Rumeli’den Çıktık Yola Adlı Roman Hakkında Düşünceler


 01 Mart 2019

(Reşit Hanadan, Rumeli’den Çıktık Yola, BAL-TAM. Prizren, 2015, 651 s.)

 Son yıllarda tarihî roman veya tarih konulu roman konusunda pek çok eser verildiği görülmektedir. Bu durum tarihin, romancıların en çok ilgilendiği alanlardan biri olduğuna işaret eder. Türk tarihinde savaşlar ve çarpışmalar az değildir. Zaferler, fetihler, başarılar olduğu kadar bozgunlar ve kıyımlar da yaşanmıştır. Bu felaketlerin edebiyata aksettiğini ve edebî eserlerde yeteri kadar işlendiğini söylemek mümkün değildir. Ama son yıllarda edebiyat alanında, bu görüşü değiştirecek bir hareketlenme gözlenmektedir. Çeşitli konularda uzmanlaşmış yazarlar, araştırıcılar, romancılar tarihte yaşananları merak ederek tarihî konulara eğilmekte ve bu meseleleri işleyen romanlar meydana getirmektedirler. Bu yazarlar romanlarında, bir edebi eserin gerektirdiği kurgunun yanında gerçeklere de önem vermekte ve bir araştırıcı gibi inceleme yapmaktadırlar. Türk tarihinin, özellikle yakın devirlerinde yaşanan pek çok felaket, yıkım, kıyım, bu romanlarda yer almaktadır. Yazarların ve araştırıcıların merak ettikleri konular arasında Balkanlar'ın ve Balkan savaşlarının başta geldiği açıkça görülüyor. Türk milleti bir asır önce çok acı bir olay yaşamış, vatan bildiği Rumeli topraklannı kısa bir süre içinde terk etmek zorunda bıra­kılmıştır. Buna rağmen, bütün sıkıntılara ve baskılara direnerek halâ o topraklarda hayatlarını sürdürmeye çalışanlar (sayıları az da olsa) bulunmaktadır.

Romancı Reşit Hanadan bunlardan biridir. Mamuşa doğumlu olan yazar, çocukluğunda bir süre Türkiye’de bulunmakla birlikte hayatının büyük bir bölümünü Kosova’da geçirmiştir ve geçirmektedir. Edebi­yat çevrelerinde önce hikâyeleriyle tanınan yazar son yıllarda kaleme aldığı hacimli romanlarla dikkati çekiyor. Bu romanlarında Rumeli Türklerinin yaşadıkları, hâlen yaşamakta oldukları problemlere bir roman kurgusu içinde ustaca değinmektedir. Bu yazımızda Reşit Hanadan'ın son romanı olan Rumeli’den Çıktık Yola adlı eseri ele alınmıştır.

Roman üç bölümdür. Birinci bölümde Arnavutların isyanı sebe­biyle Kosova’ya giden Padişahın seyahati ve o tarihlerde meydana gelen çeşitli olaylar anlatılıyor. Meclis ve hükümet tarafından, isyan­cıları yatıştırmak için, Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahat etmesine karar verilir. Bu bölümde geriye dönülür, Rumeli’de 93 Harbi'nden sonraki durum, kaybedilen topraklar ve yapılan göçler anlatılır. 5 Haziran'da Osmanlı Donanması İstanbul’dan hareket eder. Padişah ihtişamlı bir törenle İstanbul'dan uğurlanır. Rumeli’de karşılanması da çok coşkulu olur. Sultan Reşat önce Priştine’ye gelir, 16 Haziran Cuma günü Kosova Ovası’nda toplanılır ve Cuma namazı kılınır. Çok kalabalıktır. Herkes çok heyecanlı ve sevinçlidir. Gazeteler bu seyahati uzun uzun anlatmışlardır. Buna Üçüncü Kosova Seferi adı verilmiştir. Padişah Rumeli’den memnun ayrılır. Bu seyahat Padişah ve çevresinde yanlış bir izlenim de uyandırmaya yol açmıştır. Sultan Reşat, Rumeli’nin karışık olduğu, azınlık çetelerinin oradaki Türklere rahat vermediği gibi bilgilerin de doğru olmadığını düşünmektedir.

Romanın ikinci bölümü, Mamuşa’da yapılan askere uğurlama merasiminin anlatılmasıyla başlar. Bu bölümde köylüler hakkında bilgi verilir, yaşayışları anlatılır. Tarlaların veriminden ve alınan üründen bahsedilir. Köylülerle devletin ilişkilerinden, köydeki arazilere konan vergilerden bahsedilir ve köylülerin bu konuda yaptıkları itirazlar anlatılır.

29 Eylül 1911 tarihinde İtalya Trablusgarb’a asker çıkartır ve bölgeyi işgal eder. Osmanlı zor durumda kalmıştır. İtalya saldırısını genişletir. Ege'deki adaları ele geçirir. Çanakkale Boğazı’nı kontrol altında tutar. Bu durumda Boğazlardan Osmanlı gemileri geçememektedir. Kosova’daki, Prizren'deki memurların, devlet görevlilerinin ma­aşları ödenemez. Çünkü karayolu ve trenler, Bulgarların kontrolündedir. Bir taraftan da Arnavut ayaklanmaları devam etmektedir. Balkanlar’daki diğer milletler de için için kaynamaktadırlar.

Osmanlı Devleti'nin iç siyaseti de iyi bir durumda değildir. Meclis karışmış ve feshedilmiştir. 18 Ocak 1912’de seçimler yapılır. İttihat­çılarla İtilafçılar arasındaki uçurum gittikçe büyümektedir. İttihatçılara duyulan tepkiler yüzünden bütün ayrılıkçılar, işbirlikçiler, vatan ve millet düşmanları Hürriyet ve İtilaf Partisi'nde toplanmaktadır. Seçimi İttihatçılar kazanır. Fakat muhalefet seçimlerde hile yapıldığını ileri sürer.

İttihatçılar seçimleri kazanmış, fakat çeşitli anlaşmazlık ve uyuşmazlıklar sonucu kısa bir süre içinde peş peşe istifa etmişlerdir, ortalık boş kalmış, Hürriyet ve İtilaf Partisi seçimi kazanmadığı halde idareyi ele geçirmiştir. Ahmet Muhtar Paşa Sadrazam olur. Hürriyet ve İtilafçılardan bir kabine kurulur. İttihatçı avı başlar. Bu arada Trablusgarp Savaşı ile Arnavut isyanları devam etmektedir. Arnavutlar Üsküp’ü işgal ederler. Osmanlı hâlâ onlara karşı bir şey yapmamakta ve olayları nasihatle çözeceğine inanmaktadır.

