HaftanınÇok Okunanları
Kader Pekdemir 1
HİDAYET ORUÇOV 2
ELMİRA ACIKANOAVA 3
Kardeş Kalemler 4
Gülzura Cumakunova 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
Mesleğim vesilesi ile hocamız, Özbekistan Halk Şairi Halime Hudaberdiyeva’nın Mahi ve Kemale adlı çok sevdiği kızlarına Özbek dili ve Edebiyatı dersi. Dersin sonunda bazen Halime ablayla edebiyat, şiir, sanat, büyüklerin ruhu ve mirası, dönem, dönüşüm gibi konularda sohbete dalardık. Bu durumu hocamız, emektar gazeteci Mahmud Sâdî’ye anlattığımda bana “Halime Hudaberdiyeva ile bir mülakat gerçekleştir” teklifinde bulunmuştu. Teklifi Halime Hanıma söylediğimde kendisi çok sevinmiş ve mülakat gerçekleşmişti. Hocamız Mahmud Sâdî söz konusu mülakatı 1997 yılında Gülistan Dergisi’nin 5.sayısında yayımladı. Bugün, ismini andığımız iki ulu sanatçı aramızda yok. Onları Allah rahmet eylesin! Onlardan bize söz mülkü, gönül mülkü miras olarak kaldı.
Halime abla halkımız, bahçenin yeşilliği ilk yağmurun etkisiyle güzeldir, der. Şairin ilk eserini de bu ilk yağmura benzetsek abartmış olmayız sanırım. İlk şiirinizin konusu neydi ve ne ad vermiştiniz?
İlk şiirim at hakkındaydı. Ortaokulda iken edebiyat öğretmenimiz ev ödevi olarak birer şiir yazmamızı istedi. O zaman “Olaqashqa” adlı bir şiir yazmıştım. Aslında daha önce de yazdığım birkaç şiir vardı. Babamın Alakaşka adlı Arap atı vardı. Kır renkli, beyaz kilitli güzel bir attı. Kısacası öğretmenim bu şiirimden dolayı beni övgülere gömmüştü. Sonra şiiri “Lenin Yolu” adlı ilçe gazetesine gönderdi. Basında ilk çıkışım işte böyle olmuştu.
Yanlış hatırlamıyorsam, ilk kitabınızı yirmi yaşınızdayken okurlara takdim etmiştiniz. Kitabın adını hüküm ve hülasanızla güzel teşbihin birleştiği o “İlk Muhabbat” (İlk Aşk) adlı dörtlüğünüzden alarak mı koymuştunuz?
– A, ilk muhabbetim, ılık muhabbet,
Tatlı tuygularga toluk muhabbet.
Bahar kuyaşiday ıssık bolginu
Bahar havasıday örgerme fakat.
Evet, ama kitabın adını yayınevindekiler koymuştu. Benim de hoşuma gitti. İlk kitabımdaki şiirler Resul Hamzatov, Mejelaytes gibi şairlerden esinlenerek yazılmıştır. Resul Hamzatov’un dörtlüklerini, Mejelaytes’in “İnsan” adlı kitabını öğrenciyken ezbere biliyordum. Severek okurdum. Babamın adı Ümmetkul’du. Abdurahman adlı bir arkadaşı vardı. Bu arkadaşı evimize geldiğinde babam: “Abdurahman, benim kızım bu kitabı ezbere biliyor. İnanmıyorsan istediğinden yerden sor. Aferin benim kızıma!” diye över dururdu.
Halime abla. Şiiri hangi vakitte yazıyorsunuz? Gece mi sabah mı?
– Sadece gece. Ömür boyu böyle oldu. Sadece gece yazdıklarımdan tatmin oluyorum. Geceleyin fikirlerim akın ediyor sanki. Öğrenciyken de böyleydi. Annem bu durumdan telaşa düşerdi. Bazı geceler gelip azarlar, ışıkları kapatıp çıkar giderdi. “Allah’ım mukayyet ol” diye telaşlanırdı. Çünkü her şey uykunun, huzurun yerine yapılıyordu. Ama ben bunu bir yük olarak kabul etmiyorum.
Hangi şiirleriniz gerçek hadise ya da kişilerden bahsediyor?
