Seni Seviyorum


 01 Temmuz 2021


Kızıma ve Oğluma…

Her toplumda söylenmesi hoş karşılanmayan, söylenmeyen ya da söylenmekten korkulan, çekinilen sözler vardır. Genel olarak bâtıl inanç kaynaklı olan bu sözlere “tabu” adı veri- lir. Bu sözlerin yerine ise başka bir sözcük veya ifade kullanılır. Bunlara da “örtmece” veya “güzel adlandırma” denir.

Kültürümüzde “Seni seviyorum!” sözünün de tabu sözlerden sayılabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu cümlenin toplumumuzda çok da yaygın olarak kullanılmadığı herkes tarafından bilinir. Hatta söylenmesi ayıp sayılan sözlerden olduğu dahi söylenebilir!

Ailenin ait olduğu kültür, eğitim durumu vb. etkenlere göre değişmekle birlikte, çoğu ailede eşler birbirlerine, ana-baba çocuklarına, çocuklar ana-babalarına hemen hemen hiç “Seni seviyorum!” demez, diyemez! Elbette bu konuda bir oran verilmesi mümkün değildir. Ancak 50’li yaşlardaki bazı eşlerin dahi günümüzde birbirine “Aşkım!” diye hitap ettiğinden de anlaşıldığı üzere, televizyon ve sosyal medya imkânlarının ilişkilerimizde kullandığımız sözleri etkilemesiyle “Seni seviyorum!” cümle- sinin de kullanılma oranı artmış olabilir! Yine de toplumumuzda insanların birbirlerine bu cümleyi söyleme ihtiyacı hissetmediği ya da söylemekten çekindiği, bunun yerine sevgilerini başka biçimlerde ifade ettikleri görülür. Oysa, bütün bu cümleler elbette çok kıymetli ve sıcak olmasına rağmen yine de hiçbiri “Seni seviyorum.” cümlesinin yerini asla tutamaz. Tutamadığını, bu cümleyi duymayaolan ihtiyacın hiç azalmamasından da anlayabiliyoruz.

Hiç unutamıyorum. Yıllar önce, bir intihar teşebbüsü haberinde yüreğimi parçalayan bir sahne görmüştüm: Kıyafetinden geleneksel bir aileye mensup olduğu anlaşılan genç bir kadın köprüye tırmanmış. Orta hâlli bir mahal- lede gerçekleşen bu olay sırasında çevreye toplananlar da onu vaz geçirmeye çalışıyor- du. Kalabalıktan, daha sonra eşi olduğunu düşündüğüm bir adam kadına sesleniyordu: “Dur, n’apıyorsun, kız? Saçmalama Allah aşkı- na! Rezil olduk. Gel buraya çabuk. İn oradan aşağı!” Kadın da ona ağlayarak şöyle diyordu: “Gelmeyeceğim. Gelmeyeceğim işte. “Seni seviyorum.” de bana! “Seni seviyorum.” de bana! “Seni seviyorum.” de ya!”

Haberin devamını hatırlamıyorum. Muhtemelen ikna edildi ve indi, kadın. Ama intihardan vaz geçme şartına bakar mısınız? Uğruna ha- yatını ortaya koyduğu ve belki de hiç duymadığı cümleye…

2017’de şehit edilen Eren Bülbül’ün vefa- tından birkaç ay öncesinde sosyal medyada yazdığı yazıyı hatırlıyorsunuz değil mi: “Biri de çıkıp demiyor ki Eren iyi ki varsın!”. O toprakların çocuğu olarak şunu çok iddialı bir şekilde söyleyebilirim ki “Seni seviyorum.” cümlesinin Karadeniz’de söylenebilecek en yakın anlamlısı olan “İyi ki varsın!” cümlesine bile razıydı, sevgili Eren kardeşim! Ve eminim ki “Seni seviyorum.” cümlesini hiç duymadan aldılar, o güzelim canını ve göçtü gitti bu dünyadan!