Üçüncü bölümün başında Sırp Kralı Petar Karacorceviç'ten bahsedilir. Kralın geçmişi anlatılır, Sırpların tarihi hakkında bilgi verilir. Osmanlı’ya ilk isyan eden, böylece 1806 yılında Sırp ayaklanmalarını başlatan Kara Yorgi'nin torunudur. Kralla Rus elçisi görüşürler ve Balkan ittifakını konuşurlar. Aralarında yaptıkları antlaşmanın detayları, planları hazırdır. Şimdi Osmanlı’ya saldırmak için uygun bir anı beklemektedirler.

İstanbul iyice karışmıştır. Siyasi partiler durmadan mitingler ya­parlar. Herkes birbirini suçlar. Siyasi partilerden başka üniversite gen­çleri de ayaklanmışlar, Karadağ sefaret binasına yürümüşler ve tabela­sını söküp yere atmışlardır. Karadağ bunu bahane ederek ordusuyla İşkodra'ya yürür. 7 Ekim'de nota vermiş, 8 Ekim’de ordularını hare­kete geçirmiştir. İki cephede birden savaşmanın zorluğunu düşünen Osmanlılar İtalyanlarla Uşi Antlaşmasını yaparlar. Balkan devletleri harekete geçmek için tetikte beklemektedirler. Arnavutlar epey müzakereden sonra Osmanlı Devleti safında yer almaya karar vermişlerdir.

Balkan Savaşı başlamıştır. Cepheye giden askerlerin yollardaki perişan hali anlatılır. Durmadan yağmur yağar, ilerleyemezler. Cepha­neler taşınamaz. Askerin morali bozuktur, içlerindeki Bulgar, Arnavut asıllılar sevinirler. Firarlar çoktur. Durumu gören Selim Onbaşı'nın canı sıkılır. Düşman hem sayıca çoktur, hem mühimmatça üstündür. Sırplar Priştine’ye girmişlerdir. Priştine Mutasarrfı Malik Efendi esir düşer. Osmanlı kuvvetleri on gün içinde Balkan Birliği karşısında yenilmiştir. 24 Ekim 1912 tarihinde Ahmet Muhtar Paşa Sadrazamlıktan istifa eder. Kimse sadrazamlık görevini kabul etmek istemez. Padişah birini bulmak için epey uğraşır. Nihayet Kâmil Paşa 79 yaşında dördüncü defa sadrazam olur. 29 Ekim’de yeni bir kabine kurar. Ama savaşta durum değişmemiş, Türk ordusu büyük bir yenil­giye uğramıştır. Bunun neticesi olarak da Rumeli Türkleri yerlerini yurtlarını terk ederek yollara düşmüşlerdir. Tarihteki en büyük kıyım yaşanmaktadır. Türk göçmenlerin pek çoğu Sırp, Yunan, Bulgar çetecilerinin eline düşer, korkunç bir şekilde can verirler. 

Karakterler: Eserde olayların ön planda geldiğini, karakterlerin olayları açıklayıcı nitelikte olduklarını söyleyebiliriz. Yazar olayların gerçek, karakterlerin kurgu olduğunu belirtmektedir. Olayları anlat­mak ve daha belirgin hâle koymak için şahıslara yer verildiği anlaşıl­maktadır. Eserde kalabalık bir şahıs kadrosu görünmekle beraber olay­ların belli başlı birkaç kişi üzerinde yoğunlaştınldığı söylenebilir. Bunlar arasında Mutasarrıf Cemil Efendi, Zaptiye Serdar, Osman Ağa, Kasap Rüstem ilk akla gelenlerdir.

Romanın başında Cemil Efendi ile Zaptiye Amiri Serdarın aileleri tanıtılır. Cemil Efendi’nin Yemen’den Rumeli’ye tayin edildi­ği ve Prizren Mutasarrıfı olduğu belirtilir. Aileler, hanımlar, Rume­li’ye geldikleri için çok mutludurlar. Havasını, suyunu, tabiatını öve öve bitiremezler. Hepsinin sağlığı yerine gelmiş, birtakım sıkıntıları ortadan kalkmıştır. Yanakları pembeleşmiş ve sağlıklı bir görünüm kazanmışlardır. Fakat ne yazık ki bu mutluluk uzun sürmeyecektir. Hepsini bekleyen büyük bir trajedi vardır.

Dikkatli bakınca Serdar’la Cemil Efendi’nin silik ve pasif oldukları görülebilir. Onların bu görünüşleriyle devleti sembolize ettikleri düşünülebilir. Olaylar karşısında âciz davranışları, olaylara müdahale edememeleri, tehlikeleri önceden hissedememeleri, onları her durumda etkisiz bir hale getirmektedir. Bu elleri kolları bağlı ve uyuşmuş gibi görünen halleriyle, Osmanlı Devleti’nin bozulmuş kurumlanın tabii bir uzantısı görünümünden uzaklaşamazlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar yürekli olursa olsunlar, daima olaylann seyircisi konumundadırlar. Bu durum, onların arkalarında güçlü bir devlet olmamasının (hatta bir devlet olmamasının) tabii bir neticesidir.

Eserdeki karakterlerden biri de Arnavut asıllı Kasap Rüstem'dir. Kasap Rüstem, hikâyenin baş ve orta kısımlarında, oldukça canlı ve renkli bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır. Romanın büyük bir bölümünde onun üzerinde yoğunlaşıldığı, mesajların ve olaylann onun vasıtasıyla verildiği görünmektedir. Arnavut isyanlarının ateşli bir taraftarı olan Kasap Rüstem, gelişen ve gelişmekte olan bütün olayları takip eder, iç ve dış siyasetteki bütün haberler, yorumlarıyla birlikte, Rüstem tarafından verilir. Romanın baş kısmında aktif olan Kasap Rüstem, Sırpların Prizren'e girmesiyle birdenbire sahneden çekilir.

Yazar vatan kaybetmenin ne olduğunu göstermek için toprakları işgale uğrayan ve göç etmek zorunda kalan bazı şahsiyetlerden bahset­miştir. Bunlar Batum'dan göç eden Çerkez Ali, Sırbistan'ın Vıranye şehrinden gelen Harun Ağa ve Bosna'yı terk eden Hüsrev Efendi’dir. Prizren Sırpların eline geçince üçü de tekrar yer değiştirmek isteme­miş, Prizren Kalesi'ne giderek Sırplarla oradan savaşmayı tercih etmişler, sonra da kaleden atlayarak hayatlarına son vermişlerdir, ilginç olanı, Sırp asıllı Mihaylo Usta’nın da onlarla birlikte hareket etmesidir.

