HaftanınÇok Okunanları
ZEHRA ALLAHVERDİYEVA 1
HİDAYET ORUÇOV 2
KEMAL BOZOK 3
Kardeş Kalemler 4
ELMİRA ACIKANOAVA 5
HUDAYBERDİ HALLI 6
Gülzura Cumakunova 7
Salican Cigitov, 17 Mart 1936 tarihinde Oş ilinin Özgen ilçesine bağlı Köldük köyünde geçimini çiftçilikle sağlayan bir ailenin ferdi olarak dünyaya geldi. Zorlu bir çocukluk dönemi geçiren Cigitov, buna rağmen kendisini çok iyi bir şekilde geliştirdi ve edebiyatın hemen hemen her türünde (nazım, nesir, tiyatro, eleştiri) eserler verdi. Bazen, yaptığı açıklamalarla da eleştirilen Cigitov, Kırgız edebiyatının gelişmesi ve yayılması için büyük çabalar gösterdi ve bu konuda çeşitli makaleler kaleme aldı.
Sovyet kültürünü ve edebiyatını da yakından takip eden Cigitov, çeşitli Rus klasiklerini okuyarak edebî açıdan gelişimine katkı sağlayan noktaları Tolstoy’un: “Edebiyatçı olmak isteyip de olamayanlar, eleştirmen olurlar.” sözünden güç alarak ilmî makaleleri, eleştiri yazıları ve kitapları aracılığıyla Kırgız okuruna sundu. Cigitov’un, yazmış olduğu makalelerinin büyük bir çoğunluğunu Kırgız edebiyatının gelişmesi ve Kırgız yazarlarının da Rus yazarlar gibi klasikler ortaya koyabilme temennisi oluşturmaktadır.
Kırgız nesrinin başatı olarak Kasım Tınıstanov ile Sıdık Karaçev’i gösteren Cigitov, bağımsızlık sonrasında, Stalin iktidarı döneminde adlarının anılması bile yasak olan Kasım Tınıstanov, Sıdık Karaçev ve Rahman Kasımov gibi yazarlar hakkında monografiler yazdı ve bunları da yine hem gazete ve dergilerde hem de kitaplarında yayımladı.
Birçok Türk lehçesinin yanında Almanca ve Rusça da bilen Cigitov, okuduğu bazı eserlerin de Kırgız halkı tarafından okunup anlaşılması için Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery’den, Fransız Yazar Remi Dor’dan, Başkurt Türk’ü Mustay Karim’den, Tatar şair Hadi Taktaş’tan ve Türk şair Nazım Hikmet’ten çeviriler yaptı ve bu çevirilerinin bir kısmını gazete ve dergilerde yayımlarken bir kısmını da kitap olarak yayımladı[1].
Hayatı boyunca Türklük bilincine sahip olan Salican Cigitov, “bir gün Türkler gelecek” diyerek sözlük yardımıyla Türkiye Türkçesini de öğrendi ve o yıllarda Moskova üzerinden sansüre uğrayarak Kırgızistan’a gelen pek çok Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu yayınını okudu. Manas Üniversitesi’nde çalıştığı yıllarda da “Siz birbirinizi tanımazsanız sizi kim tanıyacak”, diyerek Kırgızistanlı öğrencilerine Türk şair ve yazarların eserlerini ve Türkiyeli öğrencilerine de Kırgız şair ve yazarlarının eserlerini tez olarak verdi ve bu şekilde aydın ve bilinçli gençler yetiştirdi.
Türk dünyası içerisinde, en çok sevdiği yer de hiç şüphesiz, doğduğu yer olan Özgön şehridir. Yayımlamış olduğu denemelerinde, hikâyelerinde ve uzun hikâyelerinde (povest) olaylar genellikle Özgön şehrinde geçmektedir. Eserlerinde yer alan karakterler de yine bu şehirde yaşayan insanlar, hatta aile üyeleridir [Tümön (ağabeyi), Rais (babası) vb.]. “Kün Tuudu” adlı povesti (uzun hikâyesi) de yine Özgön’de geçmektedir. Bu şehir adeta onun ilhamıdır. Her yol oraya çıkmaktadır.
İlk olarak 1976 yılında “Kırgızstan Madaniyatı” gazetesinde küçük bir bölüm hâlinde yayımlanan “Kün Tuudu”, 1977 yılında kitap olarak basılıp yayımlanmıştır. Bu eser, aynı zamanda yazarın yayımlanan ilk uzun hikâyesidir. Uzun hikâyeden (povestten) ziyade otobiyografik bir yapıt, anı kitabı olma özelliği taşıyan povest, içerdiği gizli anlamlar açısından okuyucuyu düşünmeye sevk etmektedir. Eserde hem II. Dünya Savaşı’nın zorlu günleri hem de Kırgız sözlü edebiyatı (folkloru) ile modern Kırgız edebiyatı arasındaki farklılıklar karakterler üzerinden işlenmiştir. Yani basit bir hikâye gibi görünen bu eser, aslında içerisinde çok derin anlamlar taşımaktadır.