“İlinj” (Umut) adlı destanım annem Şerafet Hannazar kızının hayatı hakkında. Destanı baştan sona ağlayarak yazdım. Annem otuz beş yaşındayken hayata gözlerini yummuştu. Pamuk tarlasında çalışırken ilaçlı su içerek zehirlenmiş... O sıralar ben iki yaşındaymışım. Anneciğimi hatırlamıyorum. Hiç değilse bir tane fotoğrafı bile yok. Annemin vefatından sonra teyzem ve amcamın yanında büyüdüm. Annemin ölüm öncesi halini teyzem hep anlatırdı. Destanda Gülnar karakteri ile annemi kaleme almaya çalıştım. Annem hayatı terk edince teyzem beni kendisine anne demeye alıştırmış.
–Halime abla bildiğiniz üzere halkımızın “Anne babasına dayanan evlat gölge gibi yere yıkılmaz” mealinde bir veciz sözü vardır. Düşününce bu sözlerde çok büyük hikmet var aslında. Bazen ben de babamı özler, onu görmek, onun öğüt ve tembihlerini dinlemek isterim. O sıralarda sizin “Qo‘msash” (Hasret), “Oq olmalar pishganda” (Beyaz Elmalar Olgunlaştığında) gibi şiirlerinizi okuyarak biraz teskin bulurum. Sonra hayalen babam: “Üzülme kızım, sakın ümitsizliğe kapılma, başkasının ekmeğine göz dikme, dost düşmanın önünde göz yaşı dökme, sen nerede olursan ol her zaman seni desteklediğimi unutma, der gibi olur. Ben de: “Babacığım, sen uçarken kanatım, inerken yoldaşım idin. Ruhun beni kollasın” diye mırıldanırım.
–Rabiyeciğim aslında, insanı geçmişi, yaşadıkları şair yapar, onu sanata yöneltir. Bence bizi çocuklukta şahit olduklarımız, duyduklarımız, hissettiklerimiz destekler. Hatırlıyorsanız ülkemizde “Ebedî değerler ve Ahmet Yesevî” uluslararası konferansı düzenlenmişti. Orta Asya ülkeleri, Türkiye ve Başkurdistan’dan temsilciler ve misafirler katılmıştı. Sevaba şayan bir iş olmuştu. Bu konferansta benim de konuşma yapmam gerekiyordu. Konuşmamı hazırlarken annemin teyzeme söylediklerini hatırladım ve hiç zorlanmadan kısa bir sürede bitiriverdim. Anne ömrünün son saniyeleri yaklaştığında bitkin bir halde şöyle demiş: “Karşıgül, sen hiçbir şeyi görmüyorsun. Huzuruma beyaz sakallı bir ihtiyar geliyor. Zanımca bu kişi, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam. Bak onun yüzünden sanki nur fışkırıyor. Bana bir bilezik verdi. Bak, ne kadar güzel! Beni götürecek galiba. Çocuklarıma sen annelik yap.”
– O konuşmanızı duymuş, gazetede okumuştuk. İnsanın kalbine işleyen sözleri hâlâ hatırlıyorum: “Ey kadim Türkistan’ın mümin ve müslümanları, ayaklanın, bugün ulu günlerin geldiği müjdesi hepinizin gönlünüze ulaşsın. Tıpkı hayattayken olduğu gibi mis kokular neşrederek pak yüzünün ilahî nuru her tarafı aydınlatarak makamı alî ve kerameti sonsuz veliullah Ahmet Yesevî gelmekte. Çevresinde Türk dünyasının büyük pirleri olan Yusuf Hamadanî, Hoca Bahaeddin Nakşibend, Süleyman Bakırganî, Yunus Emre, Âşık Veysel, ulu Nevaî. Sahipkıran Timur... Acele edelim. Azizler, tavafa koşalım. Fakat onların karşısına kafamızdaki kusurlu fikirlerden, elimizdeki boş şeylerden arınarak ak bir yüzle çıkalım. Terakkimizin gereği budur!”
–Teşekkür ederim. Külfette şöhret, şöhrette de afet vardır, gibi vecizeler boşuna söylenmemiştir. Annem, babam hakkında şiirlerim çoktur. “Bir o‘rim soch tarihi” (Bir Örü Saç Tarihi) adlı şiirim teyzem-annem Karşıgül Hannazar kızının hayat yolu hakkında.