Eserdeki bir başka karakter Osman Ağa’dır. Mamuşa köyünün muhtarı olan Osman Ağa, çevresinde sevilen ve sayılan, itibar gören, sözü dinlenilen bir insandır. Büyük oğlu Sinan Yemen’de askerliğini yapmaktadır. Ortanca oğlu Selim, onbaşı rütbesiyle Balkan Savaşına katılmış, bozgunu yaşamış ve güçlükle köyüne dönmeye çalışmaktadır. Küçük oğlu Süleyman, Osmanlı’nın yanında yer almaya karar veren Arnavut İşkodralı Haydar’la birlikte Balkan Savaşı’na gitmiş, Haydar ve yanındakiler hayatlarını kaybetmelerine rağmen, o sağ ola­rak köyüne dönebilmiştir.

Bir başka nokta Mamuşa köyünün muhtarı Osman Aga’nın azınlıklarla olan münasebetleridir. Osman Ağa’nın, komşu köyden Sırp Yanko ve Arnavut Derviş Ağa ile olan yakın arkadaşlıkları, romanda dikkati çekiyor. Vuku bulan isyanların, ayaklanmaların ve savaşların onların dostluklarını bozmadığı görülmektedir. Onlar yıllarca tarlalarını beraber yan yana sürmüşler, dostluk ve ahbaplık etmişlerdir. Hepsi olanlara üzülürler. Ama kimsenin elinden bir şey gelmez. Her şey değişmiştir, değişecektir ve hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır. Türklerin aleyhine olan bu değişme karşısında koskoca Osmanlı Devleti âciz ve çaresiz, elleri böğründe kalmıştır. Tabiatıyla vatandaşları da bundan olumsuz bir şekilde etkileneceklerdir.

Romanın sonunda Sırp askerlerinin ve subaylarının davranışları, onların çetecilerle yaptıkları işbirliği gazeteciler vasıtasıyla tenkit edil­mektedir. Gazeteciler bütün bu olayları ve yapılan vahşeti, gazetele­rine bildireceklerini söylerler, gazetelerinde yazacaklarını belirtirler. Ama Sırp komutanlar buna aldırmazlar ve yine bildiklerini okurlar, aynı yanlışları yapmaya, cinayetleri işlemeye devam ederler.

Olaylar: Romanın başında Arnavut isyanları merkez olarak alınmıştır. Olayların tarihleri, seyri, isyancı liderlerin kendi aralarında anlaşamamaları, ihtilafları, fikir ayrılıkları uzun uzun anlatılır. Bu durum, eserin ortalarına kadar devam eder, sonra değişir. Konu, Os­manlı Devleti ’nin siyasetindeki karışıklık ve Balkan Savaşı olur. Bu arada Balkan devletlerinin planları ve ittifakları da eserde ayrıntılı olarak yer alır.

Romanda devrin bütün olaylarına yer verilmekte ve bütün prob­lemleri tartışılmaktadır. Bunların bazıları şöyle sıralanabilir: Arnavut­ların isyanı, rahatsızlığı, diğer Balkanlı milletlerin Osmanlıya savaş hazırlıktarı içinde olmaları ve aralarında Balkan Birliği antlaşması yapmaları, Sırbistan ve Rusya’nın tahrikleri, tabiatın güzelliği, toprakların verimliliği, hasadın bolluğu, köylü ile devletin münasebeti ve köylüye konan vergiler, 93 Harbi ve toprak kayıpları, askerlik ve askere uğurlama. Yemen, Osmanlı’nın iç siyaseti ve karışıklığı, siyası partilerin durumu ve mücadelesi, İtalyanlar ve Trablusgarp Savaşı, Arnavut Hasan Tahsin Paşa tarafından Selanik’in Yunan’a teslim edilmesi...

Bu arada bazı küçük olaylar da bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Sultan Reşad’a yapılması düşünülen suikasttır. Suikastın planı, ayrıntılı olarak gizlice hazırlanmaktadır. Sırp ve Rus ileri gelenleri de işin içindedirler. Suikastın, Kosova Ovası’nda gerçekleşti­rilmesi düşünülmüştür. Yapacak olan kişi, Arnavut kıyafeti giymiş Sırplı bir gençtir. (Padişahın canına kast eden adamın Arnavut olduğu­nun zannedilmesi, böylece Osmanlılarla Arnavutların aralarının daha çok açılması planlanmıştır) İleri derecede veremdir ve ölmek üze­redir. Suikast, Sırp Okulu Müdiresi Vera’nın haber vermesiyle son anda engellenir. Fakat suikastı asıl planlayanlar yakalanamaz. Kimlik­leri belirlenememiş ve kaçmışlardır. Bu arada, yakından takip edildik­lerini, birkaç kere kıstırıldıklarını öğreniriz; fakat Serdar ve ekibi her seferinde ellerinden kaçırırlar ve yakalayamazlar (Bu da Osmanlı'yı temsil eden karakterlerin basiretsizliğini gösteren bir başka kanıttır).

Burada suikast planının içinde yer alan bir karakterden, Milena’dan bahsetmek lazımdır. Milena, meyhanelerde şarkı söyleyen bir bar kadınıdır. Romanda çok canlı ve yırtık bir tip olarak görülüyor. Erkeklere düşkün olan Milena'nın, bütün bu kötü özelliklerinin yanında, vatanına aşırı derecede bağlı olması dikkati çekiyor. Hikâye­de Milena'nın baskın karakteri de vurgulanmaktadır. Emniyet görevli­lerinin onları birkaç kere kaçırmaları, pusu kurduktarı halde yakalayamamaları, Milena'nın işlek zekâsı ve mahareti sayesindedir. Son olarak suikast olayının roman kurgusuna zenginlik kattığını, hikâyeye polisiye bir görünüm kazandırdığını, gerilimi arttırdığını da burada belirtmek lazımdır.

Tabiat: Eserde dikkati çeken bir başka husus, tabiat tasvirlerinin bolluğudur. Mekânın güzelliği, ürünün bolluğu anlatılır. Rumeli'nin zengin tabiatı çeşitli vesilelerle tasvir edilir. Bunlardan biri Mutasarrıf Cemil Efendi’nin bakışıyla verilmektedir.

 

“Şu güzelliğe, şu insanın gönlünü ferahlatan manzaraya baksana hanım, dedi. Berrak bir gökyüzü, yemyeşil dağların karlı tepeleri ardından doğan güneş... Dağların yamacındaki tepeye kurulmuş, bayrağımızın dalgalandığı binlerce yıllık şu kaleye bak hele...

