koyun kaldıran bir canavar kuşa benziyor olmalıydım. Adamcağızın ayaklarının ikide birde çentiklerden kurtulması beni şiddetle tartıyor, bileklerimin birdenbire bir laçka yapma tehlikesi hasıl oluyor. O vakit, yardımcı bir kuvvet olarak dişlerimi kullandım ve adamcağızın ceketinin omuzundan yakaladım. Dişlerim, biraz de etine geçmiş olacak ki biçare, garip bir sesle: Oy...oy...oooy” diye bağırıyordu.” Gerçekten güzel çizilmiş halet ve manzara, güya kitap okumuyorsunuz, belki Genç Babahan kücük kardeşileriyle. film seyrediyorsunuz. Tercümesi: “Bir cayde jandarmning pakeneligi yene pend berdi, tik kayaning oçak morısıge ohşaş yarığıge çıkış üçün huddi sirk akrobatige ohşab hareket kılışge toğrı keldi. Bu yerge çıkış men uçun hem, Usman ve tağbeği uçun hem çot emesdi. Bırak jandarmning böyi yetmegeni uçun özi bu işni uddeley almadı. Men yukarıda etigimni yeçdim, yalang ayaklarımnı, akrobatlar singeri, tağning müstehkem kırresige ilib, tepeden pastge asıldım. Bunden taşkarı, Usman hem tizzelerini kergençe, baldırlerımden kattık uşlab aldı. Pestde tağbegining yelkesige çıkıb turgen jandarmni koltığıden uşlab, yukarıge tarta başladım. U mening başım ve yelkelerimge yapışıb, yalang ayaklarını kerib, çekkedegi çukurçelerge tıreb, yukimni yengilletişge hareket kıldı. Men bu veziyette çangelide koy kötergen yırtkıç kuşge ohşegen bolsem kerek. Bayakış har gel ayagını çukurçeden algen vaktda ağırlaşıb, meni pestge tartar, bileklerim birdenige tehlikeli pevişde küçsizlener edi. Şunde koşımçe küç ornıda tişimni işge saldım ve kemzulining yelkesiden tişleb aldım. Tişim yelkesige battı şekilli, şorlik ayençli tavuşde vayvayledi”. Özbekçede de manzara parlak bir şekilde ifade edilmiştir. Tercüman Özbekçede pend berdi, çot emesdi, uddeley almadı, tizzelerini kergençe, vayvayledi gibi sözcük ve deyimleri tam bulmuş ve yerinde kullanmıştır. Bu da tercümede manzaranın doğru betimlenmesi ve çeviri seviyesinin edebiyat koşullarına uygun olmasını sağlamıştır.
Bir aileye mensup dillerden tercümenin kolay ve çetin tarafları vardır. Burada esas problem sözler, deyimler ve atasözlerinin benzeri taraflarına aldırmadan, cümlelerin tam manasını anlayarak, lazim gelen mukabillerini bulmaktır. “Fosforlu Cevriye” romanının Türkçe ve Özbekçelerini kıyaslayalım: “Anlayacağın namusum ve şerefim üzerine söz etmişim. Kendisi de dudu dilli, bir de bilirsin ki çuval içindeki kedi, denizdeki balık pazarlık edilmez. Ankara, Van dersin, parayı öderiz, içinden uyuz sarman çıkar. Yok uskumru, mercan, leylek dersin karşımıza bir palamut, bir baba toruk dikilir. Evvelam kızı görmeli, çeşnisine bakmalı”. Cümledeki bazı deyimler, atasözleri Türkçe ve Özbekçe’de aynı manadadır. Örnegin, “namusum ve şerefim üzerine söz etmişim” - “ar-namusum ve vicdanımnı ortege koyıb kasem içgenmen” tarzında hemen hemen aynıdır. Ama “çuval içindeki kedi, denizdeki balık pazarlık edilmez” tabirinin aynı tercümesini okur anlasa bile o “malnı körmey sevda kılınmeydi” tarzında aktarılmış ve metindeki anlam kuvvetlendirilmiştir.
Sadece manzara ve hal, haletler değil, bedii tasvir araçları, milli özellikler, devrin ırası, deyim ve atasözleri çevirisi de tercüman Babahan Şerif’in kardeş Türk halkının hayatı, yaşam tarzı, örf ve adetleri, ayrıca, ülkenin doğası, iklimi, coğrafi şartlarını nekadar iyi bildiğini göstermektedir. Meselenin en önemli tarafı fakat bu değil, tercüman ayni zamanda öz ana dilini cok iyi bilmesi, tercümede yazarın üslubunu koruyarak, eser ruhunu derin hissederek ifadenin en makbul varyantını seçebilmesidir. Babahan Muhammed Şerif Türkçe romanlar tercümesinde kendini Özbekçenin dil zenginliğini, sözlerin değişik anlamları, cilalarını, atasözleri ve değimleri iyi bilen ve tercümede başarıyla kullanan tercüman olarak göstermiştir. Tabii, tercümelerinde bazı cüzi eksiklikler vardır. Mesele, onun ilk tercümelerinden olan “Fosforlu Cevriye”de tercüman “Cevriye ne de olsa Barba’nın evinde büyümüştü” cümlesini “Kalaverse, Cevriye Barbaning uyide katte bolgen” olarak aktarmıştır. Halbuki, cümleyi “Cevriye, nime bolgendeyem, Barbaning kolıda katte bolgen edi”, “içi tutuşuyordu” kelimesini “entikdi” olarak değil “yandı ve ya elengelendi” olarak tercime etmek daha makbul olurdu. Ama bunlar o kadar önemli değil. Onun son devirdeki tercümeleri son yılların en iyi tercümeleridir. Bu tercümanın maharetinin yıldan yıla geliştiğinin delilidir. Özbekistan’da Babahan Şerif’in tercümanlık mahareti alimler tarafından sürekli tarzda ilmi tetkik edilmektedir, makaleler yayınlanmıştır, Milli Üniversite ve Taşkent Devlet Şarkşınaslık Enstitütünde bakalavr ve magister tezleri savunulmuştur. Türkiye’de bu pek öğrenilmemiş, kanaatimizce gelecekte Türkiye bilim adamları bu boşluğu dolduracaktır.
Nice yıllara bilge insan.