Raygül


 01 Ekim 2024


Ebu Sersenbayev’e…

Yaz sınavının bittiği zamandı, köyden mektup aldım. Babam yazmıştı. Kısaca afiyette olduklarını bildirip mektubun sonunda şöyle diyordu: 

“Yavrum, geri döndüğünde seni karşılamaya arabayla gelemeyeceğim. İstasyondan iki üç kilometre uzaktaki ‘Kızıl Tuv’ kolhozunda benim Jarılğap isimli kadim bir dostum var. Onun evine git. Çok iyi insandır. Eğer haber verirsen karşılamak için bekler. Uyarıyorum, büyüklerin önünde saygısızlık yapmadan edepli olasın. Seni köye Jeken ulaştıracak...”

O zaman babamın mektubunu o kadar önemsemedim. Bundan sonraki olayların bu mektupla başlayacağı kimin aklına gelirdi. Peki Jarılğap kimdi? Babamın o dostunu ben nasıl tanımıyordum? Bunu açıklamanın hiçbir önemi de yoktu. Araba göndermeye imkânı olmayışındandır, deyiverdim.

Sabırsızlıkla beklenen son gün de geldi. Yaz stajını ilçemizde geçirecektim. Bu da benim için mutluluk verici bir durumdu. Gidişimden bir gün önce beni kürsü başkanı olan profesörümüz kabul etti. O, keyifli anlarında öğrencilerle rahatça şakalaşan hayat dolu, açık yürekli bir insandı. Beni gülümseyerek karşıladı. Usturayla ayna gibi tıraş edilen başını iki üç kez sıvazladı.

— Demek, kendi köyüne gideceksin ha? İyi yolculuklar! Staj döneminden iyi yararlan. Çok gezme. Nasıl, kolhozunuzda çok kız var mı?... Herhâlde, evlenip gelirsin, ha, diye şaka yaparak başladı söze.

— Evlenmek için çok erken daha, dedim ben.

O esnada anne babamın da bu yaz seni evlendirsek, diye çok endişelendiği, “bir yol arkadaşı” konusunu dile getirdiği mektupları aklıma gelince azıcık utandım.

— Yiğidim nasıl da yakaladım, birden kızarıverdin ya, ha ha ha...

Yerinden kalkan profesör, bütün bedeniyle kahkaha atarak güldü. Ben geçiştirmeye çalıştım. Ağzımdan nasıl çıktığını bilmiyorum, burada hiç yeri olmasa da:

— Stajımı kendi köyümüzde değil, komşu “Kızıl Tuv” kolhozunda geçirsem diyorum, diye söyleyiverdim.

— Dur, dur, dedi hocam söz bitmeden. 

— Kızıl Tuv mu diyorsun? Kızıl Tuv, ha?..

O şimdi unuttuğu bir şey aklına gelmiş gibi biraz düşündü. Ondan sonra başını sallayarak: 

— Biliyorum Kızıl Tuv’u, dedi.

— İyi söyledin, iyi söyledin. Aklımdan çıkıp gitmişti. Bu kolhozda sağımcı bir kız, bilimsel nasihat istemek için bana mektup göndermişti. Cevap yazmıştım, götürüp elinle teslim etsen...

Profesör göğüs cebinden aldığı ikiye katlanmış zarfı bana teslim etti. Mektubu elime aldım ve ben de güldüm. Zarfın dışı boş, hiç adres yazılmamış.

— A, yazmamış mıyım? Hayret, bu kızın adresini nereye koymuştum?

O, ceplerini, masasının çekmecelerini karıştırmaya başladı, ama bulamadı.

— Vay, gerçekten kaybetmiş miyim? Soyadı ne?... Unuttum, unuttum... Tamam, tamam, buldum, kızın ismi Raygül. Unutma Raygül, haydi, yazıver...

Böylece kızın adının yazılı olduğu mektubu cebime koydum. Daha önce hiç gitmediğim Kızıl Tuv kolhozuna ayak üstü uğrama sebeplerimden biri de bu mektup oldu…

Küçük istasyonda biraz bekleyen yolcu treni adımımı atar atmaz hareket etti. Lokomotif tüm sesiyle kendini zorlayarak haykırıverdi ve: “Koş, koşşş! Koş, koşşş!” diye pofurdayarak güç aldı ve tepesindeki kara duman yükselirken ilerlemeye başladı. Biraz sonra hızlanmış bir şekilde gözden de kayboldu. İstasyonu yeniden sessizlik kapladı.

Bu sırada iyice gün batımı yaklaştı. Gün boyu süren boğucu sıcak etkisini kaybedince hava serinlemeye başladı. Ben garın dışına çıktım. Yakın civardan Kızıl Tuv kolhozuna kadar yol soracak hiç kimse görünmüyordu. Kitapla dolu ağır bavul, gücümü tüketti ve iyice keyfimi kaçırdı. Tam o esnada, kenardaki depoların tarafından doru atın çektiği bir araba tıngırdayarak çıkageldi. Koşarak elimi kaldırdım. Araba şoförü kısa yenli, sarı gömlek giymiş tek başına bir kızdı, aniden durdu. Saçının dağılmaması için bağlamış olmalı, başında beyaz ipek örtüsü var. Ben ondan Kızıl Tuv kolhozuna yol gösterip götürmesini istedim. 