Evlerinin karşısındaki manzara gerçekten de büyüleyici ve görülmeye değerdi. Safiye Hanım, kocasının gösterdiği tepele­ri karlı, başı dumanlı dağa baktı. Şehre doğru alçalan yamaçlarından birinin üzerine kocaman bir kale yerleştirilmişti. Kalenin sağ tarafında koyu yeşil, mavi, mor renkler arasında kaybolup giden derince bir boğazın bitimindeki karlı tepeler sanki gökyüzüne değecekmiş gibi yükseliyordu. Şar Dağla­rı’nın bağrından kaynayıp aşağılara doğru çağlaya çağlaya akıp giden Akdere'nin şırıltısı evlerinin avlusuna dek duyulu­yordu. Eşi benzeri bulunmaz, masallardaki diyarları andırı­yordu sanki karşısındaki güzellikler. " (s. 35).

"Arada bir bahçedeki çiçeklere, meyve ağaçlarında ol­gunlaşmaya başlamış meyvelere bakıp duruyor, avludaki su yolundan akıp giden suyun çıkardığı şırıltıyı dinlerken epey yoğun geçen günün yorgunluğunu gidermeye çalışıyordu." (s. 95).

 

İstanbul'dan gelen Dahiliye Nazırı da Rumeli’nin tabiatına hayran olanlardan biridir. Ünlü Şar Dağı’nı ve bu dağ için yakılan türküleri duymuştur. Gezerken etrafı seyreder ve gördüğü manzara karşısında büyülenir. Onun duygulan eserde şöyle anlatılır:

 

"Demek ki methini duyduğumuz, türkülerini söylediğimiz Şar Dağları, şehrin sırtını yasladığı dağın tepesindeki kale buymuş ha? diye sordu. ” (s. 306).

“Dere kıyısını takip ederek Taş Köprü'ye geldiklerinde burada durup arabalardan inerek yollarına yaya olarak de­vam ettiler. Nazır bakışlarını tekrar tüm heybetiyle karşısında yükselen dağlara çevirdi. İlkbaharın tüm çekiciliği ve güzel­liği ile yansıdığı güzel bir gündü. Mor, mavi, yeşil renk cüm­büşü içerisindeki ulu dağların bağrında kocaman bir yar gibi uzayıp giden boğaza bakıp dururken bu güzelliği seyre doya­madı. Seyrederken bazı sorular soruyor, Mutasarrıf da kendi­sine Efendim en üstteki tepeler Şar Dağları'nın tepeleri, tepelerin öbür tarafındaki eteklerinde de güze! Köyler, kasa­balar, şehirler vardır, deyip sorularla ilgili açıklamalarda bulunuyordu.

“Şar Dağı’ndan kalkan kazlar, ak topuklu beyaz kızlar... türküsünde adı geçen meşhur Şar Dağları demek ki bu dağlar, ha? diye boyuna sorup duruyordu Dahiliye Nazın." (s. 307).

Eserdeki tabiat tasvirleri yukarıya alınanlardan ibaret değildir. Pek çok yerde farklı karakterlerin bakışıyla tabiatın güzelliği verilmiş, Rumeli tabiatının orijinalliği ve zenginliği, estetik bir bakışla ve şairane bir üslupla anlatılmıştır. Yeşilin renk renk olduğu, yeşilden başka sarı, mavi, mor renklerin de bulunduğu, binbir çeşitlilikle süs­lenen bir tabiat, renklerin ışıltısı ve canlılığı, mümbit bir arazi, verimli tarlalar, eserde uzun uzun tasvir edilmektedir.

Tabiatın bir başka görüntüsü, insan tarafından ekilen, işlenen tarlalarda ortaya çıkar. Romanda tarlalar da ayrıntılı olarak tasvir edilen yerlerden biridir. Osman Ağa'nın toprağı nasıl işlediği, topla­nan ekinlerin şiddetli yağmurdan nasıl korunduğu, tarlaların verim­liliği, ürünlerin bolluğu anlatılır, buğdayın ne kadar değerli olduğu belirtilir. Aşağıdaki alıntıda, tarlanın veriminden ve ürünün bolluğu­nun bahsedilirken, toprağını zevkle ve istekle işleyen Osman Ağa’nın mutluluğu da yansıtılmaktadır.

 

“Osman Ağa yüzünde damla damla birikmiş terleri sildi  sağ elinin tersiyle. Sonra da başını gökyüzüne kaldırarak  güneşe baktı. Tepesine kızgın bir saç gibi inen güneşin  ışıklarından gözleri kamaşmıştı. Etrafı, sallanan orakların kesip biçtiği altın sarısı kurumuş ekin saplarının hışırtıları kaplamıştı. Biçilmiş buğday tarlalarından genizleri yakan, ince, sert bir koku yayılmıştı ortalığa. Biçilen tarlalardaki ekin saplarının kökleri arasında börtü böcekler, yılan ve çıyanlar bir anda ortalığa çıkmanın verdiği ürkeklik içerisinde oraya buraya kaçışıp duruyorlardı. Ekinler biçildikçe  toprakta kalan kökleri arasından aylardır saklı kalmış bin bir çeşit, rengârenk çiçekler, otlar çıkıyordu meydana. Ekin demetleri taşınır taşınmaz çobanlar tarafından bu taraflara  yayılan sığırlar, koyunlar biçilen buğday saplarının kökleri basında ortaya çıkan bu taze nimetlerin şaşkınlığı içerisinde  keyifle otluyorlardı.

          Osman Ağa bu hengâmeyi büyük bir haz duyarak bir süre seyredip durdu. Kaç aylık uğraştan, ekin biçmeden, harmanda l dövüp savurmadan sonra sarı altın diye adlandırılan buğdaya sahip olacaklardı. Buğday demek ekmek, hayat demekti burada yaşayan insanların nazarında. Buğday, bir de süt, et  için yetiştirilen hayvan demek, servet demekti. Köylüler bu gerçeği buğdayla koyun gerisi oyun, sözleriyle dile getirirlerdi. En zengin, en hatırlı adam buğdayı, dolayısıyla da ekmeği, sürüsü olan adamdı bu civarlarda." (s. 266-267).