–Halime abla bugün halkımızın en eski gelenek ve âdetleri yeniden kazanılmakta. Nitekim edebiyatta millî geleneklere dayanan bir söz sanatıdır. Edebiyat ruh hali, hayal, inanç gibilerin millî özelliklerle yoğurulmuş olması ile farklılık taşır. Ömrü boyunca hayatın içinde bulunan şair; halkın hayatını, talep ve ihtiyaçlarını görür, kalbiyle hisseder ve onları sanatına sindirmeyi şairlik borcu sayar. Neticede onun sanatında halka yakınlık, millilik derinleşir. İnsanın manevî dünyası aydınlatılırken örf ve âdetleri kullanma, onları poetik malzemeye çevirme, karşılaştırma şairden büyük bir maharet ister. Sizin sanatınızda Köpkari oyunu, nine ve annelerimizin iğ, ip eğirme, halı dokuma gibi âdetleri, kaynana ve gelin ilişkisi ile ilgili geleneklerimizi temel alarak öyle güzel kareler çizmiş, özgün görüşler beyan etmişsinizdir ki bunları özellikle “Kimdir o‘rmak to‘qir” (Biri Halı Dokur), “Bekachim, pishiqroq yigirgin meni” (Hanımım, Daha Sağlam Eğir Beni), “O‘zgalar o‘rmagi” (Başkaların Dokuması), “Chevarimga yozganlarım” (Ustama Yazdıklarım), “Yo, Falak” (Ey Felek), “Sayram baxshining aytganlari” (Şair Sayram’ın Söyledikleri) gibi şiirlerinizde daha net görebiliriz. İşte bu hassas noktalara sık sık başvurmanızın nedeni nedir acaba?
–Halkımızın eski gelenekleri, âdetleri untulmaz. Bu değerler halkın kalp gözünü keskinleştirir. Benim başvurduğum noktalar ise çocukluktan şahit olduklarım, gözümün önünde canlandırdıklarımdır. Ben böyle bir ortamda büyüdüm. Babam at biniciydi.
Köyde düğünlerin olmazsa olmazı elbette Köpkari idi. Biz de bazen at binerdik. Ben atı seviyorum. At dendiğinde içimde ilahî bir güç kabarıyor. Eski rivayetler ve efsanelerde atı güneşe benzetirler. At, bütün hayvanların dilinden anlayan Süleyman Aleyhisselam döneminden itibaren insanın hizmetine girmiş. Sahibine sadık bir hayvan olduğundan halkımız arasında “At döner döner sonunda kazığını bulur”, “At doğdu; kanat doğdu”, “At, yiğidin kanatıdır”, “At ayağından bulur, adam elinden” mealindeki hikmetler yaygındır.
Çocukluktan itibaren teyzem-annemin yanına oturup nakışlı takke diker, halı dokurdum. Yedi-sekiz, on iki, on dokuz çift, dövme, gacari gibi kilim ve halı çeşitlerini dokurduk. Hâlâ yeni örnekler düşünerek dokuyabiliyorum. Bunlar halkımıza özgü yönler. Köylerimizde bu âdetler korunmuş ve devam etmektedir.
–Şiiri şiir yapan, ona güç katan vasıtalardan biri imgedir. İmge, şairin gâyevi estetik amacını ifade etmede önemli yer üstlenir. Şiirlerinizde elma (ak elma), vişne çiçeği (beyazımsı, kırmızımsı) gibi poetik imgelere sık sık rastlarız. Elma, folklorun birçok türünde önemli edebî detay sayılır. Elmayla ilgili, evlat sahibi olma, elma atarak yâr seçme, elma yiyerek yâre kavuşma, aşkını bulma gibi motifler vardır. Sizin şiirlerinizde elma yukarıdaki motiflerin dışında özlem, hasret, hatıra gibileri simgeler. “Yillar osha ukalarim takrorlab yurar mendek: “Biz otamdan ayrilganmiz oq olmalar pishganda”. Bunun gibi birçok örnek getirilebilir. Sizin bu imgeleri genişçe kullanmanızın nedeni nedir?