Kız hızla kara gözlerini dikip başımdan ayağıma kadar ivedilikle baktı ve: 

— Oturun, dedi.

Bu ani cevaba sevinmemden olmalı, şaşırıp bir müddet duraksadım.

— Binin, oturun çabucak, ücret almıyorum, dedi kız ikinci kez aceleci bir sesle.

Araba üstünde kötü kokan iki büyük çuval vardı. Arka tarafındaki boş yere valizimi yerleştirdim, ben de onun bir kenarına oturuverdim. Benim yerleşmemi beklemeden araba sahibi:

— Haydi deh, diye kamçıladı.

At sarsılarak ilerleyince neredeyse düşecektim. Arkasına dönen kız: 

— Tutunarak otur, diye haykırdı. Doru atı aniden hızla koşturdu ve gittik.

Süratle istasyonun eğri caddelerini arkada bırakıp düzeltilmemiş taş yola indik. Önümüzde düz bozkır başladı. Yolun iki tarafı da henüz tırpan değmemiş gür çayırlık. Batan güneşin kızılımsı alev şulesi gökyüzünü kaplayınca çevredeki olgunlaşmış çayırın üstü, yeşil koyu kırmızı rengini aldı. 

Uzaktan uzun kavakları olan, öbek öbek çalıların yetiştiği gür ağaçlı kolhoz merkezi de göründü. Doru at çok hızlıymış. Hayvan kamçılanmamıştı. Akşam toz gibi kaplanmış olan tatarcık sineklerini ara sıra pıskırtıp, başını sallayarak kaçırıyordu. Adım adım yürüyüşü pek zarif! Eğri büğrü taş yolda bazen hoplayıp zıplayarak, bazen sallana sallana zangırdayan arabanın gidişi de çok rahatsız edici. Yerleşemeden, kımıldanarak çok rahatsız bir şekilde geliyorum. Kız acımı hissetmiş olmalı, atın başını biraz çekti ve etrafındaki taze otları biraz sıyırıp yer açtı. 

— Boyası bulaşır demezseniz, tamamen otların üstüne oturun.

Benim beklediğim de buydu. Kızın yanına oturdum. Şimdi kızın boynundaki uçuşan ipek eşarbın ucu, biraz eğilince benim yüzümü gıdıklıyordu. Sevimli bir şekilde gülümsedi. Araba sallandığında kız ile omuz omuza çarpışıyorduk. Önceleri ben biraz çekindim, ama kız bunu sıkıntı etmiyordu. Yavaş yavaş alıştıktan sonra ben de artık omzumu özellikle kıza sık sık dokundurup serbest olmaya başladım. 

– Neden acele edip atı bu kadar zorluyorsun kız kardeş, yavaş yavaş gidelim ya, dedim. 

– Yoksa araba midenizi mi bulandırdı, dedi. 

Ben şaşakaldım. 

– Yok, yok… Birbirimizi tanıyalım, dedim sadece. 

– E, tanışıp nişanlanmak mı istiyorsunuz? Geç kaldınız… 

Kız yeniden sert ifadesini takınıp döndü ve yan oturdu. Biraz gittikten sonra atı sürme isteğimi bildirerek dizgine elimi uzattım, kız kaşlarını çattı. 

– Teşekkür ederim kendim sürebilirim, diye dizgini gererek vurdu. 

Doru at eskisinden de sert bir şekilde sarsmaya başladı. Sessizce gidiyoruz. Bir süre sonra kız bana doğru dönüp baktı. Dik dik bakan iri kara gözleri ve biraz çilli ince yüzünde bana karşı oluşan şaşkınlık karşısında ben bile rahatsız oldum. Biraz gülümser gibi oldu.

– Yanılmıyorsam damatsınız, dedi ondan sonra. 

– Nereden çıktı, dedim şaşırarak. 

Kızın yüzünde yine alaycı bir gülümseme belirdi.

– Âdet olduğu üzere kayınbabanların evine mi gidiyorsun...

“Bu kız muhtemelen benimle dalga geçiyor.” diye düşünerek bundan sonra onunla konuşmayı gereksiz gördüm. Kolhoz sokağına girdiğimiz an, güneşin battığı ve hayvanların otlaktan döndüğü zamandı. Köyün merkezindeki görkemli büyük beyaz bir evin yanına geldiğimizde kız arabayı birden durdurdu. 

– İniniz, bizim köy yönetimi binası bu, dedi. 

Teşekkür ederek valizimi aldım. Kıza son kez baktım. Alındığımı gizleyemediğimi biliyorum, kız güldü. 

– Atı sürdürmedi diye üzülmeyin, siz misafirsiniz. Yolun çukurlarını bilmiyorsunuz, dedi neşeli bir sesle. 