 

Tarihi ve Siyasi Konular: Romanda, Osmanlı’nın gerilemesi ve çöküşü ile ilgili pek çok mesele ortaya konuyor ve tartışılıyor. Bir iki küçük olay, devletin ne durumda olduğunu, kurumların ve kanunların nasıl laçkalaştığını ortaya koymaktadır. Bunlardan biri Padişaha hediyelerini götürmek isteyen Osman Ağa’ya takınılan tutumdur: 

Sultan Reşat’ın Rumeli seyahati kesinleşince halka duyurulur. Buna çok sevinen Osman Ağa karısına ve gelinine Padişaha verilmek üzere nakışlı çoraplar ördürür. Sonra bunları bir bohçaya koyarak Padişaha vermek ister. Fakat kapıdaki görevli onu içeri bırakmaz. Sebep de Osman Ağa'nın Türk olmasıdır. Görevli ona Padişahın buraya Türkler için değil azınlıklar için geldiğini, onların dertlerini dinlemek için burada bulunduğunu söyler. Bunun için Osman Ağa yerine Yanko’yu, Derviş Ağa’yı içeri alır.

İkinci olay Yanko ile ilgilidir. Zaptiye Hasan ile Levazımcı Gafur Ağa ordunun silahlarını gizlice Amavutlara satmakta ve bundan çok para kazanmaktadırlar. Bu işi Kasap Rüstem vasıtasıyla yaparlar. Silahlar Kasap Rüstem'in çiftliğine götürülüp oradan Arnavut isyan­cılara ulaştırılmaktadır. Bu iş çok gizli ve geceleri yapılmaktadır. Yanko bir defasında bunu görür ve görevlilere haber verir. Önce Mutasarrıfa söyler. Cemil Efendi ve Serdar hep birlikte Kadı'ya gider­ler. Fakat Kadı Hayrullah Efendi, Yanko’nun söylediği şeyi kabul edip işleme koymaz. Çünkü Yanko gayrimüslim olduğu için şahitliği yarım sayılmaktadır (yani Yanko'nun şahitliğinin kabul edilebilmesi için bir kişinin daha görmesi ve aynı beyanda bulunması gerek­mektedir).

Eserde yukarıda özetlenen olayların benzerlerine rastlamak mümkündür. Romanda, bu olayların sadece anlatılmakla kalmadığı, tartışmasının da yapıldığı görülmektedir. Bu eleştirilerden biri Osman Ağa vasıtasıyla yapılmıştır. Olayları yorumlayan Osman Ağa, devletin çarkının iyice bozulduğuna, Osmanlı'nın laçkalaştığına hüküm vermekten başka bir şey düşünemez.

Üzerinde en çok ve ayrıntılı olarak durulan konular, yapılan savaşlar ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu sıkıntılı durumdur. Osmanlı Devleti sallantıdadır, her bakımdan çöküşe geçtiği görülmektedir. Devlet büyük toprak kayıplarını yaşamakta, aynı zamanda bütün kurumları ve insanlarının da bozulmuş bir halde olduğu görülmektedir. Romanda Osmanlı’nın gerileme sebepleri sayılır. Bunlardan en önemli bilimde geri kalması ve çağı takip edememesidir. Aslında Osmanlının bilimde ve teknikte gerilemesi çok önceden başlamıştır. Daha 16’ncı asrın sonlarında ilmin dinî esaslara aykırı olduğu düşünül­müş ve Tophane'de kurulmuş olan rasathane hiç acımadan ve düşün­meden denizden topa tutularak yıkılmıştır. Bundan sonra yüzyıllar bu anlayışla devam etmiş, bir türlü akıllar başa gelmemiştir. Okuma  yazma oranı çok düşüktür. Bu durum, romanda şöyle anlatılıyor.

 

''Bilimde, teknikle Avrupa’dan, Amerika'dan çok gerideydi Osmanlı. Bir zamanlar Tophane sırtlarında kurulan rasathanenin başına gelenler aklıma gelince içi sızladı Sadrazam Hakkı Paşa’nın. Müneccimbaşı Takiyüddin ‘in 1575 yılında Tophane sırtlarında kurduğu rasathane dahi kurulu­şundan beş yıl sonra Şeyhülislam Kadızade’nin bağnazlığın bir ifadesi sayılabilecek Allah'ın işine karışılıyor... yolundaki fetvası ve Padişah III. Murat 'ın onayıyla denizden topa tutula­rak yerle bir edilmişti. O tarihten bu yana bilimde teknikte yerlerinde saymışlardı. Yıllar sonra akılları başlarına gelmişti ama artık iş işten çoktan geçmişli. Yıllar önce Tanzimat Fermanı’yla yapılan reformlar bile Avrupa ile aradaki farkı azaltmaya yetmemişti. Halkının ancak çok az bir kısmı okur yazardı. Tebaasının büyük bir kısmı okuma yazmayı dahi bilmezken onlarla nasıl mücadele edecekler, oyunlarını nasıl bozacaklardı?" (s. 18).

 

Romanda devrin tarihi ile ilgili geniş ve ayrıntılı bilgiler veril­mektedir. Bu bilgiler yalnızca Balkanlarla sınırlı değildir. Trablusgarp Savaşı ve İtalyanlar hakkında da romanda oldukça geniş bilgiler veril­miş ve açıklamalarda bulunulmuştur. Trablusgarp Savaşı anlatılmış, İtalyan ordusuna ve donanmasına karşı yenilme sebeplerimiz sayılmış ve eksiklerimiz belirtilmiştir.

 

"Osmanlı ile İtalya arasındaki savaş sadece Trablus­garp 'la kalmayıp çatışmalar yavaş yavaş Ege, Adriyatik ile Kızıl Deniz’i de kapsayan çok geniş bir alana yayılmıştı. Her bakımdan üstün olan İtalyanlara karşı koymaya çalışan Osmanlı ’ya Kaildeniz çevresindeki Şeyh Said adında bir Arap şeyhi de isyan edip İtalyanlara destek verince Osmanlı her geçen gün elindeki önemli bölgeleri birer birer kaybetmeye başlamış, dolayısıyla da 30 Eylül'de Trablus, 18 Ekim‘de Derne. 20 Ekim de de Bingazi şehirleri İtalyanların eline geçmişti. Bu arada kısa bir süre içerisinde Osmanlı tekrar toparlanıp kendine sadık kimi Arap kabileleriyle birlikte Trablusgarp'ı/ geri almak için İtalyanlara karşı saldırıya geçince İtalyanlar bunun acısını Akdeniz 'de bulunan birkaç Osmanlı gemisini batırmakla, Ege Denizi’nde Osmanlı'ya ait on iki adaya asker çıkarıp buralarını işgal etmekle, Osmanlı'ya sadık on binlerce Arap sivili esir alıp binlercesini de katlet­mekle çıkarmaya çalıştı." (s. 293).