–Sırderya vilayetine bağlı Bayavut ilçesinde çok büyük bahçemiz vardı. Hâlâ da var ama iyice seyrekleşmiş durumda. Bahçemiz elmalık ve vişnelik bir yerdi. Büyük büyük ak elmalar olurdu. Babam daima bahçede çalışır, ağaçlarına bakardı. Babam çok iyi aşı yapardı. Babamın tomurcukları temizleyerek aşı yapışını dün gibi hatırlıyorum. Bahçede çalışırken bize ilginç hikâyeler anlatır, “Aylansin quling” âhengiyle şarkılar söylerdi. Onun hoş sesi hâlâ kulaklarımın altında yankılanır durur. Babam, elma piştiği sırada hayattan göç etti... Özetle, çocukluktaki hayret, duygulanma doğaya yakınlıktan dolayıdır.
–Hazreti Ali: “Akıl kalpte yerleşmiştir” demiş. Size göre, akıl, idrak ve kalbin söz sanatına etkisi nedir?
–Ben bunların birbiriyle bağlı olduğunu düşünüyorum. Akıl, idrak ve kalpte büyük bir cesaret yoksa sanat fazla yaşamaz. Yolun yarısında yorgun düşer. Benim amacım, eğer yaşamak gerekiyorsa yana yana kazana kazana yaşamaktır. Vesselam.”
–Biliyor musunuz Halime abla, sohbetimiz sırasında sizin yetenek ve sanatınızın bir özelliğini daha farkettim. Hemen hemen tüm şiirlerinizi ezbere biliyorsunuz. Dedemiz Yusuf Has Hacib şairler için “kelime toplayanlar” der. Bu bağlamda kelime toplarken edebî maharet nedir?
–Güzel bir değerlendirme. Maharet bence emektir. Usanmadan verilen emek kuşkusuz yüksek mahareti doğuracaktır. Rus şairi Robert Rojdestvenskî bununla ilgili şöyle bir itirafta bulunmuştu: “En zor ve en temiz iş, bizim işimizdir.” Eğer çok çalışmazsam, sanat anlamında yani, kendimi cahil bir adam gibi hissederim. Mahareti emek yaratır ama gören gözün, duyan kalbin de olması lazım. Allah herkese versin! Allah’ın, merhamet olsun zahmet olsun, vermesi iyidir! Halkımızda “suyak suradi” (soyuna çeker) diye bir deyim var. Babamın annesi Altın halkın tanıdığı bir ozandı. Annemin annesi Tilla da usta bir hatipti. Bazen akrabalarımız benim için “altın ile tillanın karışımı” derlerdi. Amcam Mamatkul da saz çalarak destan söyler, toy-düğünlere feyiz verirdi. Ozan tarzı şiirlerimden “Bahshining to‘ydagi kurashda aytganlari” (Ozanın Düğündeki Güreşte Söyledikleri), “Ko‘zi borlar to‘g‘ri yo‘lda yurmasa” (Gözü Olup da Doğru Yolda Yürümeyenler) gibileri amcam Ozan Mamatkul hakkındadır...
Hazreti Nevaî mesela. Bazen böyle bir zatın bu hayata geldiğine hayret ederim. Cengiz Aytmatov, Abdulla Aripov’daki içtenlik çeker insanı, insanlar değil. Kanaatimce onlar yerden yüksekte bulunan gizemli yeteneklerdir.
–Halime abla, sanatınıza dikkatle baktığımızda eski geleneklerimize sadıklık, geçmiş seleflerimize sevgi ve saygı, onlarını mirasını sahiplenme gibi genel bir havayı hissederiz. Örneğin “İnşaallah” adlı şiirinizde dediğiniz gibi:
İnşaallah, bolsa ömür vefası
Men halkimning tağı bolurman.
Nadirening kayta kelgen sedası,
Türk Turanning kongırağı bolurman.
Böyle insanın gururunu kabartan, onun hedefine doğru azimle yürümesini sağlayan, güç veren duygular akımı nasıl ortaya çıkar? Bu konuda da iki çift söz söyler misiniz?
–Rabiyacan “duygular akımı” diye doğru tanımladınız. Böylesi duygular akımını anlatmak çok zor. Bence bu sadece hissedilebilir. Tüm vücudumla hissettiğim zaman onları kağıda dökerim. Ayrıca kadir Allah’ın inayetini de unutmamak lâzım. Çok olmadı, bu konuda küçük bir şiir yazmıştım:
Men Turanning kadim kongırağı men,
Cereng bersem kır dalasi uyanar.