Yine güldü. İki avurdunun üstünde durgun suyun yüzeyinde oluşan dalgalar gibi güzel bir girdap meydana geldi. Böyle minik bir tebessümü bana hediye ederek uzaklaştı. Sabırsız bir şekilde hareket edip dizgini üst üste vurarak gitti. Arabanın silueti gözden kaybolana kadar yerimde kıpırdamadan durdum. “Ne yazık... İnatçı bir kızmışsın!” diye düşündüm içimden. 

Yavaş yavaş karanlık çökmeye başladı. Sakin bir akşam. Şimdilik köy evlerinin arası açık bir şekilde ayırt edebiliyor olsa da bu gece olabildiğince karanlık olacak gibiydi. Sokakta rastladığım ilk insandan Jarılğap’ın evini sordum ve sigara içerek üstü kayrakla örtülmüş küçük bir eve yaklaştım. Kapının önünde ata binmek üzere olan keçe şapkalı yaşlı bir adam beni gördü ve durdu. Selam verip yanına gittim. Yaşlı adam sağ elindeki kalın, kaba kamçısını gri cepkeninin arkasındaki sıkı bağlanmış, geniş, gümüş kemerine sıkıştırıp bana dikkatle baktı. Çok soğuk bir adama benziyor. Gücü kuvveti de yerinde olmalı. Karnının soluna astığı kemendin ucu da istemsizce göze çarpıyor, erkek deveyi öldürebilecek kadar uzun ve kalın. Tam da Abay zamanındaki Abılğazı’nın siyah kemendi gibi. 

– Eee, nereye gidiyorsun, yavrum? 

– Jarılğap aksakalı arıyorum, dedim. 

– Hoş geldin diyelim, Jarılğap’ın neyi oluyorsun? 

Ben şaşırıp kaldım, biraz duraksadıktan sonra adımı soyadımı söylemeye başladım. İhtiyar gür sakalını bir kez sıvazladı. 

– İyi, iyi… Öyleyse Jarılğap ben oluyorum. 

Ondan sonra beni iyice sınamak isteyen bir insan gibi tepeden tırnağa biraz süzdü ve iri vücuduyla eve doğru döndü: 

– Hey, Ultuvğan, hey Ultuvğan, dedi seslenerek. 

Evden yavaş yavaş hareket ederek başına kuş tüyü gibi bembeyaz bir örtü takmış, uzun boylu, sarışın bir yaşlı kadın çıktı. 

– Bu çocuğu gördün mü, dedi ihtiyar Jarılğap beni çenesiyle işaret ederek. 

Ultuvğan dayanarak gelip tanıdığı kişi gibi sıcak bir yüzle selamlaştı. İhtiyar kadın ve adam bir süre baş başa fısıldaştı. “Günümüz gençleri… böyle geldikten sonra ne yapacaksın?” diyen yaşlı adamın sözleri kulağıma çalındı. Ardından ihtiyar adam bana doğru dönüp: 

– İyi, iyi, dedi bir anda söyleyecek söz bulamamış gibi, şaşırarak. Ancak bir süre sonra sert bir sesle konuştu:

 – Haydi yavrum, eve giriver. Ben ekinlere bir bakıp geleyim… Hey, kadın, kımız ver çocuğa, muhtemelen susamıştır. Yemeğini de hazırla. Sigara dumanını burnundan nasıl çıkardığına bakılırsa bu çocuk yol arkadaşıyla da ters düşmez, kadın. İçkiyi de unutmayasın. 

Son sözleriyle benimle dalga geçiyor. Büyük bir insanın yanında sigara içtiğimi fark edip sigaramı ayağımın altında söndürdüm. 

İhtiyar Jarılğap ata kolayca bindi ve yola çıkarak gecenin karanlığında kayboldu. Ultuvğan nine ağırbaşlı ve misafirperver bir insandı. Bana karşı çok nazik olmaya çalıştı. Elimi yüzümü yıkamak için su hazırlayıp havlu çıkardı. Yıkandıktan sonra eve girdim. Giriş odası sade görünüyordu. Köşedeki kapısına perde takılmış odaya geçtim. Tam baş köşedeki beyaz sedirin kenarına işlemeler yapılmış, girişin sol köşesinde üstüne kitap, esans, ayna koyulmuş küçük bir masa vardı. Başköşeye döşenen gri desenli keçenin üstüne oyma bir kızıl kilim serilmişti. 

Ultuvğan nine türlü türlü kumaşlardan güzelce dikilmiş başköşe yorganını serdi. Sohbet ederek oturup kımız içtik. İhtiyar kadın az çok durumlarını anlattı.

– İhtiyarlamış karı kocayız. Memlekette birinden önde diğerinden geride olan bir durumumuz var. Aramızda şımarık bir şekilde büyüyen tek evladımız geçen yıl on yıllık okulu bitirdi, şimdi sağımcı olarak çalışıyor. İnsanlar karşısında sesini çıkaran güçlümüz o, deyip Ultuvğan nine laf arasında büyük bir gururla gülümseyerek kızından bahsetti. 