Genel itibariyle üç bölümden oluşan bu mizahi uzun hikâyenin birinci bölümünde; anlatıcı-yazarımız kendi çocukluğunda şahit olduğu olaylardan ve Colbors (Kaplan) adındaki köpeğinin hayatına doğrudan veya dolaylı olarak etkisi olan insanlardan söz eder. Bu bölümdeki en temel karakterlerden bir Ulukbek’tir. Birinci bölümün sonunda ve ikinci bölümde bu avcı, hayalperest, hikâyeci kişiden söz edilir ve hikâye Colbors’un ölümünden kısa bir süre sonra sonlanır. Uzun hikâyenin ikinci bölümü ise geçiş bölümüdür. Bu bölümde yazarımız eski çocukluk arkadaşı Camşit ile karşılaşır ve ondan Ulukbek’in geçirdiği bir hastalık sonrası yaşadığı büyük değişimi öğrenir. Ulukbek, anlatıcı-yazarımızın köpeği Colbors hakkında da hikâye anlatmaktadır. Bu hikâyeyi merak eden anlatıcı-yazarımız Ulukbek ile görüşmeye karar verir ve onun evini ziyaret eder. Üçüncü bölümü de bu görüşme sonrası Ulukbek’in anlatmış olduğu hikâye oluşturur. Bu bölümde Ulukbek, birinci bölümdeki olayları daha edebi bir dille, değişiklikler yaparak baştan sona, Colbors’un ölümüne kadar anlatır. Hikâye genel olarak Colbors’un etrafında dönmektedir. Zaten, Ulukbek de hikâyesine “Colbors’un Hikâyesi” adını vermiştir. Bu sebepledir ki, Salican Cigitov da eserine ikinci bir alt başlık olarak “İt İkayası” (Köpeğin Hikâyesi) adını uygun görmüştür.
Birinci bölümün en büyük özelliği realist bir anlatım tarzının benimsenmiş olmasıdır. Bilindiği üzere ilk dönem Kırgız yazarları halk edebiyatından (folklor) beslenmişler ve eserlerinde kendi çocukluklarında şahit oldukları olayları olduğu gibi, realist bir bakış açısıyla anlatmayı tercih etmişlerdir. Yine bu sanatçılar yer yer olayın akışını kesip açıklamalarda bulunmuş ve eserin sonunu açıklamışlardır. Cigitov da bu yöntemi benimsemiş ve yer yer olayın akışını keserek okurlarına şu şekilde seslenmelerde bulunmuştur:
“En yakın dostumdan da yaşarken bu şekilde ayrıldım mı, değerli okuyucum?! Ay, aman!!! Acele etmemin sebebi de ne böyle? Doğru ya, sizler de vardınız. Affediniz, sizleri tamamen aklımdan çıkarmışım. Bu yüzden, daha da gevezelik edip pek çok ilgisiz şeyler yazdım anlaşılan. Sıkılmadınız mı? Sıkıldıysanız da az daha sabredip okuyun lütfen! Belki, bundan sonrası sizin için ilgi çekici olabilir.” (KT:10)
II. Dünya Savaşı zamanında oğlu Arstan’ı yitiren Anar’ı anlatırken ise şu şekilde biz okurlara seslenmektedir:
“Şimdi siz, sevgili okuyucularım, Anar’ın kim olduğunu da bilmiyorsunuz. Eğer sizler bizim köyden olsaydınız, o zaman da bana yaşıt veya benden büyük veya biraz küçük olsanız, ben Anar’ı basitçe anlatmasam da siz kim olduğunu anlardınız. Bu sebeple, sizler benim köyümden olmadığınız için benim sizlere az veya çok Anar hakkında bilgi vermem gerek gibi gözüküyor” (KT:16)
Son olarak Salican Cigitov, okurlarına şu şekilde seslenmekte ve Ulukbek’in felsefe alanında doktora yapmış yeğenini yermektedir:
“Eyvah! Pek kıymetli okuyucularım, sizleri de aklımdan çıkarıp heyecanıma kapılıp yoldan saparak laf kalabalığı ettim. Kendimi tutayım. Köpekle alakasız boş şeyler söyledim anlaşılan! Ulukbek amcayı uzunca anlatmamızın yeri var ama. Ne yapalım, köpeği o kişi öldürecek gibi görünmüyor mu? Az önceki filozofun işi ne? Onun köpeğimle bir alakası olsa neyse de… Sizler de anladınız değil mi, onun eserde olumlu karakter olarak da olumsuz karakter olarak da yer alamayacak bir şey olduğunu. “Pirincin bahanesiyle kürmök[2] su içer”[3] derler, dayısı Ulukbek amcanın arkasından bu hikâyeme sızdı sanırım. Bir türlü düzelmeyen filozof, ona da razı olmayıp daha bir şeyler söyleyeceğim, bir şeyler yapacağım diyerek kınından çıkıp öne atılıyor. Sertçe vurup ensesinden yakalayıp zar zor kınına geri koydum ama. Ben klasik değilim çok şükür, karakterlerime şimdilik gücüm yetiyor! Klasiklerin karakterleri başka türlü bir asiliğe sahip oluyorlarmış. Bazen yazarlarına baş kaldırıp kendi bildiklerini okurken bazen de ağzına geleni ulu orta yerde söyleyip başına buyruk hareket ediyormuş. Zavallı klasiklerse ne yapacağını bilmeden boş boş bakan gözlerle olduğu yerde oturup kalıyormuş. Benim az öneki filozof karakterim de onları okuyup bana diklenmeye, söz geçirmeye çalıştı sanırım.