Arasatda biraz tindim çağı men
Seher könglim şelalesi uyanar.
Balam kimsen, kim babangning katili?
Bilir misin türknüng toksan zatını?
Tamirimde çıkkudayin atılıb,
Nayman ananing nalası uyanar.
Koymam töngen köl, gamlarga çömgeni,
Yerperçin hem köteredi ömgenin.
Tabutda her menguge köz yumgani,
Beşikdegi her balası uyanar.
Men Turanning kadim kongırağı.
–Halime abla, geçmiş sanatçılarımızdan gönlünüze yakın hissettiğiniz şairler kimlerdir?
–Onların hepsini saymak mümkün mü acaba? Hazret Yesevî’yi mi diyeyim Hazret Nevaî’yi mi? Ya da büyük Babur’u mu diyeyim? Kendi göz yaşlarına boğulan Âgâhî’yi mi desem, her dörtlüğünde bütün fikret dünyasını yerle bir eden Puryayivali Mahmud’u mu?.. Şu dizelere dikkat ediniz:
Yolga kara, yolni körerler ketdi,
Başla özing, başda yürerler ketdi.
Kavmingge barib, halini sor, kıl yoklav,
Yoklab seni, halingni sorarlar ketdi.
Bugün bize analık yapan bu kutsal toprak, Vatan dünyaya işte böyle eşi benzeri olmayan kamil pirleri, veliullahları vermiştir ki onların gerçek müridi olmak herkesin de nasibi değildir. Son dönemlerde gönül daha çok Bedil’i istemekte. Onun şu dizeleri beni içten içe sarar:
Fanî bolsam da beka şul yerdedir,
Bahtu külfet mutlaka şul yerdedir.
Öz dilimni terk etib ketgum kayan,
Bar umud, bar muddaa şul yerdedir.
Pak dil, hürrem yaşa barlık ara,
Gerçi hüsni bivefa şul yerdedir.
Yok, buningdek fazlu noksan, izle ming.
Ming saadet, ming bela şul yerdedir.
Zarman... didarga ilter kervan,
Kongırağidan seda şul yerdedir.
“Shul yer” (Şu toprak) hakkında daha nefis, daha güzel, daha modern bir şiir okudunuz mu? Cennetlik büyüklerimiz her zaman her dönemin en parlak, en güzel ve en modern şairi olmaya devam ederler.
–Yaşalmayman kıvanıb ya gam çekib kem-kem,
Hayatım ya cennet bolur, ya dud, cehennem.
Halime abla yukarıdaki dizeler bana Lermontov’un keskin, net, çekici hükümlü şiirlerini hatırlattı. Bu dizelerle süslenen şiirinizi kaç yaşınızda yazmıştınız acaba?
–Eğer yanılmıyorsam, üniversitede 2.sınıftayken yazmıştım. Şiiri yazalı epey zaman geçti.
–Kazak halkının günümüzdeki cesur şairlerinden Hanımay Yesenkarayeva ile tanışmıştım. Hanımay ablanın itiraf ettiğine göre aranızda büyük bir dostluk var. Bu dostluk nasıl başlamıştı?
–Hanımay’la halkımızın en ağır, en dertli günlerinden birinde tanışmıştık. Fergana. Kokan feryatları henüz dinmemiş, Oş-Özgen faciasının ateşi henüz sönmemişti. Biz kökeni aynı, birbirine yakın iki halkın evlatları olarak birbirimize yaklaştık, kurduğumuz dostluktan zevk aldık. Başımıza gelen felaketten, kara kederden ezildik. Birlikte ağladık. O sıralar benim Oş-Özgen Faciası adlı seri şiirlerim Edebiyat ve Sanat Gazetesi’nde tam bir sayfa olarak basılmıştı. Hanımay bu şiirlerin hepsini bir hafta içinde Kazakçaya çevirdi. Büyük bir maharetle, aslı gibi çevirdi ve çok geçmeden ülkesindeki “Nurli Col” (Nurlu Yol) Gazetesi’nde yayımladı. Eğer okuduysanız gazetede söz konusu şiirler “Unutganning kuysin ikki dunyosi” (Unutanın Yansın İki Dünyası) başlığıyla yayımlanmıştı. Hiçbir şeyin hiçbir zaman, iyi olsun kötü olsun, unutulmaması gerekir. İşte o zaman o günlerin acıları unutulmaz. İşte o zaman o günlerin tekrar yaşanmasına izin verilmez. Şimdi size o şiirin son dizelerini söyleyeceğim:
Ötgen ötdi, bolmas artga kaytarib,
Fakat yürek zırk-zırk seçgen paytlari
Ata Türkden tarkalganga aytardim:
Unutganning kuysin ikki dünyası.