Ancak ninenin iki lafından birinde kızından bahsetmesi benim hoşuma gitmedi. Biraz sonra çıkıp girişteki odaya gitti. Yatağa uzandığım anda uyku bastırdı ve gözlerim kapanıverdi. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, hızla hareket ederek yanan gaz lambasının ışığına uyandım. Biri perdenin arasından gözetliyordu ve başını geri çekti. Bileğini uzatıp gaz lambasını yeniden söndürdü. Bundan sonra da giriş odasından Ultuvğan nine ile birinin konuştuğu sözler açıkça duyuluyordu. Herhâlde kızı olmalı. 

– Anne, misafiriniz beni sınamış olabilir, dedi kız keyifli bir sesle ve devam etti:

– Biraz önce istasyona zar zor vardığımda bu kişi benim arabama binip geldi.

– Kör olmayasıca, ne diyorsun, yoksa konuştunuz mu?

– Yok, ben yol boyu keyifsiz olduğumdan delikanlının sözünü dinleyecek fırsatım olmadı.  

“Hayda, bu ne diyor?” diye şaşırdım. Benim düşüncemi yine onların sözleri böldü. 

– Hepsi Juman amcanın inatçılığından. Ne kendi biliyor ne de bilenlerin sözüne inanıyor. 

– Peki, Juman’ın hâlâ düşüncesizce davrandığını söylediniz mi? 

– Hayır, anne, sağım sığırlarını gece de otlamaya çıkaralım, dediysek de inat edip buna ayak diriyor. 

– Ama peki gece sığır otlatılır mı ki? 

Kız annesinin şaşırması karşısında keyifle güldü. 

– İşte, Juman amca da tıpkı sizin gibi. Hem de nasıl otlatılır?

 Kız şimdi annesine gece otlatmayı ayrıntılı bir şekilde anlatmaya başladı. Ultuvğan nine kızın hızlı hızlı söylediği sözleri hayranlıkla dinledi. 

Şimdi bu sırada kızı bugün gece bütün gençleri toplayıp sığır otlatmaya gideceğini söyledi: 

– Tamam da evde misafir varken gezmek ne demek, dedi annesi hoşnutsuz bir şekilde. 

– Anne, garipsin. Gezmeye mi gideceğim, sığır otlatmaya gidiyoruz. 

– Çobanı var ya, baksın. Ne için para alıyor? 

– Anne, ya anne, söylesem yine kızacaksınız, dedi kızı sitem ederek. 

– Nasıl kızmayayım? Yeter artık hoplaya zıplaya gezmen, sen çocuk değilsin, farkında mısın? Gülme, bu sözün gülünecek bir yanı yok. Bu zamana kadar yapacağını yaptın, yeter artık. Yeter… 

Ultuvğan nine son sözlerini sesini yükselterek sert bir şekilde söyledi.

– Öff, anne, sesini alçaltarak konuş, misafire ayıp oluyor… Bu kızın annesi böyle yaygaracı, kendisi nasıldır demez mi? 

Kızın usulca gülerek fısıldadığı sözleri çok açık bir şekilde işitildi. 

Bir süre giriş odası sessizleşti. At toynaklarının sesi yeri sarsarak geldi ve kapı önünde durdu. Biri attan sertçe indi ve yavaş yavaş yürüyerek giriş odasına girdi. Kargaşa yeniden başladı. Gelen ihtiyar Jarılğap imiş. Biraz sonra benim yattığım odaya girdi. 

– Eee, yiğit, başını kaldır hadi, şimdi konuşalım…

İhtiyar okulumun gidişatını, bitirdikten sonra ne olacağımı detaylı bir şekilde sordu. Fırsatını bulduğunda söz arasına kolhozu da katıyordu. Günümüzde kolhoz yöneticiliğini sadece iyi eğitimli insanların yapabileceğini kızına kanıtlıyordu.

– Her şey bilimde, diye düşündü. Geçen sonbahar yeni başkan seçtik. Nasıl oldu diye sorsana? Toplantıya ilçeden birinci sekreter bizzat geldi. Biz tabii eski başkanımızın görevden alınmasına karşı çıktık. Ama komünistler ve komsomollar art arda konuştu, sonrasında bir şekilde Juman (eski yöneticimizi söylüyorum), gelişmiş bir çiftliği yönetemediği, eğitimi olmadığı söylenerek tereddüt edilmeden görevden alındı. Kimi seçtik? Burada okulunu bitirip geleli bir yıl olmuş, senin gibi genç bir tarım uzmanını. Kolhoz mahvoldu, dedik. Yok öyle olmadı. Bilimin adı bilimmiş. Kendisinin elinden her iş geliyormuş. Kolhozumuz düzeldi, gürleyerek yükseldi… Gördün mü? Babandan senin de böyle okuduğunu işitip sevindim. Peki, bitirdikten sonra idareci olma düşüncen var mı, dedi şakayla karışık ve kahkaha atarak güldü. 

İhtiyar Jarılğap atını otlatmak için dışarıya çıktı ve biraz sonra odaya kız girdi. Daha önce arabanın üzerinde olduğu gibi değildi, üstüne büzgülü kahverengi bir gömlek, ayağına çizme giymişti. Vücudu şimdi öncesinden de güzel görünüyordu. Gevşek örülmüş, gür saçlarını geriye doğru atmıştı. 

