PUSU


 01 Ağustos 2021



Pusu, şehri görüp geldiğinden beri susmak bilmeden anlatıyordu… 

Doğduğu günden bu yaşına gelene kadar büyük bir şehir görmediğinden mi ya da şehirde ağzında anahtar mı çevirdiler orası muamma; sözün kısası her iki lafından biri “Şehirde böyle, şehirde şöyle…” oluvermişti 

Sokakta kendi yoluna gidenleri gördüğünde onlara, etrafta kimseler yoksa oraya buraya uçuşan serçelere anlatıyor, şehir lafı dünyanın en ilginç konusu olmalıymış gibi dinleyenlerin gözlerini bile kaçırmasına müsaade etmiyordu. Şehirde neler vardı neler! İki boynuzlu otobüsler (Troleybüs demeyi bir türlü beceremediğinde böyle bir isim takmıştı.), yeraltındaki umumi tuvaletler ve hatta açık seçik giyinen şehirli kadınlar…   

Evine birisi “Merhaba!” demek için uğramaya görsün, bütün hikâyesine en baştan başlıyordu. Arada huysuz karısı “Çeneni kapatacak mısın kapatmayacak mısın? Yeter artık!” dese de onu da duymazdan geliyor, anlattıkça anlatıyordu. 

Hoş, şehre düzgün bir iş için gitmiş olsaydı hikâyesi dinlenebilirdi. “Üniversite okuyup hâkim olacağım.” diyerek yedi yıl önce şehre giden kızı Perigül’ün arkasından gitmişti şehre…

Bir defasında: “Bırak şu yargıç olma sevdasını, köyüne dön! Bak yaşın da geçiyor, yaşıtların ev kurdu, iki üç çocuk doğurdu! Sen yargıç olana kadar memlekette yargılanacak adam kalmayacak! Hem sana uygun bir koca da buldum, dön evine artık” diye bir mektup bile yazmıştı. 

Bunun inatçı kızına hiçbir etkisi olmayacağını çok iyi biliyordu. Ama bir taraftan çaresizlik bir taraftan da zayıf bir umut, yazmıştı içinden gelenleri. Kızından “Üniversiteyi kazanmadan dönmeyeceğim!” diye cevap bile gelmişti.

Günlerden bir gün kızından bir pusula geldi.  “Al işte, er ya da geç bir bela haberi gelecekti, işte geldi!” diyen karısına aldırmadan iç rahatlığı ile zarfın kenarını ihtiyatla kesti ve mektubu zarfın içinden çıkardı. Yüksek sesle heceleye heceleye okumaya başladı. “Merhaba Sevgili babacığım!” Bunu karısı Ziynet’in duyması için yüksek sesle, neredeyse bağırarak okudu. Sonra etkisini ölçmek için duraksadı. Dayanamayıp “Kimin kızı olacak, tabii ki benim kızım, gözünü sevdiğim, anasından önce bana hâl hatır soruyor” diyerek iyice keyiflenmişti. Gerçekten de şehre gitti gideli kızından hiç böyle bir mektup almamıştı.  Kızının mektuba başlama cümlesini işittiği zaman Ziynet vücuduna iğne batmış gibi yerinden sekti. “Şu hâle bak, sen tut, dokuz ay karnında taşı, ağrımadık yerin kalmasın, emzir, büyüt, besle, kızı gitsin mektubuna “Merhaba sevgili babacığım!” diye başlasın. Sanki babası doğurdu. Dur sen dur! Hele bir eve gel de mektuba kime selam vererek başlanır ben sana öğretirim” diye öfkelenen kadın mektubun devamını duymak için sustu. 

Devam cümlesine şöyle bir bakan Pusu’nun gözleri fal taşı gibi açıldı. Sesini alçalttı, okuma düzeni bozuldu, kafası allak bullak olmuş ne diyeceğini şaşırmıştı. İçeriden gelen karısı ellerini beline dayayarak kapının önünden yaşlı kocasına baktı:

 ―Ne oldu, niye sesin çıkmıyor? Kocaya mı kaçmış, üniversiteyi mi kazanmış? 

Pusu’nun sağlam gözü önce etrafında bir daire çizdi, yuvasından fırlayacak gibi oldu. 

―Dilin mi tutuldu, be adam konuşsana!

Pusu, bıyıkları titreyerek;

―Rezalet, rezil olduk, dedi.

―Rezil olduk? (Karısı bu cümleyi kocasının ardından tekrarlamıştı!)

 ―Ne yapmış?

Pusu perişan bir hâlde…

―Doğurmuş! 