 

Romanda üzerinde durulan meselelerden biri de ihanettir. İhanet, sık sık karşılaşılan ve önlenemeyen en acı ve çirkin durumlardan biridir. Arnavut isyanlarında kullanılan silahların orduya ait olduğu tespit edilmiştir. Osmanlı ordusunun içinden bazı insanlar, isyancılara silah ve mühimmat satmakta ve bir sürü paralar kazanmaktadırlar. Bu konu, Cemil Efendi tarafından dile getirilmiştir.

 

"Mutasarrıfın söyledikleri doğruydu. Yetkililer ne kadar uğraşıp dursalar, birileri, orduya ait oldukları şüphe götür­meyen silahlan asilere satıp duruyordu. Ortada korkunç paralar ve ihanet dönüyordu." (s. 319).

“Son zamanlarda isyanları bastırmak için gelen askerin arasında bile asilere sempati duyan, hatta onların saflarına katılmaktan çekinmeyen asker ve zabitler olduğu söyleni­yordu. Bunların çoğu Arnavut asıllı olsa bile, aralarında as­kerlik şereflerini beş paralık yapma pahasına, bunu para uğruna veya sırf İttihat ve Terakki Fırkası’na duydukları kin ve nefret yüzünden, hükümeti zor duruma düşürmek için yapan öz be öz Türk evlatlarının da bulunduğundan şüphesi yoktu." (s. 320).

 

Zaptiye Hasan ile Levazımcı Gafur Ağa Kasap Rüstem vasıtasıyla Arnavut isyancılara silah satarlar. Onlardan çok para alırlar. Bir gece birlikte yanlarındaki altınlarla kaçarlar. Bu arada Hasan’ın Arap, Gafur'un da Kürt olduğu belirtilir ve Türk’e olan öfkeleri dile getirilir. Fırsat bulunca onlar da ihanetten geri durmamışlardır.

Devletin içinde bulunduğu durumun hiç iç açıcı olmadığı, romanda sık sık belirtilir. Osmanlı’nın kötü hali Mutasarrıf Cemil Efendi tara­fından ayrıntılı olarak dile getirilir. Cemil Efendi devletin içinde bulunduğu bu kötü durumun, yönetimin daima yabancıların elinde olmasından kaynaklandığını düşünmektedir. Artık idareyi devletin asıl sahipleri olan Türklere vermek lazım geldiğine inanır. İttihatçılar bu hakikati görmekte ve buna dair önlem almaya çalışmaktadırlar. Cemil Efendi, İttihatçılara yapılan düşmanlığın da bu yüzden arttığını ve art­makta olduğunu belirtir:

 

"Ona göre (Mutasarrıfa göre), vatanı asıl sahiplerine teslim etmek gerekiyordu. Teslim edilmesi gerekenlerse her nedense şimdiye dek aşağılanıp kakılan, yönetimden uzaklaş­tırılan Türklerdi. Sadece askerlik yaptırılıp Hicaz 'a, Fizan ‘a. Yemen 'e, Kafkasya 'ya gönderilen Tiirklerin artık devletin asıl sahibi olduklarının kabul edilmesi, dolayısıyla da devletin idaresinin de ellerine verilmesi gerekirdi. İttihatçıların yap­mak istedikleri de işte buydu. Bu gerçeğin farkına varıp kendi­leri için tehlike çanlarının çaldığını gören azınlıklar, gayri­müslimler. büyük güçler çeşitli bahanelerle bunun önüne geçmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden bu bir ölüm kalım savaşıy­dı ve seçimlerde de hile dahil kazanabilmek için her şeyi yapmak mubahtı. Şimdiye kadar uygulanagelen ümmet siyase­tinden millet siyasetine dönmek artık şart olmuştu. Güya ümmeti Muhammed olan Arap, Kürt. Arnavut ve başka Müslü­man kavimler, Osmanlı'nın şefkatli kollarında kalmak gibi kutsal bir kuralı bozup isyan ederek askerimize kurşun sıkarsa ihanetlerinin bedeline katlanmalıydılar. Bunun başka yolu yordamı yoklu. Aksi takdirde ne dinimiz, ne devletimiz, ne de dilimiz kalacaktı. Bu yüzden, devletin asıl efendisi, kurulduğu ilk günlerinde olduğu gibi Tiirkler olmalıydı. " (s. 343-344).

 

Mutasarrıf Padişahın ve hanedanın da devlete ve halkına sahip çıkmadığını söyler. Bunun sebeplerini sayar. Padişahlar Türk olmayan kadınlarla evlene evlene artık onların da ya kanları bozulmuş ya da karılarına uyup entrikalara alet olmaktan başka bir iş yapamaz olmuş­lardır.

 

“Ne desem ki Serdar Bey oğlum... Galiba son zamanlarda onların da kendi tahtlarından başka düşündükleri bir şey yok gibi. Kanları mı bozulmuş ne? Birbirlerinin kuyusunu kaz­makla meşguller. Baksana son üç padişahımıza. Üçü de kar­deş ama, başka başka analardan. Anaları da Türk kızları değil. Ya Gürcü, ya Abaza, ya Arnavut ya da Çerkez. Dördün­cü kardeş Vahdettin Efendi 'nin anası da ona keza... Bunlar­dan öncekilerin analarıysa ya Hristiyan veya Yahudi dönmeleriydi. Alman Protestan Papaz Solomon ’un Türkler dünyaya, karıları da onlara hükmeder, yolundaki sözleri boşuna söylen­memiş. Kimi padişahlarımızın karılarına uyup türlü entrika­lara alet olduklarını tarih kitapları bile yazıyor. Böyle olunca da..." (s. 344).

 

Cemil Efendi yöneticileri tenkit etmeye devam eder. Bir kere önce halkın dilinden ayrıldıklarını, halkın anlamadığı bir dilde konuşup durduklarını söyler. Çoktandır yönetimin zaten Türklerin değil Türk olmayanların elinde bulunduğunu tekrar eder. Türkler ise Türk olduk­larını bile söyleyemeyip sadece Osmanlı olduklarını belirtmektedirler.

