HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
NIKA ZHOLDOSHEVA 2
Osman Çeviksoy 3
HİDAYET ORUÇOV 4
ŞEFA VELI 5
KEMAL BOZOK 6
HUDAYBERDİ HALLI 7
Bir sene önce bir ünlü insanın yaş yılı kutlamasının ertesi günü telefon çaldı. Açtım baktım Sakem imiş, “Evde misin?” dedi. “Dışarda olsaydım telefonu açar mıydım” dediğimde, “Belki dedim, seni sadece akşamları değil, gündüzleri de düğünlerin hepsine davet ederlermiş, onsuz düğünler neşesiz hale gelmiş diye duyduydum, yoksa aramadan çıkar gelirdim”. Tamam, ben şimdi geliyorum diye güldü. “Hey, ben şimdi düğüne gidecektim, tamam artık sen ilk defa telefonla arayarak gelecek olman büyük haber. Onu kutlayalım”.
Şu andaki durum hakkında, problemler üzerinde tartışmaya başladık. Dünyayı bir çark dolaşıp geldikten sonra biraz sakinleşmiş olduk sanki. Dünkü düğünü hatırlayarak, fırsatı gelmişken söyledim: “Mollake (onunla birbirimize böyle hitap eterdik) insanların çoğu altmış yaşı geçince her beş yılda yaş kutlaması olarak düğün yapıyorlar. Gelecek sene sen de yetmiş yaşına geliyorsun. Güzel bir şekilde sana da düğün yapalım. Zamanında çoğunun çayını içtin, onlar da beklerler, Sakem’in düğününde çehremiz açılıp, gerçek düğünün örneğine şahid oluruz ümidiyle kendi taraftarların seviniyorlar”…diye sözümü bitirmeden: “He…he..he… tamam tamam anlaşıldı… Hiçbir zaman yaş kutlaması düğünü yapmam, mollake, kışkırtma. Sen de bilirsin biz bu dünyaya kendi isteklerimizle gelmedik, aniden geldikten sonra insan olarak başkalar için örnek olacak iş yapamazken, hey ben yetmiş yaşına gelmişim, müjdemi istiyorum dercesine, halkı toplayarak sırayla konuşmasını yaptırmanın kendisi olmadık şeydir. Gelenlerin gönül alacak söz söylemeden, birbirini tekrarlayarak, seni gönül için övüyorsa, sen de o sözlere şişip, çocukların noel babaya sevindiği gibi gözünü süzerek heybetli kıyafet gösterip otursan. Aklı başında olan insan ne düşünür? Ya ben halkımı kölelikten kurtaran bir kahraman olmazsam, ya da onlara doğru yolu gösterip, o yola arkamdan takip ettiren bir danışman olmazsam…” diyerek adetince kendini küçük görerek, insanlık farzı yüksek tutarak benim dediklerimi kabul etmemişti.
Kader yazısına çare yok. Kendinin doğuştan gelen temiz duyusu fısıldayarak, “Sen o günlere ulaşamazsın” dedi mi, bugün Sakem’in kendisi yokken canını sıkmadan düşündüğümüz fikirlerim izi ortaya koymanın yeri geldi.