―Doğurmuş mu!.. Şaşkınlıkla ağzı açık kalan kadın “Kimdenmiş? Yazmış mı?” diye sordu.

Pusu, hiddetle:

―Kimden olduğunu nereden bileyim be kadın, birisinden olmalı. Bir şey yazmamış.

―Birisinden olmalı. Bir şey yazmamış… On saniye sonra başlarına ne geldiğini anlayan kadın elinin birinin tersini avucuna vurarak “Oyy, oyy! Vay başıma gelenler, bunu da mı görecektim, el içine nasıl çıkarız, milletin yüzüne nasıl bakarız, Ah ben onu…” diye inlemeye başladı.

Pusu acıyla bağırdı: 

―Mahvedeceğim onu! Mahvedeceğim…

Sinirle ağzından salya aktı, dişlerini gıcırdattı, Perigül önünde duruyor olsaydı onu öldürecek kadar öfkeyle dolmuştu. Alnındaki damarlar çıkmıştı, hışımla Perigül’ün duvardaki gülen resmini alıp yere çarptı.

―Senin gibi kızım yok artık benim. Yüzümü kara çıkardın! Nasıl sırıtıyorsun, bunu da mu yapacaktın?

―Senin vereceğin terbiye ancak bu kadar olur. Bir laf etmeye görelim, ne zaman bir şey olsa hep onun tarafını tuttun. Üstüne toz konduramadığın kızın maskara etti bizi. İyi olmuş. Erkek kısmının kız çocuğu terbiyesiyle uğraştığı nerede görülmüş? Sana kaç defa söyledim. 

Canı sıkılan Pusu karısına yanıt vermedi, kendi kendine dudaklarını ısırıyor, elimden bir kaza çıkmasın diye “Car car” konuşan karısına öylece bakıyordu.

―Bak sen şuna, bir de sanki kahramanlık yaptı, bize Manas doğurdu. Neymiş, çocuğu alın ben bakamıyorummuş, tabii efendim, tabii, çocuğu yanınıza alınmış, gösteririm ben sana, rezil, kepaze!..

O gün hem Pusu hem de Ziynet, kızlarının bu duruma düşmesinden kendilerini suçlu olup olmadıklarını düşünecek zaman bile bulamadı. “Sen böyle yapardın, sen şöyle yapardın, işte böyle oldu…” diye her ikisi de kendini haklı çıkarmaya çalıştı durdu. Nihayet “Olacak olan olur!” diyerek, ertesi günün sabahında Pusu, şehre gitti.

 İşte şehri görme hikayesi böyle başlamıştı… Evin ortasındaki ağaç sandalyede komşuları Selamet ile Paşakan’a uzun uzun gördüklerini anlatıyordu.

―Şehir harika bir yermiş. Ah... O kadar çok ev yapmışlar ki, başımızdakilere ne kadar teşekkür etsek azdır.  Hem o nasıl evler öyle, aman Yarabbi. O kadar yüksek ki, bakayım desen başındaki kalpak yere düşer. 

―Şehri bırak da kızını anlat, kimdenmiş torunun?

― Doğru dürüst anlatmadı, zavallı kız. Etmiş bir cahillik işte…

Kızının kaldığı yurttaki kızları gören Pusu: “Bu kadar kıza nereden koca bulunsun? Bunları ikişer ikişer alsan bile bitmez. Böyle devam ederse burada kadınlar karınca sürüsü gibi çoğalır. Erkeklere ne olacak?” şeklindeki gözlemini önce anlatayım dedi ama sonra vazgeçti. Selamet ile Paşakan’ın beşer altışar kızları olduğunu, hiç oğullarının olmadığını çok iyi biliyordu. 

Misafirlerin ikisi de elleriyle yüzlerini kapatarak;

―Rezalet… Bu kızlarda ayıp denilen bir şey kalmadı” diye söylendiler. 

Pusu, evi toplayan karısı bu sözü duymasın diye alçak sesle “Bazı kadınlar bırakıp giderlermiş.” dedi. Böyleleri de varmış. Allah başımızdakileri eksik etmesin, devlet böyle çocukları annesiz bırakmaz, sahip çıkarmış... Kızım böyle yapmamış. Kendisi kaldığı yurtta yedi ay kadar emzirmiş. Buna sevindik. Bu da Allah’ımın kulu ya, diyerek ıhlayan çocuğu öptü. İşte bu tembel kadın Allah’ın verdiği armağanı “Haramzade!” diye beğenmiyor. Beğenmezse beğenmesin. Kendim büyütürüm. Kızımın çocuğu değil mi, dedi.