 

“Kendi milletinden uzaklaşıp yabancıya hayranlık duyarlar. Millet Arapça, Farsça konuşan başındaki adamı anlayamaz. Sadrazamların, vezirlerin, nazırların bir çoğu Türk olmamaları bir yana, Müslüman kökenli dahi değiller; kuruluşundan beri Osmanlı’nın başına geçen aşağı yukarı iki yüz küsur sadrazamdan çoğu, yüz elliden fazlası Hristiyan veya Yahudi dönmesi... Türk olanların yüksek devlet ve eğ­itim kurumlarına alınmadığı tuhaf bir sistem anlayacağın... Çocukları Arabistan çölleriyle Kafkasya'nın karlarında ölüp giden zavallı halkımız, yani bu devletin kurucu unsuru Türkler zamanla kendilerine Türk demekten çekinir oldular. Başkaları göğüslerini gere gere Arap, Rum, Gürcü, Yahudi, Sırp, Bulgar, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Ermeni olduklarını söylerlerken biz hep kendimize Osmanlıyız deyip Türklü­ğümüzü belirtmekten korkar olmuştuk. Gayrimüslim veya Türk olmayan Müslüman mebusların Meclis-i Mebusan’daki tartışmalarında ortaya attıkları akıl almaz görüşlerine bakı­lırsa bunun bundan böyle de devam etmeyeceğini söylemek yanlış olur. " (s. 344-345).

 

Bu arada ekonomiye de değinilir ve Osmanlı ekonomisinin çok kötü bir durumda olduğu belirtilir. Devletin dış borcu çoktur. Bu dış borç kendi kendimizi idare edemez bir hâle, dışarıya bağımlı hâle getirmektedir. Mutasarrıf bunu bir örnekle anlatıyor. İsyanları bastır­mak için nasıl yabancı devletlerden yardım istediğimizi ve bunun hazin sonuçlannı da şöyle anlatıyor:

 

“Üstelik Avrupa devletlerine gırtlağa kadar borca da batmışız. İşimiz zor Serdar Bey oğlum. Bir zamanlar yabancı ülkeleri, kralları, prensleri koruması altına alan, darda kalanlara şefkatli kucağını açan Osmanlı, Girit’teki Yunan isyanını bastırmak için Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa nın yardımına muhtaç oldu. Girit isyanını bastırmak karşılığında kendisinden oğlu için Halep ve Şam valiliklerini talep eden Mısır Valisi’nin isteğini reddedince de vali kuvvetl­erinin Anadolu'nun içlerine kadar ilerlemesi karşısında bu kez Osmanlı Rusya’dan imdat istedi. Mısır Valisi, Rus gemi­leri ancak İstanbul önlerinde demirleyince yapılan barışla geri çekilmeye ikna edilebildi. Lâkin bu sefer İstanbul’da yuvalanmaya çalışan Ruslara karşı İngilizlerden yardım talep edildi. ” (S. 346)

.

Cemil Efendi Türk halkına da tenkitlerini yöneltiyor. Herkes  çalışırken bizim insanlarımız kahvehanelerde vakit öldürmektedirler. Miskin olmuşlardır. Topraklarına sahip çıkmamaktadırlar. Bu durumlar­dan kurtulmak için milletin uyanması lazımdır. Mutasarrıf kendi oğlu­nu da bu arada tenkit eder ve bir gayrimüslim kızın peşinde avare ava­re dolaştığını söyler. Bizimkilerin bir Kasap Rüstem kadar olamadık­larını düşünmektedir. Kasap Rüstem’e, Meyhaneci Corce’ye, kendi milletlerini sahiplendikleri için saygı duyar. Ona göre bizi ancak bir mucize kurtarabilir. Yoksa halimiz hiç de iç açıcı değildir.

 

"Allah sonumuzu hayırlı getire, diye yanıt verdi Mutasarrıf. Hiç de iyi şeyler olacağa benzemiyor ya, biz elimizden gelen çabayı esirgemeyelim. Bakarsın belki de bir mucize olu­verir de nice şehidin kanıyla sulanmış bu topraklar, üzerinde  yaşayan aziz ama bağrı yanık milletimizin bahtı ak olur. Lâkin halkı, milleti de onulmaz bir uyuşukluğa itip miskin eylediler bu idareciler. Baksana sabah akşam kahvehanede vakit geçirip dururlar. Gençler de öyle. Kendi oğluma bakıyorum da utanmaktan kendimi alamıyorum. Bir gayrimüslim yosmanın peşinde dolaşıp durur. Millet de gaflet içerisinde. Onu, yani milleti uyandırmak lazım. Hiç beğenmediğimiz şu Kasap Rüstem kadar olamazlar. Adamın, bir kasap bozuntusunun halkı için, milleti için bunca koşturup durmasına gıpta etmemek el­de değil. Meyhaneci Corce de ona keza... Bizimkiler miskinler gibi uyuyup dururlar. ” (s. 347).

 

Yaşanan problemler bazen Mutasarrıf Cemil Efendi gibi karak­terler vasıtasıyla ifade edilir, bazen de anlatıcı tarafından ortaya konur. Devrin tarihi ve siyasî olayları ve savaşlar, çoğunlukla anlatıcı tarafın­dan ortaya konmaktadır. Anlatıcı, tarihî ve siyasî olayları verirken, devletin yaptığı hatalara da değinir. Devlet kademesinde bir sürü hata­lar yapılmıştır ve yapılmaya da devam etmektedir. Bunlardan biri de bir Ermeni'nin sözüne güvenilerek Rumeli’de savaş çıkmayacak diye ordunun terhis edilmesidir. Romanda bu, şöyle anlatılıyor:

 

"İtalya ile savaşın hâlâ devam ettiği. Arabistan, Anadolu ve Rumeli ’de isyanların giderek şiddetlendiği bir dönemde her ne hikmetse Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa’nın ilk yanlış kararlarından birisi de Ermeni asıllı Hariciye Nazırı Gabriyel Noradunkyan 'm Meclis’te Rusya artık savaş olmayacağı yo­lunda garanti vermiştir...şeklindeki sözlerine inanılıp ordudan 120.000 askeri terhis etme gafletine düşmüş olmasıydı.

Bu gafleti görüp de endişelerini dile getirenler, uyarılarda bulunanlar vardı. Lâkin sadrazam, devleti yönetenler bildik­lerinde ısrar ediyorlardı. Uyarıda bulunanların görüşlerine bakılırsa, bu aymazlık ve gaflet karşısında sorumluluk taşımak istemeyenler de görevlerinden istifa ederlerken Sadrazam ile nazırlar sivil ve askerî kilit makamları liyakat ve kabiliyetlerine bakmaksızın kendi yandaşlarıyla doldurma gayretine girdiklerinden çok zor bir dönemde bulunan devlet giderek artık kör topal bir adama benzemeye başlamıştı. ” (s407- 408).