Geçende söylemiştim: Sakem’i bizim toplumumuzun bugünkü gündeki ölçüsü ile değerlendirdiğimizde, sözleri değil, iç dünyası ile de her tarafı parlayan gevher taşı gibi görünen yetenek idi. Onun birinci özelliği nazımda açılmıştı. “Şuuldaba teregim, terekterim” ağıdı usta kuyumcu yerleştiren kelimelerin dökülen musiki ritmi büyüleyen okuyucunun aklından gitmez estetik rahatı ile sınırlanmadan, içeriği de birçok insanın gözbebeklerini acıtarak of çektirerek ağlamasını getiren duygulu etkisi ile halkın aklına yerleşen klasiğe dönüştü desek de tereddüt etmeye sebep yoktur. Nazımda Sakem çeviri alanına da ilgi göstermeye başladı. Başkalardan farklı olarak, klasiğe kendini kaptırmadan bugünün şartlarına uygun, kendince enerjik haysiyeti olan şairlere başvurarak, onların arasından özellikle Türk şairi Nazım Hikmet’e dikkat çekmeye başladığını duyduktan sonra, Rus dilinden çevirirse şairin özelliklerini açık yansıtamayabilir diyerek, Moskova’dan küçük Türkçe-Rusça sözlüğü yanında Bulgaristan’da yayımlanmış olan Hikmet’in şiirlerinin koleksiyonunu getirdim verdim. Kendisi de bazı kitapları bulmuştu, bütün vücuduyla kendini çeviriye kaptırdı. Sonradan onun çevirisini okuyup, Rusça varyantı ile karşılaştırıp, Türkçe nüshasına da genel anlamda baktığımda, sanki Kırgızcası benim için daha görkemli, sadece bu değil hayalimi alevlendiren sihirli atmosferi varmış gibi hissedilip, “Macürüm taldı” okuduğumda kronik film seyretmiş gibi, hadiseler gözümün önünden geçerdi. Hoş bir çeviri işte bu olsa gerek diye düşündüm. Fakat bunu Salican’a söylemedim. Onun sırını biliyorum: “Hey, molla, daha istediğim gibi olmadı” diyecekti. Nazım’ın gücü bir mucize değil mi, Sakem nerden okumuş bilmiyorum, bana dedi: “Hikmet’in o şiirini okuyup, Atatürk de gözüne yaş alarak keşke bu adam bizimle olsa olurdu, komünist olduğuna bak bunun” demiş.
Nazım alanında çalışmaya devam etmiş olsaydı Kırgız dilini zenginleştirerek, biçimini genişletip derinleşen çok sayıda eserler yazılacaktı. O, o dönemde üstat olarak kalemi keskinleşerek, başı düşünceye, yüreği mucizevi Hayallere kanmış idi. Hangi yıl olduğu aklımda yok, Turgunalı Moldobaev, Colon Mamıtov olarak Arslanbap’a, ondan öteye Sarıçelek’e gitmiştik. Yolda giderken her şey hakkında sohbet olur ya. Barpı, Cenicok, kopuzçu Niyazaalı… anmadığımız kişi kalmamıştı. Çağdaş şairlerimize sıra geldiğinde Colon dedi: ”Şiir yazma alanında Salican abimi geçecek usta üstadı henüz görmedim. Şaşırıyorum. Fakat bu kişi aşırı derecede akıllı. Aydın kişi, biraz da saf olsaydı ne kadar güzel olurdu” dediği hala aklımdadır.
Nesir türünde de yazdı. Fakat erkenden kendini bilime verdi. Ben bir defasında kendi fikrimce ”Sen edebiyat alanında devam etseydin büyük klasiklerden olurdun, bilimde sanat oluşturmak için fazla zamanın olmuyor ” dediğimde bana vermiş olduğu cevabı buydu: “Eeey, molla, sen yurt dışında olup, buranın şartlarından uzaklaşmış durumdasın. Bugün bizde, Kırgızda, kim çok? Uzmanlar, meslek sahipleri, mühendisler ile teknisyenler değil yazarlar çok. Bunların çoğu “emeği geçen” unvanı kazanmış, göğüsleri madalyalar doludur. Onlar özel statüye sahip şımarmış insanlar. Yazdığı her satır için telif hakkı alıyorlar, kitapları cilt halinde sırayla yayımlanıyor. Geçim sıkıntısı yok. Tenkitçi olursan dosttan çok düşmanın oluyormuş, bu bizim yazarlara ne kadar doğruyu söylesen de darılırlar, çünkü herkes kendini farklı bir yetenek olarak sayarlar. Bir de onların Allah tarafından verilmiş kanadı olmasa, bin kere tenkit etsen de, yükselterek uçuramazsın. Tenkitçilik bu bedava meslek imiş”.