İki komşusu kızıyla ilgili detaylara girmeden konuyu değiştirmek istiyordu. Kızı ne kadar kötü bir şey yaparsa yapsın, halk arasında hakkında nasıl kötü şeyler dillerde dolaşırsa dolaşsın ona göre hava hoştu. Ne yaptıysa yapmıştı. Kendi çocuğundan vazgeçecek hali yoktu ya! Genç olduğundan hata yapmış. Birisine âşık olmuş, sıcak sözlerine kanmış. Böyle olacağını nereden tahmin etsindi ki. Hayatta yanılmayan kimse var mı? Hata yaptı. Doğru yapmadığını öğrendi. Pusu da kızıyla buluştuğu gün bu işi detaylıca sorup soruşturmuştu. 

Kızı, “Baba kızma lütfen! Karşınıza çıkacak yüzüm yok. Bunu ben mutluluğuma attığım bir adım olarak düşünmüştüm. Maalesef öyle olmadı. Sadece boş vaatlerle kandırılmışım. Bu hatam bana birçok şeyi, hayatı öğretti.” demişti.

Pusu, kızının yetişkin bir insan gibi konuşmasını dinlerken başka bir düşünceye dalmıştı. “Peki!” dedi içinden. Gençliğindeki anlamsız sözlerinin hiçbiri yok. “Yoksa hayat böyle mi? Bilmem kızım, buna aklım ermiyor. Yoksa aşk dediğin şey böyle bir şey mi? Onu da bilmem yavrum. Ne zor şeymiş sizin şu aşkınız. “Hayatı öğretti.’” dedin, bu sözün çok doğru, kızım. Hayatı öğren!” bunları kalbinden geçirmiş, açığa vurmamıştı.

Konuyu değiştirmek için: 

―Şehirde kadınlar çok fazla, bir tane çirkin olmaz mı? Yok! Yüzleri bembeyaz. Otur, televizyon seyreder gibi seyret.  Hem size bakıyorum da iki parmak kalınlığında krem sürseniz de umut yok, onlar kadar beyazlayamazsınız. Bunları söylerken eksik dişlerini gösteriyor, “Ha ha ha!” diye gülüyordu.

―Sizlere bakarken gençliğime üzülüyorum. Nasıl oldu da aklımızı başımızdan almışsınız… Pusu konuşurken evdeki Ziynet’in kulağına çalınmış olmalı ki, içeriden sertçe tabak sesi geldi.  Sözünün devamını kadınların kulağına söyledi: “Alaca siyah olan sizlerle nasıl evlenmişiz. Bize yazık olmuş, yazık!” Bir taraftan da sağlam gözünü kendi etrafında çeviriyordu. Kadınlar şakaya kıs kıs güldüler. Aslında bu iki kadın güldüler mi ortalığı ayağa kaldırırlardı, hele dişlerini yaptırdıktan sonra zembereği boşalmış gibi ta uzaktan duyulurdu gülme sesleri. 

Paşakan eliyle bir jest yaparak seslendi: 

―Şehir görmüş keçiden korkmak gerek! Şehir bunu bozmuş, bu sözlerini Ziynet duyarsa derini yüzmesin sonra!..

―Yüzülecek deri mi kaldı bende. Kıskanmayı bırakın.  Hem bu yaştan sonra bize kim bakar, birilerinin bakacağı yaşı çoktan geçtik.

Paşakan alaylı bir şekilde gülerek:

―Gençlik, diyor. Sanki biz bunun gençliğini bilmiyoruz. Duyan da ay ile güneşten doğduğunu sanır. Oklava yutmuş gibi uzun, zayıf bir şeydin, iğne vurmak için kıçında et bile yoktu. “Ah gençlik” demene ancak gülünür, dedi.

Selamet de Paşakan’a katıldı:

―Ah, şuna da bak hele! Bıraksan on beş yaşındayım diyecek utanmadan. 

İçeriden Ziynet çıktı.

―Ne diye kafanızı şişiriyor bu?

―Şehirde güzel kadınlar çokmuş, diyor. Kocana gem vursana.

Ziynet öfkeyle: 

-Çoksa onlara gitsin! dedi.

Pusu, kucağındaki torununun popusuna hafifçe vurarak:

―Gidecektim ama bir şeyden korkuyorum, dedi.

―Haa! Neden korktun acaba, diyen Selamet yüzünü buruşturdu.

Pusu, işaret parmağıyla karısını göstererek:

―İşte şuna nafaka ödemekten korktum. Bu yaştan sonra borçla harçla uğraşamam, dedi.

Kadınlar kıkır kıkır güldüler.

Ziynet bu sözleri ciddiye aldı.

―Almış kucağına şu “haramzade” torununu, şehir de şehir diyor, suyuna kadar içerek bir zevkini çıkarsın. Bunu tutan kimse yok.