 

Tabiî ki bu sözde teminat kasıtlı verilmiştir. Bunun bir şaşırtmaca olduğu çok bellidir. Ama yönetim kadrosunda bulunanlar hâlâ hatalara devam ederler ve Rumeli on günde elimizden çıkar. Milyonlarca Türk yollarda, cephelerde telef olur. Bu gerçek, romanda şöyle anlatılıyor:

 

"İdarecilerin gafletleri, aymazlıkları, ihmalleri, basiret­sizlikleri ve hatla ihanetleri yüzünden koca Rumeli'yi birkaç günde sadece düşmana kaptırmakla kalmamış, binlerce asker­le masum insanın ölümüne, on binlercesinin yaralanıp sakat kalmasına, yüz binlercesinin de perişan bir halde yollara dü­şüp İstanbul'a, Anadolu 'ya doğru kaçmalarına, bir o kadarı­nın da düşman boyunduruğu altına girmelerine neden olmuş­lardı. "  (s. 564).

 

Romanda vaka zamanı 1911-1913 yılları arasıdır. Olaylar 1911 yılının Mayıs ayında başlar, Birinci Balkan Savaşı’nın bitiminde, Rumeli'de Arnavutluk'un kuruluşunu ilan eden bir gazete haberi ile sona erer.

Roman zevkle okunan rahat ve akıcı bir dille yazılmıştır. Eserde Balkan Savaşı’nda Rumeli'de yaşananlar, Osmanlı Devleti'nin iç ve dış siyaseti, ustalıklı bir şekilde verilmektedir. Eserin, karakterler üze­rinde yoğunlaşılmasından ziyade bir toplumun romanı, Türk toplumunun romanı, olduğunu görüyoruz. Yazar o devri sorguladığı gibi günü­müze de mesaj vermiş olmaktadır. Çünkü o hatalardan bazıları bugüne kadar gelmekte, hâlâ bugün de yapılmaktadır.

Rumeli’yi kaybetmek Türk milleti için onulmaz bir yaradır. Türk tarihinin yüz karası, alnının lekesidir. Bu felaketin sorumluları, o zamanki yönetimdir. Başta padişah olmak üzere sorumlu mevkide olan herkes, ihmalkâr davranmış ve vazifelerini yerine getirmemişler­dir. Acısı hiçbir zaman geçmeyecek olan, yüzyıllar sürecek olan bu kaybın telafisi mümkün değildir. Bu kaybın tesellisi ve mazereti de bulunmamaktadır. Bu sorumluluğu sadece Türk olmayanlara yıkmak, onların sebep olduğunu söylemek bizi sorumluluktan ve hatadan kurtarmaz. Yapılan yanlış daha çok bizimdir, yani Türklerindir. Çünkü bu hareket Türklere karşı yapılmıştır ve yapılmaya da devam etmektedir. Dileyelim ki bu gerçekler edebiyatta işlensin, bu konuyu ele alan romanlar meydana getirilsin, getirilmeye devam etsin. Bu suretle, eserler vasıtasıyla (edebiyat vasıtasıyla), insanların şuurlanması sağ­lansın, toplum ve yöneticiler akıllarını başlarına almayı ve bu tip hata­ları tekrarlamamayı bu yolla öğrensinler.

Rumeli’deki topraklarımızı kaybetmek konusunda bazı fikirler ileri sürülüyor ve görüşler ortaya atılıyor. Bunlardan biri bizim asıl vatanımızın Anadolu düşüncesidir. Buna göre Rumeli’ye yerleşenler Anadolu’dan o topraklara gönderilenlerdir. Balkanlar kaybedilince Rumeli'de yaşayanlar asıl topraklarına, Anadolu’ya, dönmüşlerdir... Bu tarz düşünceler son derece yanlış, saçma ve an­lamsızdır. Bir teselliden ve kendi kendini kandırıştan öteye gidemez. Böyle bir düşünce tarzı, ecdadımızın Rumeli’ye bir süre için misafir­liğe gittiği gibi saçma ve gerçek dışı bir başka düşünceye de yol açmaktadır. Rumeli, ecdadımız tarafından bir fantezi olsun diye, bir macera olsun diye, bir heves uğruna fethedilmemiş, şimdilik gitsinler de ilerde belki dönerler diye asla düşünülmemiştir. Bunun, olsa olsa, bir beceriksizliğin, elindekilere sahip olamamanın saçma, akıl dışı bir mazereti olarak ileri sürüldüğü düşünülebilir. Çünkü, Rumeli ayrı bir vatan, Anadolu ayrı bir vatan toprağıdır (idi). Birinin olması diğerinin olmamasına veya kaybedilmesine (veya kaybedilebilir olmasına) mazeret olamaz. Rumeli bizim asıl vatanlarımızdan biriydi, vatan toprağımızdı, koruyamadık, sahip çıkamadık ve kaybettik. Büyük, çok büyük, telafisi imkânsız hatalar yaptık. Tarihin, yapılan hataları affet­mediği görülmekte ve yaşanmaktadır. Bugün bize ancak ve yalnız, bu hakikati kabul etmek ve bu acı gerçekle yaşamak zorunda olmak kalı­yor.

Sonuç olarak Türklerin pek çok hatalarının bulunduğunu ve ne yazık ki bu hatalara hâlâ devam edildiğini söylemek zorundayız. Fakat bu eksikliklerin yanında mükemmel ve gıpta edilecek özelliklerimizin de olduğu bir gerçektir. Bunlardan birisi, Türklerin destanlar yarat­madaki kabiliyetleridir. Türkler her zaman destanlar meydana getirmiş bir millettir (Atatürk’ün önderliğinde kazanılan Millî Mücadele’nin ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir modern zaman destanı olması gibi). Bu destanlar geçmişte savaş meydanlannda yaratılmış, modern dünyada ise başka alanlarda destan muhtevasında eserler meydana getirilmiştir. Rumeli’den Çıktık Yola romanının da Balkan Savaşı'nın bir destanı olduğu söylenebilir. Ayrıca bu roman, Balkanlar’da yaşayan ve bütün olumsuzluklara rağmen Rumeli'yi terk etmeyen Türklerin de destanıdır. Yine bir başka destan, aynı topraklarda bıkıp usanmadan yayın faaliyetini gösteren yakınlarımız, hemşerilerimizdir, soydaşlarımızdır. Yani bu kitabın basılmasıdır. Onun için romanı, güzel bir baskıyla yayın hayatına kazandıran Bal-Tam’a (başta Tacida ve Nimctullah Hafız olmak üzere, emek veren bütün herkese) hizmetlerinden dolayı teşekkür etmeyi de unutmamalıyız.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 147. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 147. Sayı