“Şair ya da yazar olarak, sakin bir şekilde geçinmek için zikrettiğim “şımarıklar” sırasına katılmak lazım. Hükümet ile partinin siyasetini överek, iyi roldeki kahramanları yaratarak, ideolojiye bandırılmış eser yazmazsan, gazetelere her bayramda şiir yayınlamazsan, yukarıdakilerden kimse sana itibar etmez. Ben fakirin, öyle işleri yapamazmış. Kitap yayımlamak için birine gidip, aracı göndertip, misafirliğe çağırıp, gönlünü almak lazımmış, onlara bağımlı hale gelirmişsin. Ben bunu da yapamam. Şimdi de devamlı maaş alıp, aileye bakmak için bilim dışında başka yol görünmüyor. Orda işine göre, güreşirse güreşip, çelme atarsa çelme atıp, halisane işime devam ediyorum. Büyükleri ile de dost oldum” dedi.
Sonradan Bilimler Akademisi’nde çalışırken laftan laf çıkarak bir hadiseyi anlatmıştı-“-Herkes soruyor: Akademide iş çok olsa gerek diye. Ben de şakayla, ne işi orda keyif çatıyoruz. Öğleye kadar otururum, öğleden sonra şapkamı sandalyenin başka ucuna ters tarafı bakar şeklinde bırakıp gidiyorum. Halkın hepsi bu az önce dışarı çıkmış diye anlaşılsın diye. Akşam da gelirim şapkamı alır giderim” demiştim, onu da hemen o denemdeki partinin şehir komitesine ulaştırmışlar. Bir gün şehirdeki parti kurumlarının sekreterlerini çağırıp, o dönemdeki Birinci Sekreter Karıbek Moldobaev toplantı düzenleyip tarladaki hasadı kaybetmeden zamanında toplamak için her gün yardım için memurlardan gönderelim dediğinde, akademinin temsilcisi başka bir bahane bulamamışçasına “bizde şimdi ilmi işlerin tamamlamaya zaman az kaldı, bizi muaf tutsanız” diye rica etmiş. Boş bahane olduğunu anlayan Moldobaev “Akademideşimdi herkes boş. Bunu Salican Cigitov söylüyor. Bu kişi doğru söylüyor, ben ona inanıyorum. Bir kişi eksiksiz özellikle Akademiyi kontrol ediniz” demiş. O olaydan sonra Tarih Enstitüsü’nün müdürü beni gördü ve “Hey, Salican, sen burada keyif çatıyorsan, kimseye duyurmadan edemez miydin, niye her yerde “bizde serbest” diye dolaşıyorsun, bak senin yüzünden hepimizi tarlaya işe kovuyor” dedi. Ne diyeceğimi de bilemeden “Affedersiniz, bu Akademideki büyük sırı gizli tutuyordum, şeytanın iteklemesiyle ağzımdan kaçmış. Fakat ben demiştim: sadece müdürler zavallılar çalışıyorlar, biz diğerlerimiz için keyif çatmak” demiştim dediğimde, çaresiz gülerek “Ey cadaloz senden söz kaçıp kurtulmaz, dilini kesecek kişi yok, hadi gel öyleyse satranç oynayalım” diye odasına girerek, satrançta onu kazandım. Bana dikile bakarak “sende ayıp denen bir şey var mı?” dedi. “Bende ayıp denen bir şey olduğu için halkın önünde sizi kazanıyorum. Çok çalışan adamın satranç oynamaya vakti olmaz, antreman yapamaz, ben ise keyif atan serbest adamım, her gün satranç oynarım. Şayet siz kazanacak olursanız halkta ters fikir oluşmuş olacak ” diye hepimiz kahkahayla gülmüştük.