–  İyi dinlendiniz mi, dedi gülümseyerek.

– Teşekkür ederim, çok iyi dinlendim. 

– Mideniz nasıl iyi mi, dedi tebessüm ederek. 

– İyi, dedim, ne kadar utansam da fark ettirmemeye çalışarak. Bundan sonra sözlerimi oldukça ağırbaşlılıkla söyledim: 

– Bacım siz dışarıdan bakılınca iyi bir insana benziyorsunuz, ancak insanlara saygı duymayı bilmiyorsunuz.

Basit bir şekilde söylesem de sözlerimin ona ağır geldiğini biliyorum, yüzündeki gülümseme aniden yok oldu. 

– Peki ya siz, dedi sonra konuşmayı bitirmemi beklemeden, siz de utanmalısınız… öğrencisiniz… 

O sırada dışarıdan giren ihtiyar Jarılğap: 

– Hey, ne yapıyorsun, git, diyerek kızının sözünü kesti. 

Yemek esnasında babası ve annesi olmasa kızın tek kelime söyleyeceği yoktu. Bana sinirlenmiş gibiydi. Sanki zaman zaman sabırsızlanarak dışarıdan herhangi bir işaret bekliyormuş gibiydi. Yakınlardan tatlı bir şarkıyı başlatır gibi çalınan ıslık işitildiği sırada kız yerinden kalktı. İhtiyar Jarılğap elindeki kâseyi masanın üzerine tak diye vurdu. 

– Dişi kırılasıca, bu kimmiş yine ıslık çalıyor, dedi öfkelenerek. 

Kız babasına gözünün ucuyla baktı ve dışarıya çıkıp gitmenin çaresini bulamadığından içerideki odaya girdi. Islık uzun süre kesilmedi. Sadece dışarıdan birinin: “Hey, kim o?” diye öksürerek çıkan sesinden sonra sustu. 

– İyi akşamlar, dedi kapı tarafında hırıltıyla çıkan hafif bir ses.

Uzun boylu, vücuduyla değil karnıyla soluk soluğa nefes alan şişman adamı, gaz lambasının ışığı bulanık bir şekilde gösteriyordu. İhtiyar Jarılğap karısına yanaştı:

–  Vay, hoş geldin Juman, içeri buyur. 

Juman başını eğmiş bir şekilde evin içine bir göz atıp çıktı ve dışarıya tükürüp tam baş köşeye gelip oturdu. O keyif için tabağı demir kaşıkla tıkırdatıp kaşığı ağzına değmediği sürece yemeğe yönelen olmazdı. Ciğerleri rahatsız olmalı, oturur oturmaz göğsü hırıldadı ve soluk soluğa kaldı. Giydiği kıyafetin pahalılığına bakılırsa tanınmış biri olduğu anlaşılabilir. İhtiyar Jarılğap ile aralarında tahılların verimi hakkında konuşarak biraz oturdu. 

–  Bu çocuk, dedi daha sonra Juman bana bakarak. 

–  Bu çocuk, dedi ihtiyar Jarılğap da onun sözünü tekrarladı, bizim oğlumuz. 

İkisi de sözlerinin sonunu getirmese de benim hakkımda ortak düşünceleri olduğunu açıkça belirttiler. Juman siyah çayı doldurup höpürdeterek yudumladı. 

–  Aksakal, ben kendi kabıma sığmıyorum, sinirli bir şekilde geldim, dedi ondan sonra Juman iç çekerek.

–  Bu yaşıma kadar, işte, yemeğin başındayız ne büyüğe ne de küçüğe “sen” diye hitap etmeyen bir insandım. Bilmiyorum, halka yaptığım iyilikler önüme kötülük olarak çıkıyor. 

İhtiyar Jarılgap yüzü asılmış, başını önüne eğmiş bir durumda kafasını sallıyordu. 

– Ne söyleyeyim, iyi kötü birkaç yıl olsa da halkın ağası oldum. Savaştan sonra ekonomisi sarsılan kolhozun tam bugünkü gibi kalkınmasına benim de katkım olduğunu düşünüyorum. Hangi başkan benim gibi kolhoz çalışanlarıyla iyi geçindi, söyleyin doğrusunu? 

Benim aklıma daha önce ihtiyar Jarılğap’ın söyledikleri geldi. “Kızıl Tuv” kolhozunun önceki yöneticisinin bu olduğunu tahmin ettim kendi kendime. 

–  İşte şimdi de çiftlikten kovmaya çalışıyorlar...

– Yapma ya, dedi ihtiyar Jarılğap korkmuş gibi başını kaldırarak.

Juman kibirlenerek güldü ve:

–  Öyle aksakal, “Eğitimin yok, hayvan uzmanı değilsin, çiftliği yönetemiyorsun.” diyor. 

– Vay canına, buraya çeşit çeşit süt veren inekleri getiren sen değil miydin, dedi Ultuvğan nine dayanamayarak. 

–  Ne yapacaksınız, bu emeğimin hiçbir önemi yok.  

– Hangisi o senin işe yaramadığını söyleyen, dedi ihtiyar Jarılğap. 