–Halime abla, şiirlerinizi okurken akla kara, gerçekle yalan, dürüstlükle ihanet arasındaki maceralardan hayrete düşerim. Bazen içim ezilerek göz yaş dökerim bazen de heyecanla havalanırım. Özellikle davet edici şiirlerinizi okuduğumda böyle olur. Örneğin, sizi “Bolalarim, qadni ko‘taring!” (Evlatlarım Kaldırın Kafanızı!” şiirinizi yazmaya iten şey ne olmuştu?
–Doğru söylediniz Rabiyebanu, hiçbir şey sebepsiz meydana gelmez. Eğer kişi ya da halk olarak düz bir yolda ilerlemiş, karşımızdan hiçbir engebe çıkmamış olsaydı belki de yazdıklarımız da düz, birbirine zıt renklerden arınmış olurdu... Birisinden duymuştum. Top hakkında. Topu ne kadar güçle yere vurursan o kadar yükseğe sıçrarmış...
Bir yandan Fergana, Parkent, Böke, Kokan faciaları, diğer yandan pamuk ya da “Özbek işi” gibi kara günlerin tozları... Bu olayların insanın ruhunu işkence etmemesi, yere vurmaması ya da göğe sıçratmaması imkansızdır. “Bolalarim, qadni ko‘taring!” (Evlatlarım Kaldırın Kafanızı!” o tufanlı günlerin tozları içindeyken yazılmıştır:
Ötgen kara künlerden hali-henüz karahtman
Her yaprağı yürekdey titreb turgan darahtman.
Şu halde hem aldinga taşlanuvçi dik şahdman,
Balalarım, kadni kötering.
Tekinhor ataldingiz, bu horluk meni yedi,
Muştumzor ataldingiz, bu zorluk meni yedi,
Bu kerlik meni yedi, bu körlük meni yedi,
Başımdan zülmetni kötering!
Tüşlerimde Tomaris yürekleri uzilib,
“Tuyaklarım tozdi”, dib yığlayverar ezilib,
Song tanggaça uyku yok... çap kökrekni tığ tilib,
Köksimden bu dadni kötering!
Baba Timur uykuda... Timurlarım siz turib,
Kozgalğan yetmiş ikki tamirlerim siz turib,
İşangan hakanlarım, amirlerim siz turib,
Hakisar milletni kötering!
Kalge ining,
Kadim türk çınarları tiklensin.
Kan kardeşning çin dostu yârleri tiklensin.
Her yürekde bir Turan minarları tiklensin.
Uluğ memleketni kötering!
–Halime abla, eğer kadim halkımızın her dönemde “bir adım ileride bulunan”, yaklaşan tufanlara kalkan olan özverili evlatları, yurtseverleri, milletseverleri olmasaydı halkımız tam ve dik halde kalabilir miydi? Yükü çok ağır olan erk bayrağını ellerinde tutabilir miydi? İşte böyle bir halkın yetişmesinde sanatçının yerini nasıl değerlendirirsiniz?
–Çok basit. Halka ulaştırılması gereken manevi yükün esas kısmını taşımak sanat ehline düşer. İşte bu yüzden yaratıcılık, şairlik için “kısmet” derler. Şair hayattayken (hatta hayattan göç ettiğinde bile) her koşulda uyanık kalması ve çıngırak gibi çıngırdaması lazım. Bu konuda ateşli, isyankar şairimiz rahmetli Şevket Rahman çok doğru tespitte bulunmuştu:
Nahatki şiirler aytdim boşlukka karab,
Nahatki savruldu alev sözlerim.
Nahatki hak bolsa ilu yurt aslı
Kuruk sözler digen gümrah dostlarım?
Nahat bikâr ötdi
Güldey ömrümning
Ming yılga tatirlik altın çağları,
Nahat birar ruhni uyğatalmadi
Şair yüregimning kaldırakları?..