Böylece romantik- şair dostum pragmatist-bilim adamı oldu. Şimdi düşünüyorum bu yaptığı da doğruymuş. Çünkü Salican’ın Kırgız halkının tarihine, geçtiği yoluna, dünyevi akıma bağlı geniş görünümü edebiyata giriş bilimindeki araştırmalarıyla sıkı bağlantıdadır. Milli edebiyatımızın başlangıcından beriki yolu geleneksel ve yenilik tarafından baktığımızda sanat eseri toplumdaki durumun, halkın iç dünyasının, düşünme derecesinin, entelektüel ve de kültürel derecesinin aynası olduğu açık görünür. Bunları da objektif şekilde göstermek için de alakalı alimlik olmazsa, ideolojik kalıbın yelesine düşerek, dar bakış açısından elenerek çıkan sonuçtan öteye ilerlemek mümkün değil. Salican bu yolda edebiyatın çizilmiş sınırından çıkarak, tamamen toplum tanıma, insan tanıma dünyasına yönelmiş oldu. Bundan dolayı onun ilgilenmediği problemler azdır. Okumadığı kitap kalmadı. Okumadıklarını başkalardan sorar öğrenirdi. Dikkatle öğrenmek istediği problemler aşırı derecede geniş olduğundan bazı özel yönlerine değinmedi bile, fakat zamanın değişmesi ile ilgili bir fikir olduğunda sanki atmaca gibi atılarak aklında tutardı. Çoğu zaman bu olayın gerçekliliğini başkaların düşünceleriyle kontrol ederek, eğer erkenden söylemiş olsa sonuçlarını tekrar düzenlerdi. O, benim kendi düşünceme göre hiçbir zaman dogmanın yelesine düşmedi, önceden inanmış olduğu değerler hayatta kendinin gerçekliliğini ispatlayamazsa, onlardan hemen vazgeçerdi, bununla birlikte zaman akımına layık faydalı bir yeni görünüşü diğer halkın düşüncelerine bakmazsızın onu desteklerdi. Böylece edebiyattaki geleneksel ve yenilik konusu Salican için hayatın esas konusuna dönüşmüştür. “Doğru, fakat buna layık gençler var mı? “Aganı körüp ini ösöt” (Abisine bakarak kardeşi gelir) dediğimiz gibi, onlara da büyüklerin hastalığı bulaşır” dediğim de, “Yook, var gençler. Güneyi ele alalım. Şimdi ülke çapına yükselen güneylileri görüp, buradakilerin üzüldüklerini anlasa olur. Ben fazla güvenmem. Torpil ile yöneticilere yapmış olduğu hizmeti için yükseldiği görünmektedir. Şimdi bilimi yüksek, kamçı vurdurmadan kuzeylilerden eksik kalmadan çalışabilecek gençlerimiz var. Onlara şimdi değer verilmemektedir. Çünkü onların elinden tutacak direği yok. Facia nerede acaba? Temiz “kadro siyaseti yok..” Kuzey-güney” denen yapay direnmeler bu sebeple ortaya çıkmaktadır. İşini bilip, adil bir şekilde, halkın gözüne görünecek faydalı bir iş yapsa, ona kim razı olmasın. Bakın Razzakov halk ağzında dolaşıyor. Bence bunun sebebi bir tane -o kişi halkı hiçbir zaman bölmedi, onun zamanında çalışabilecek kadroları yerine bakmadan desteklemiştir. O bütün Kırgız halkının namusunu düşünmüştür” diyor.