Sabırlı okuyucularım! Eğer buraya kadar büyük bir sabırla okuduysanız, sizi sabrınız için can-ı gönülden tebrik ederim. Az önceki filozofun çaktırmadan söz arasına girmesi için de özür dilerim. Ancak, bu hikâyenin pek çok yeri sizlerin hoşuna gitmediyse onun için hiçbir zaman özür dilemem. Ne kadar uğraşsam da sizlerin hayal dünyalarınızı aynı doğrultuda şekillendirecek, gönüllerinizi çarpıtacak, duygularınızı uyandıracak hikâyeler yazamadıktan sonra ne yapayım? Elimden gelen bu. Gördüklerimi olduğu gibi yazıyorum. İlgi çekeceğim diye de beyhude yalanlar söylemiyorum. Sizler de biliyorsunuz, olanı olduğu gibi yazsanız aynen böyle bir şey ortaya çıkar, bundan daha ilginç olması mümkün değildir.” (KT:41-42)
Yazarın okuyucusuna bu şekilde seslenişi bugün için edebî bir hata olarak kabul edilse de ilk dönem eserleri için olağan bir durumdur ve Salican Cigitov gibi Kırgız edebiyatının geliştirilmesi gerektiğini savunan bir edebiyat tarihçisinin böyle bir hata yapması mümkün değildir. Yani Salican Cigitov, bu hataları bilerek ve isteyerek yapmıştır. Bunun sebebi de şüphesiz makalelerinde hedeflediği kitleye yeterince ulaşamadığını düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Salican Cigitov’un hedeflediği kitle genç kuşaktır. Genç kuşak ne kadar çabuk bilinçlendirilirlerse o kadar başarılı ürünler ortaya koyulabilecek ve Kırgız edebiyatı dünya arenasında o kadar çabuk hak ettiği yere sahip olacaktır. Kırgız gençlerinin kendini geliştirme yöntemi de yine eserde saklıdır. Eserin ikinci bölümünde Ulukbek’in okuyarak kendini geliştirmesi ve anlatıcı-yazarın arada bir “Eğer Ulukbek okusaydı çok başarılı bir yazar olurdu. ” demesi bu yüzdendir. Çünkü insan okuyarak kendini geliştirebilir. Çünkü Salican Cigitov, okuyarak kendini geliştirmiştir. Ulukbek karakteri hem Kırgız edebiyatının sözlü edebiyat dönemini hem de yazılı edebiyat dönemini temsil etmekte ve bunu da başarılı bir şekilde yansıtmaktadır. Birinci bölümde halk edebiyatının bütün özelliklerini üzerinde taşıyan Ulukbek, tıpkı bir masalcı gibi masallar, hikâyeler anlatmakta ve orta oyuncu gibi hikâyelerini canlandırmaktadır. İkinci bölümde geçirdiği bir rahatsızlık sonrası kitap okumaya başlayan Ulukbek, artık yazılı edebiyata yönelir ve okuduğu eserlerdeki karakterler gibi konuşmaya ve yaşamaya başlar. Okuduğu bu kitaplar sayesinde hayal gücü de gelişen Ulukbek, güçlü tasvir yapma yeteneğine sahip olur ve bunu da üçüncü bölümde başarılı bir şekilde yansıtır. Yine eserin üçüncü bölümünde Kırgız halkının başka bir yönünü, tarihini görmekteyiz. II. Dünya savaşının sona ermeye başladığı yıllarda köyde “kara kagaz” (ölüm haberi) denen bir bela peyda olur ve evlere ateş düşürür. Ateş düşürdüğü evlerden biri de Anar’ın evidir. Oğlunun ölüm haberini alan Anar; aklî melaikelerini kaybeder ve evini ateşe verir.