Juman birden cevap vermedi. Soğuyan çayı mümkün olduğunca ağzına doldurup bir yudumda içti. Nefes alışı eskisinden de zor hâle geldi. Biraz sonra: 

–  Gençler, başka biri olsa neyse... Düne kadar kısacık saçlarını okşayarak elimde yetişen Raygül... İşte bugün, benimle sanki inatlaşırmış gibi istasyona gitti, dedi. 

Şimdi üçü de susmuştu. Kızın adını duyar duymaz profesörümüzün gönderdiği mektubu hatırladım. Bir süre sonra sanki şimdi kendiniz öğrenin dermiş gibi homurdanarak Juman çıkıp gitti. 

İhtiyar Jarılğap seslenerek: 

–  Kızım, dedi. 

İçerideki odadan ses çıkmadı. Yine: 

–  Kızım, dedi bu defa da ses yok. 

–  Hey, yer yarıldı da yerin dibine mi girdin, neredesin Raygül, diye bağırdı. 

Baş köşedeki odanın kapı perdesini hızlıca çekti ve soluk rengi atmış bir şekilde kız çıktı. Fısıldayarak: 

–  Baba, beni dinledikten sonra azarlasanız, dedi. 

Bu sırada Ultuvğan ninenin de: 

– Evet, ne oldu, diye sakin sesi duyuldu. 

İhtiyar Jarılğap bana gözünün ucuyla baktı ve tek kelime etmedi. Benim derin sessizliği bozup söze başlamam gerekiyordu. 

–  Raygül, bizim profesöre mektup yazan siz değil miydiniz, diye sordum. 

Kız aniden bana doğru döndü. Kocaman açılmış, yaşla dolu gözleri ışıldıyor, çatılmaya hazır olan kaşları titriyordu. 

–  Ben... 

Böylece Raygül’ü buldum. 

Öğretmenimin yolladığı selamı söyledim, mektubunu teslim ettim. Raygül, ilk başta inanmamış gibi baktı, mektubu açmadan elinde birkaç kez evirip çevirdi. 

–  Adresi yok. 

Hızlı hızlı okumaya başladı. Şaşkınlıkla bakakalan annesiyle babasına: 

–  Profesör kendisi yazmış. Anne diyorum, mektubun nasıl başladığına baksana: “Raygül, bence sen yaramaz bir çocuk olmalısın...” Bana yaramaz çocuk diyor. Anne, bana sadece sen yaramazım diyordun. O ne kadar iyi bir insanmış...

Büyük sevinci küçücük odaya sığmayacakmış gibi Raygül koşarak dışarıya çıktı. Sanki Raygül’ün anne ve babası hiçbir şey anlamamışçasına şaşırıp kaldı. 

–  Ne oldu böyle, dedi bir süre sonra ihtiyar Jarılğap. 

– Biraz önce bahsedilen önemli adamdan mektup gelmiş galiba, dedi karısı. 

–  İyi! 

İhtiyar Jarılğap öfkeliydi. Gözünü kapatan uzun kaşları çatılmıştı. Yaşlı karısına emretti:

–  Bu çocuğa yatak hazırlayıver, ondan sonra şu kızını bulup getir! Sevincin de bir zamanı var... 

– Gelir şimdi. Büyüdüğünü söylesek de hâlâ çocuk gibi, dedi sabırsızca Ultuvğan nine. 

Biraz nefes almak için dışarı çıktım. Yaz ayının göz gözü görmeyecek kadar karanlık bir gecesiydi. Tam da bu geceki gibi gökyüzündeki yıldızlar da çok değildi. Okşayan serin bir esinti. Bozkırın serin havası. Derin bir nefes alıp aklının estiği yere doğru gitmek istiyorsun. Köyün dışından, uzaklardan bir şarkı işitiliyordu. Kapkaranlık gecede işitilen şarkı ne güzeldi! Sadece uykudaki bozkır değil, bütün gökyüzü âlemi de şarkının ritmine eşlik ediyor gibiydi. Bazı yıldızlar şarkı eritiyormuş gibi dökülerek akıp tam başıma ulaşacakken yok oluyor. Şimdi bazen delikanlılar ve genç kızların neşeli gürültüsü, yankılanan kahkahaları net bir şekilde duyuluyor. 

–  Yaramazım, sesine kurban olayım…

Biraz ötede az önce kızını aramaya çıkan Ultuvğan nine de şarkıyı dinliyormuş. 

Benim için yatak baş odaya hazırlanmıştı. Eskisi gibi değil, mutlu olduğumdan mı yoksa köyün gençlerinin neşeli eğlencesi mi ruhumu okşadı, her nedense yatasım gelmedi? Biraz sonra kızıyla birlikte Ultuvğan nine de geldi. Ne olduğunu kendim de bilmiyorum, Raygül’ün gelmesine çok sevindim. 

O girdiği sırada bir avuç bozkır çiçeğini sundu. Tutkuyla kokladı ve önüme koydu:

– Sevdiniz mi?  Size getirdim. Mektubu getirdiğiniz için teşekkürler. 