― Su diyorsun, dedi Paşakan, şehirde su bile parayla satılır diyor ya! 

 Ziynet kendi gözleriyle görmüş gibi cevapladı:

―Hem de nasıl, her şey satılır. Şehir bu! Bizim Karasu değil kızım… 

Konuyu gazetede okuduğu bir habere getirmek isteyen Pusu lafa girdi:

―Su şöyle bir yanda dursun, Japonya’da bildiğimiz hava satılırmış. Şu soluduğumuz hava, temizini…  Bir şey daha anlatayım mı? 

Pusu olağanüstü bir söz bulmuş gibi gözünü farklı bir edayla yumup açtı:

―Burası çok ilginç.

―Anlat, anlat, karşı çıksak anlatmayacak mısın sanki? Allah’a şükür, erkek olarak yaratılmışsın. Kadın olsaydın var ya! Ağzındaki dilin yerlerde sürüklenirdi.

Pusu öfkeyle alnını buruşturdu:

―Sizlere bir şey anlatmak da suç anlatmamak da. Ne istiyorsunuz şimdi benden?

Ziynet, ellerini beline dayayarak:

―Tövbe! Ah sen... Deli tarafımı gösterirsem sana… Gurk olmuş tavuk gibi kabararak gıdaklama da ne anlatacaksan anlat hadi, dedi.

Pusu, yerinden pire gibi fırladı:

―Kendinden büyük kadın alırsan işte böyle olur... 

Komşuları bir ağızdan lafa girdi:

―Tamam, tamam! Onunla boy ölçüşme! Ne anlatacaksan anlat hadi!

Pusu, sanki söyleyeceğini unutmuş gibi alnını kaşıdı, kucağındaki torununu öptü ve sözüne devam etti:

―Evet...  Şehrin bir sokağında giderken gördüm. Bir heykel dikilmiş...

―Kimin adına dikilmiş?

―Kimin adına olacak? Bir kadın adına...

Paşakan burun kıvırdı:

―Dikilmiş de ne olmuş? Bizim sizlerden neyimiz eksik? Doğru yapıyorlar.

―Kadın, ama kim olduğunu biliyor musunuz?

―Kim? dedi kadınlar.

―Çıplakmış. Sanki anadan doğma gibi. Çırılçıplakmış... 

―Tövbe, diyerek Paşakan yakasını tuttu.

―Rezalet, diyerek Ziynet, yağlı yüzünü ovuşturdu.

―O da neymiş, diyen Selamet, sanki orada kendi heykeli dikilmiş gibi şaşırdı.

―Kim bilir? O kadın, heykeli dikilecek kadar hangi dağı devirmiş? Buna hayran oldum.

―Rezalet! Ziynet, yüzünü çimdikledi.

―Sokakta geçen birisine “Hey gözlüklü çocuk, bu ne rezalet!” dedim. 

Gözlüklü çocuk gözlüğünü çıkardı:

―Aksakal, -Pusu buraya geldiğinde dili dolandı.- Tüh! Dilimin ucunda! Ne demişti ya? Ah şeytan! Buldum. “Sanat!” dedi.

Selamet, dudaklarını büzerek:

―Yuh! O çıplak heykel “Sanat” mıymış?

―Hayret! Pusu omuzlarını oynattı. Bana mı soruyorsun?

Ziynet, surat asarak Pusu’ya:

―Kadını madını bırak, şu çocuğu dışarı götürüp işetip gel. Altını ıslatmasın, dedi.

―İşet. Karanlık da oldu, dedi komşuları.

Kör Pusu dışarı çıktı. Akşam vakti girmiş, karanlık olmuştu. Torununu bahçeye götürdü, ayaklarını açtı.

―Çiş, oğlum, çiişş, dedi. Bu sırada dolunay çıkmıştı.

“Ay gördüm, esen gördüm.” diye içinden mırıldandı, “Ay gibi bebe gördüm.” diye devamını zihninden uydurdu.

Pusu, torununun yüzüne ay ışığında bir daha baktı.

―Burnun benimkine benziyor.

 İçinden çocuğa bir sıcaklık duydu. “Annenin babasına çekmişsin oğlum. Seni yadırgayamam. Anneannene küsme, o da böyle biri. Bırakalım şimdilik öyle kalsın. Bir iki gün sonra seni kucağından indirmez.” dedi 

Bu sözleri çocuk henüz anlamıyordu. 

Torununun yanağından öperek:

 ― Çişş... Çişş, dedi.

Çocuk şimdi duru duru işiyordu...         

1987

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 176. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 176. Sayı