Ulukbek, yanmış bir evin kalıntılarını görür. Simsiyah islerle kaplı evin önünde siyahlara bürünmüş bir de kadın vardır. Ulukbek: “Bu Anar’ın evi değil mi?” diye kendi kendine sorar. O sırada birisinin sesi duyulur: “Zavallı Anar, oğlunun ölüm haberini alınca delirip evini yaktı” diye. Yola doğru dalgın dalgın bakan Anar: “Hey! Nereden geliyorsunuz?” diye sorar kayıtsızca. Ona, “Askerden geliyor, askerden” diye cevap verir bir genç. “Gelenin adı nedir?” diye sorar yine Anar. “Ulukbek amca, Ulukbek amca” diye cevap alır. Anar, Ulukbek’in adını duyar duymaz çok şaşırır ve “Ey, Ulukbek! Arstanım[4] da askerde değil mi? Bakınıp gördün mü?” diye sorar. Bu ani soru Ulukbek’i derinden sarsar. Üzgün bir şekilde: “Yok büyükanne, görmedim” der. O zaman Anar, başındaki kara yazmasını yere çalıp ellerini gökyüzüne açarak: “Oo, dört gözle beklediğim Arstanım! Neredesin? Beni daha fazla ağlatmadan erkenden gel ne olursun!” diye acı acı bağırıp ağlamaya başlar. O sırada Ulukbek de ağlayıp feryat etmek ister ve “Ah savaş, savaş! Söyle, senin yapmadığın kaldı mı?!” der. (KT:73) O sırada köpekler ulumaya, eşekler anırmaya ve inekler mölemeye başlar. Ulukbek korkarak gözünü açtığında ise yeryüzünün karardığını görür. Anar, yere oturmuş, hayvanlarla birlikte haykırıp ağlamaktadır.
Aslında Ulukbek de II. Dünya Savaşı’nın kurbanlarından biridir. Savaş sırasında yaralanan Ulukbek at arabasına bindirilerek evine gönderilmiş ve bu şekilde şahit olduğu olayları anlatabilmiştir. Savaşta pek çok masum canlının canına kıymıştır. Bu yüzden psikolojisi bozulma noktasına gelmiştir ve artık hiçbir canlının canına kıymak istememektedir. O artık, çiftçilik yapmak istemektedir. Yalnız, önceki görevinden dolayı kendisine zorla tam zamanlı avcılık görevi verilir. Onun bu avcılık hayatına veda etmesi ise Colbors’un sayesinde olur. En sevdiği dostunu, Colbors’u öldüren Ulukbek, artık yaşama isteğini kaybeder ve kendini öldürmeyi düşünür. Tam intihar edeceği sırada da Colbors’a tıpatıp benzeyen bir köpek yavrusu görür ve hayatın devam ettiğini anlayarak hem avcılık mesleğini hem de içkiyi bırakır. Daha sonra, eserin ilk bölümünde, güneşin doğup savaşın sona ermesi gibi, son bölümde de güneş doğar ve sıkıntılı ve zor günler son bulur. Böylelikle yeni günün doğuşuyla “Kün Tuudu” povesti sonlanır. Aslında en büyük gün doğumu ise birinci bölüm ile üçüncü bölüm arasında gerçekleşmiştir. İlk dönem Kırgız edebiyatından modern Kırgız edebiyatına, karanlık dönemden aydınlık geleceğe geçişin sembolüdür bu gün doğumu.
[1] Bu konuda geniş bilgiye 2020 yılında yazmış olduğumuz lisans tezinden ulaşabilirsiniz. Bk. ÖRS, Selim (2020). Salican Cigitov’un Hayatı, Edebî Kişiliği ve “Kün Tuudu” Adlı Eserinin Edebî Tahlili, (Yayımlanmamış Lisans Tezi). Kırgızistan-Türkiye “Manas” Üniversitesi, Türkoloji Bölümü, 10 Temmuz 2020.
[2] Kürmök: Çeltik tarlalarında yetişen, küçük tohumları olan zararlı bitki. Bkz.: ARIKOĞLU, Ekrem ve başk. (2017). “Kırgızca-Türkçe Sözlük II”. Bişkek. s. 1470
[3] “Pirincin bahanesiyle kürmök su içer” (Kırgızcası: Kürüçtün şıltoosuu menen kürmök suu içet): Birinden faydalanarak hayatını sürdüren kişiler için kullanılan atasözü.
[4] Arstan: Aslanın Kırgız Türkçesindeki yazımı. Özel ad olduğu için orijinal yazılışıyla verilmiştir.