Ben kendi fikrimi de ekledim “Razzakov hakkında çok zikrederiz, fakat onun en önemli sıfatını dikkate alamıyoruz. O niçin adil bir hakem olmuştur? Onun doğuştan gelen aklı, zihni ve konuşkanlığı ayrı bir mesele. O Kırgız toplumundan dışarıda büyüyüp, gelişen bir insan. Bizim halka ait olan feodalizmin, soy-aşiret olarak bölünme gibi psikolojinin etkisi değmemiştir. Yetim olduğundan her taraftan üzerine üşüşüp bir şeyler isteyenleri olmamıştır. Yabancı çevrede yetişen insan, kendi hareketine dayanır, kendinin asıl halkının kaderine dikkatle bakar ve namusu güç kazanır. Bu sebeple böyle insanlar bütün ulus derecesinde düşünürler, hepsine aynı ve adil olur. Senin her zaman söylediğin gibi Atatürk halkının kaderi köprüye asılı kaldığında ülkesini kurtarmak için kan basarak ecele dik bakarak olgunlaşmıştır, Razzakov kendi halkını dışarıdan gözlemleyerek, onun ters ve doğru özelliklerini inceleyerek, sonunda yönetime geldiğinde ne yapsam halkı ileri doğru sürükleyebilirim diyerekten olgunlaşmıştır. Kendi halkına sadece dışarıdan bakan insan adil bir şekilde davranabilir- onlar yarınki geleceği de görebilirler, çünkü geçmiş ile bu günü inceler, başka halklarla kıyaslar, halkın iyi özelliklerini kurtarır, ziyan olacak alışılmışlığından, eskiyen örf ve adetlerinden kurtulma yolunu net bir şekilde görebilirler” dediğimde, Sakem gözlerini kaparcasına düşündü ve işaret parmağını kaldırarak “Oo” diyerek, “Hey, sen bunları yazıya geçir seydin, çok ilginç bir fikirdi” dedi.
Sakem hiçbir zaman tartışmazdı. Sadece monolog söylüyormuş gibi düşündüklerini ipe geçirircesine söylemeye devam ederdi. Bazen gülerek kısa bir formül gibi acı bir sonuç yapardı. Onun söylediklerinin esasında dağlarca gerçek saklı olsa da, bazen onun bazı sözleri, kopyaları çoğunluğu kızdırdığını hatırlayarak: “sözlerine dikkat et” anlamında fikir verdiğim günler de olmuştur. “Hey sen molla, senelerdir diplomaside bulunduğun için” aşırı derecede uyanık olmuşsun. Bizde fısıldayarak, nazik bir şekilde söylenen fikir kulağın dışından uçar gider. Acı(sert) söylesen- aklı olan insana o da yeter, aklı olmayana söylemenin gereği nedir? “Kırgız aydınlarının gözleri omzunda” dediğimde darılıyorlar. İşbu darılmanın içinde asıl bir sır var. Tüm dünyada eğitime, teknolojiye, karınca gibi yorulmayan emeğe dayanan halklar ileriye doğru gelişmekte olduğunu kendin de defalarca söyleyip geliyorsun. Bizim aydınlar ise masal söyleyerek, yanılsamaya boğuldu gitti. Biz eskiyiz, biz bahadırız diyorlar. Öyleyse niye fakir olarak, halkımız yurt dışına gidiyorlar? Çocuklarımızı hünere, mesleğe, çalışmaya öğretmemiz lazım. Bizde eksiklik kompleksi olduğundan kendimizi güçlüyüz diye avutmaktayız. Gelişmiş ülkeler daha önceden efsane mayasında gelişen düşüncelerden kurtularak, akılcılık, pratiklikleri, pragmatizm gibi diğer akla bağlı “izmler” ile yaşamaktadırlar. Bunlarsız gelişme olmaz. Yoksa yalan mı? Ben acıyarak her zaman söylüyorum: biz Kırgızlar geri kalmışlığımız- büyük bir gerçektir. Fakat bu geri kalmışlık Kırgızların kafası çalışmadığından değildir, onların başı başkalarınkinden eksik değildir, sebep- bu başı çalıştırmak için gerekli şart olmamıştır, biz çağdaş bir yönteme geçmemiz ulus kaderinin meselesi.