Nahatki birarta dilge yetalmay
Bihude sarflanib kança küç, çidem.
Kelib kitevirer yaruğ dünyaga
Kelib kitevirer mendey kuyçiler?
Menge minberlermes, unvanlar imes,
Latta çiçekleru ihsanlar imes,
Alev bir sahranı, yurtim hayali
Nurda gürkiregen sahra bering, bas
Erku muhabbetning muhtar elçisi
Yatmasman toprakda dönüb, tinçlanib,
Cesedim tirikdir yaruğ dünyada
Ayning sınığıday çaknar sinçlerim.
Eger yetti kavat yerning kâride
Yatsam da lerzege salıb havanı,
İlimning yüregin tapar bari bir
Cismimni kuydirib uçgan avazım.
–Evet, eşsiz şairin kalp atışları boşuna sarf olmadı! Bugün annemiz kadar kıymeli Özbekistan’ı korumakta olan oğlanlar arasında Özbek şiirinin ölümsüz şairin Şevket Rahman gibi delikanlı, ateşli evlatları vardır!
Ne yazık ki makamı yüksek olan bu çıngırağın sesini biz az işittik, az gördük. Gâyet mütevazı bir yaşam sürdü şair.
–Halime abla, kutsal halk, yurt, vatan konularını ele alırken, tarafınızca kullanılan bir ifadeyle söyleyecek olursak, “bir derece yükseliyorsunuz”. Sesiniz yükselmiş, kucağınız genişlemiş, kanatlarınız açılmış gibi olur. Doğada mevsimlerin değiştiği gibi insanın kalbinde de türlü süreçler yaşanır. Ya bugün? Bugün bu konudaki görüşleriniz nedir?
–Rabiyacan, bir iki gün önce Allah bir şiir hediye etti. Son yazdığım şiir buydu galiba. İzninizle size okusam. Sanırım, şiirim sorunuza yanıt da olur.
HAKKIM YOK...
Bilemen, ne siymu, ne zar ketse hem,
Yanımdan dostumu diğer ketse hem,
Gamlardan kan bolub ciğer ketse hem,
Közge yaş almakka mening hakkım yok.
Tüngi deştleriyu deresiden de,
Kir-çir yağmurların arasıdan da,
Men avaz biremen kütilmegen dem,
Közden yokalmakka mening hakkım yok.
Vatan, külsin daim başingda âmad,
Huş küning bolsam hem unutilgen hat.
Kopmasın, başingda konsa kıyamet,
Çekkede kalmakka mening hakkım yok.
Basmasın, yav bassa erkning rahini,
Kan bilen yazgayman ilning ahini,
Başım ketgende hem ceng külahını,
Başımdan almakka mening hakkım yok.
–Halime abla, daha dün Türkistan seyahatinden, Ahmet Yesevî Hazretleri’nin ziyaretinden döndünüz. İçinizde nasıl bir duygular yaşıyorsunuz?
–Geri gelen kamil pirlerimizin ayak tozlarını gözlerime sürerim. Duygular mı dediniz?.. Gönüldeki duygular konusunda Allah ömür verirse inşallah ömrümüzün sonuna kadar düşünür, yazarız. Şimdilik kısaca şöyle diyebilirim.
Türk dünyasında ne zaman krizler yaşandı ise bu dönemler bizim kadim mirasımız olan Yesevilik, Nakşibendilik gibi süluklerimizden uzaklaştığımız bir vakitte yaşandı. Tolumdaki buhranların, gönüldeki sarsıntıların temelinde ben o tarikatlarımızdan uzaklaşmamızı, onları unutmuş olmamızı görürüm.
Resul-i Ekrem bir hadisi şerifte “Ölmeden önce ölününz” diye buyurmuştu. Bunun anlamı da şudur: Dünyaya geldiyseniz kendiniz ölmeden nefsinizi öldürün. İçindeki nefis belasını öldürüp gönlünü rastlamayan insan üstat Ahmet Yesevî gibi:
Âkil irseng gariplerning könglin avla,
Dünyaperest nacinslerden boyun tavla,
dizelerini yazmaya kendinde manevi hak bulur mu?
Çok anlamlı sohbetinizden dolayı teşekkür ederiz Halime abla!
–Sağ olun Rabiyebanu!
(Gülistan, 1997, sayı 5, S.26-30)