Şimdi onun yüzünde ilk anlardaki küstahça inattan eser yoktu. Vücudundan bozkır çiçeklerinin hoş kokusu esiyordu. Yüzüne kan gelmiş, parlayan yüzüne, iki yanağının üstündeki oyularak inen güzel girdaplarına bakakaldım. O utanıp sıkılmış olmalı diye düşünüyorum. Kaşlarını çattı. 

Aklıma onun arabanın üzerindeyken söylediği söz geldi. 

–  Raygül, siz neden bana damat dediniz, diye sordum. 

Raygül, ilk başta bana bakıp sinsice gülümsedi ve benim gerçekten her şeyden habersiz şaşkın bir hâlde olduğumu anlayınca duraksadı. Fısıldayarak:

– Siz gerçekten bilmiyor musunuz? Tuhafmış, ben de sizin fotoğrafınız bile var, dedi. 

O sırada giriş odasındaki annesi: 

–  Raygül, yat şimdi! Sabahleyin kalkamayacaksın, dedi. 

Giriş odasına doğru giden Raygül, kapının önüne geldiğinde durdu ve birden döndü. 

–  Öğrenirsiniz daha, dedi. 

Bir süre duraksadıktan sonra tekrar fısıldayarak:

– Bir dahaki gelişinizde doğruca çiftliğe gelin, dedi. 

Sabah çaydan sonra gideceğimi söyledim. Ultuvğan nine bir gün kalmama memnun olmadı. 

–  Yavrum, eve gitmek için neden bu kadar acele ediyorsun? İki üç gün daha misafir olup dönseydin, dedi üzülerek. 

– Yine geleceğim, nine, sağlık oldukça daha çok geleceğim. Raygül ile işim var... 

– Tamam, gel yavrum. Bizim de temsilcimiz bu bir kız. Bunun geleceğini düşünüyoruz. Gelip gittikçe ona akıl ver. Bir tanecik nazlımız, çocukluk yaramazlığı hâlâ bitmiş değil. 

Dışarıda, kapı önünde dün gece ihtiyar Jarılğap’ın bindiği at eyerlenmiş, benim için hazırlanmıştı. İhtiyar adam, atı çözüp önüme çekti ve itirazlarıma aldırmadan koltuk altlarımdan destekleyerek kendisi bindirdi. 

–  Yine gel, yavrum. Yabancı hissetme, burası da senin, ailen olacağız. Dünürlerime selam söyle, dedi yaşlı kadın yine.

 Hava henüz ısınmadığından atı dörtnala koşturuyorum. Yol boyunca düşüne düşüne hiçbir cevap bulamadım. Babam neden “eski dostum” diyor, bu insanlar neden “dünür” diyor? Benim daha önce hiç işitmediğim hangi dünür bu? Nasıl işitmedim? 

Köye geldikten birkaç hafta sonra bir pazar sabahı sözünü açtım. Babam atını eyerlemiş... Otlağa dolaşmaya gidecekti. Annem sabah erkenden kolhoz fırınından bir posta ekmek pişirerek gelip (o fırıncıydı) sabah çayına yumurtalı ılık küçük ekmekler getirmişti. Çay içerken babamdan mümkünse bir at vermesini istedim. 

– Onunla nereye gideceksin? 

– “Kızıl Tuv” kolhozuna, dedim stajımın durumunu anlatarak.

– Bugün tatil günü ya, gidersen git, dedi annem hemen ekleyip:

– Nereye gideceğini söylemiyor işte, Jarılğap’ın evine gidecek. 

Tam bu anda benim için gizemli olan durumu sorma şansım oldu. 

– O insanlar geçenlerde size dünür dedi, hangi taraftan dünür oluyorsunuz, diye sordum. 

Babam ne diyeceğini şaşırıp kaldı. Annem ise başını çevirirken babama bir işaret yaptı. Fark ettim, masa altından babamı dürtüklüyordu. Bir süre düşünen babam boğazını temizleyip:

–  Oğlum, diye konuşmasına daha önce fark etmediğim eşsiz bir tonda başladı:

– Eski geleneklere göre çocuğa ömürlük yoldaşını anne ve babası arardı. Ancak bu günümüzde eski gelenek olarak kaldı. Ancak, biz, annenle ikimiz, belki onaylarsın belki de onaylamazsın, okulun iki yıl sonra bitecek diye bu Jarılğap’ın kızını istemek için sözleştik. Kızı kötü biri değil. Anne babanın kadrini de bilir. Ancak ikinizin anlaşması önemli…

 Her şey anlaşılırdı. Babamın söylediklerini sessizce dinledim, ancak hiçbir şey söylemedim. Ne diyeceğimi kendim de biliyordum. 

Eğer annem ve babam başka bir durumda, tam bu şekilde konuşmuş olsaydı ben onları suçlayıp azarlardım. Fakat şimdi sözlerini dinlemek istiyordum. Gizlemeye gerek yok, Raygül’den çok hoşlandım. Sanki karşımda duruyormuş gibi fısıldayarak: “Raygül, izin ver, ben de sana yaramazım diyeyim.”

Geçen gün fısıltıyla çağıran Raygül’ün sesi şimdi kulağımdan hiç gitmiyor. 