Bunları söyledikten sonra, “Sana bir şaka anlatayım. Özbekistan’ın bir komedyeni var. Televizyondan görüp gülmüştüm. O böyle diyor: Özbeklerin kafası var mı? Var. Onlar ne zaman çalışır? Hey, acele etmeyin zamanı gelir. İşte bakın Japonların kafası küçücük olurmuş. Niçin? Çünkü onlar fazla düşünüp, çalıştıkları için kafaları giderek küçülüyor. Bizim Özbeklerin kafasına bakın hepsi büyük. Onlar henüz işe başlamadılar. Onlar şimdi yedekte… Onlar çalışmaya başladığında o zaman bize mutluluk gelir” diyor. Bakın Özbeklere hükümeti onlara ticarete layık şart oluşturdu bunlar hızlı bir şekilde gelişirler. Bunlar çok çalışkan halk. Tacikler de öyledir. Onlar geliştiğinde biz ne yaparız? Bakın bizde zenginler oluştu. Fakat baktığımızda yüzde doksanı devlet yetkilileri. Demek birisinin hakkını çalmışlardır. Aldıklarını ahlamak için hiç değilse biraz çalışsalar iyi olurdu. Bunlar mikrop gibi her girdiği yeri çürütmektedirler. Bu durumda nasıl gelişelim.
Şaka karışık fakat halkın kaderine bağlı konuşmalarımız çok olmuştur. O nasıl komik söz söylese de söylediklerinin kendince manevi yönü vardı.
Benim düşünceme göre, sonraki dönemde onu özellikle düşündüren mesele, Kırgız halkının kaderi ve onun geleceği olmuştur. Benimle buluştuğu zaman bu meseleye değinmeden geçmezdi. Bugün onun dediklerini hatırladığımda, esas tezleri aşağıdakilerdi: Kırgız halkı uzun süredir başkalarının nasihatine, göstermelerine baş eğerek, kendi kendini yönetme yöntemini unutmaya başladığında, ulus olarak tam bir duyguya ulaşmadan bağımsızlık tündükten (gökten) düşmüş gibi geldiğinden, onun değerini bilemeden, eski Rusluğu tutarak bölünmeye başlama korkusu uzak zamana kadar devam etmesi ihtimaldir. Bu durumda halkı için, bütün insanlığa hayıl olarak çalışacak insan görünmüyor. Bağımsızlık faydalı olması için her bir vatandaşı temiz emekle hakikate doğru yönlendirmesi lazımdı. Bizi yanlış yola saptırdılar.
“Eksik molla dini bozar” dediğimiz gibi demokrasi ile bağımsızlığı kendi başından geçirerek, gözüyle görerek, kalbiyle hissetmeyen insanlar yönetime gelip ne yapması gerektiğini anlayamadan, eski Tamango durumunu hatırlatan bir yolda gidiyoruz. Liderlerimiz siyasi ve ekonomik alternatifler aracılığıyla rakip olabilecek gücü yok, hizmete tutunsa tamam diğerlerine razı. Atatürk gibi eren çıkmadı. Aydınlarımız- arada kalan şeyler- halkı öne doğru yönlendirmenin yerine geri itekleyip, halkçılık düşüncesi güç almaktadır. Şimdi sadece tek ümidimiz kaldı- o da bu bozulmamış gençlerimize dayanmamız lazım. Ben kendim, Sakem’in dediklerinin sadece bir bölüğüne şahit oldum. Belki başkalara göre daha çok, daha uzun, daha geniş bir şekilde sohbet ettiği adam ben olsam gerek. Öyle olsa bile ben yalnız değildim. Onun düşüncelerini paylaştığı insanları çoktu. Bugün düşündüğümde, Sakem için yapacak hatıra şeklinde onunla sohbet eden insanların aklında kalanlarını tekrar hatırlayarak önemli yerlerini yazıya geçirerek sonuçta okuyuculara sunsak, çok büyük iş yapmış olurduk. Bu miras gelecek nesil için paha biçilmez bir hazine olarak kalacağı hiç şüphesizdir.