“Kızıl Tuv” kolhozuna gelir gelmez hemen süt ürünleri çiftliğine döndüm. Küçük avlunun kapısına atı bağlayıp yaya olarak girmek gerekiyordu. Kapının girişinde geniş bir avlu vardı. Kızıl kum kaplı yollar uzayıp gidiyordu. Otlaktan dönen sığırlar buz gibi yere yatıp geviş getiriyordu. Rüzgârın beyaz önlüklerini savurduğu sağımcılar, aceleyle oraya buraya gidiyordu Raygül görünmüyordu. 

Bir kadına sordum, yüzüme gözlerini fal taşı gibi açıp baktı. 

– Ne bu, sanki Raygül’ü arayan delikanlılar çoğalıyor, dedi kem küm ederek. 

– Ne delikanlısı, dedim kaşlarımı çatıp. Birden bir kıskançlık peyda oldu. 

Kadın bana köşedeki küçük beyaz evi işaret etti ve beni yolladı. 

Evin girişine geldiğimde köşedeki odadan işitilen sözlere tanık olunca kapının önünde durdum. 

Usulca bir delikanlı sesi:  

– Raygül, bugün işe gitmeyip özellikle seninle konuşmak için geldim... Ne oldu? Altı günden beri her akşam kapının önünde bekliyorum, sürekli ıslık çalıyorum. Neden dışarı çıkmıyorsun? Yoksa benimle buluşmak istemiyor musun, dedi.  

Kız neşeli bir sesle: 

–  Evet ya, moralin bozuk geldiğinden böyle konuşacağını hissetmiştim.  Hadi, bana baksana. Başka ne söyleyeceksin? Söyle, dedi. 

Delikanlı öncekinden daha kısık bir sesle: 

–  Raygül, seni anne ve babanın sözlendirdiği doğru mu, dedi. 

–  Tabii ki doğru. Hatta bu yıl sonbahara kadar evleneceğiz de. Biliyor musun kiminle, o profesörden mektubu getiren öğrenciyle... 

Delikanlı iç çekerek: 

– Tamam. O öğrenci, eğitimli, ama ben sıradan bir traktör şoförüyüm. Ne diyeyim, kendin bilirsin, dedi.

Yerinden kalktığını fark ettim, sandalye zorlanarak gıcırdadı. Kız şimdi ciddi bir ses tonuyla: 

–  Adil! Dur, önce dinle! Kendim bilerek mi dışarı çıkmadığımı sanıyorsun. Babam bugünlerde çok sert, hatta işe bile güç bela gönderiyor. Hepsi o öğrenci yüzünden... Bizim evde bir gece misafir oldu, ayrıca mektup getirdi. Ben ona: “Okumuş, eğitimli, iyi bir delikanlısın, evleneceğin kişiyi anne ve babanın aramasından utanmıyor musun?” diye söylemeye yeltendim ama fırsat bulamadım. Bir dahaki gelişinde çiftliğe gelmesini söyledim. Gelirse söyleyeceğim: “Doğru, size saygı duyuyorum, ancak…” dedi.

Bundan sonraki sözleri duyduğumda nefesim kesildi, çok üzüldüm. Kalmak için tahammülüm kalmadı. Hemen oradan ayrılmaya karar verdim. 

Ben bütün olup bitenleri baştan sona düşündüm. 

Raygül ile ikimizin arasındaki ilişkiyi kafamda ölçüp biçerek söylediği sözleri analiz ettim. Evet, aramızda hemen hemen hiç konuşma geçmemişti. Eğer bu mektubu vermeden önce babası orada olmasaydı o benimle hemen sert bir şekilde konuşacaktı. “Utanmıyor musunuz, öğrencisiniz...” diye beni suçlarcasına bakan yüzü gözümün önüne geldi.  

Dış kapıdan çıktığımda merkezdeki kolhoz bürosu yönünden “müjde” diye iki çocuk koşarak geliyordu. Sanırım, beni birine benzetti: 

–  Adil ağa, müjde, Raygül teyzeye bölgeden telgraf...

Yanıma yaklaştığında hızla yüzünü bana çevirdi. 

Ben çocukları yeni çıktığım eve gönderdim. “Allah’a ısmarladık, Raygül”. Buluşmaya cesaret edemedim, ikinci kez görüşemeyeceğim için hayal kırıklığına da uğradım. Çaresiz, geldiğim yoldan köye doğru dörtnala gidiyorum. 

…Yaz stajımın bitiminde geri dönüş yolundayken bölge merkezine uğradım. Havaların soğumaya başladığı yaz mevsiminin son ayının bir günüydü. Dinlenme parkında gezerken bölge öncülerinin saygı anıtına rastladım. Gözlerim bir sürü fotoğrafın ortasında duran kıza ilişince donakaldım. Gevşek örgülü kalın saçını elbisenin ön tarafına atmış, zeytin gözlerini kocaman açarak bir şeye şaşırmış gibi bakakalmıştı. Bu her zamanki görünüşüyle gözümün önünden hiç gitmeyen Raygül’dü. 

1956-1957

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 214. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 214. Sayı