İşte ben de bu sözü hiç duymadan büyüyenlerdenim. Babam zaten çok erken öldüğü için bu cümleyi söyleyip söylemediğini dahi hatırlamıyorum. İzmir’de beni gezmeye götürdüğü bir gün rahatsızlanmış ve bir taksiyle dönüş yolundayken “Sakın bir yere ayrılma, Oğul!” de- dikten sonra başı kucağıma düşmüş! Ben altı yaşındayken babam, kucağımda can vermiş! Ben hatırlayamıyorum o anları… Belki son kez hatta belki de ilk kez bana “Seni seviyorum, Oğlum!” demiştir! Kim bilir!

Dünyada beni en çok seven Annemden de hiç duymadım, bu cümleyi. Ablamlardan öğrendiğim kadarıyla bizim oralarda asla söylenmezmiş, bu cümle. Ama Annem tıpkı diğer Anadolu kadınları gibi o sözün yerine başka cümleler söylerdi: “Seni verene kurban ola- yım!” “Gadan alayım!” “Yessi kaleem!” (“Esirin olayım!”) vb. Bu sözleri söyleyenin sevgisinden bir an dahi şüphe etmedim elbette. Bazen şımarıp beni ne kadar sevdiğini sorduğumda ise Anneme, “Dağlar kadar!” cevabını verirdi. Sevgisini söylemezdi. Ama miktarını söylerken çok cömertti! Buna da razıydım, zaten.

Bir gün üniversitedeki odamda çalışırken bir öğrencim gelmişti. Özel bir sorunu vardı ve konuşmak istiyordu. Yaklaşık bir saat konuştuk bu genç kardeşimle. Konuşma sırasında sık sık gözleri dolan öğrencimle vedalaşırken teşek- kür etmek için bir an durup bana şöyle dedi: “Hocam, insan en çok hangi cümleyi duymak ister, sizce?” Hiç beklemediğim bir soruydu. Bir an düşündüm ve “Seni seviyorum cümle- sidir, herhalde!” dedim. Öğrencim, gözlerimin taa içine baktı ve titrek bir sesle “Sizi çok seviyorum, Hocam!” dedi ve sıkıca sarıldı! O sırada hissettiklerimi cümlelere dökebilmem çok zor. Bu kardeşim, o güne kadar belki de kız arkadaşından başka ilk defa bana, yani hocasına söylemiştir bu sözü! Ülkemde özellik- le geleneksel bir toplumda yetişmiş genç bir delikanlının bu sözü söylemesinin zorluğunu düşünür müsünüz!

Üniversitedeyken bir Hocam; Türklerin “Seni seviyorum.” cümlesini genellikle kullanmadığı, kullanmayı sevmediği hakkında, biraz da bunu destekler nitelikte bir konuşma yapmış ve özellikle insanların çocuklarına “Seni seviyorum.” demelerinin anlamsız olduğundan söz etmişti. Batılı filmlerden örnekler vermişti. O zamanlar hak vermiştim. Çünkü ben de o zamana ka- dar (Bu cümlenin hayatıma girmesi, ilk ve son kız arkadaşım olan eşimle gerçekleşmişti!) hiç duymamıştım bu cümleyi. Özellikle de anne ve babaların çocuklarına bu cümleyi söylemeleri bana da çok anlamsız geliyordu! “Gerek var mı?” diye düşünüyordum!

Önce kızımın sonra da oğlumun dünyaya gelmesiyle bütün dünyam değişti. Elbette bu konudaki düşüncem de… Onlara uzun uzun bakıp gözlerine dalıp sürekli bu sözü söyleme ihtiyacı hissettiğimi ve bu ihtiyacın da benim için nefes almak gibi olduğunu fark ettim!

14 Şubat 2011… Talihe bakın ki hem Sevgililer Günü hem de Miraç Kandili. Ancak çok daha önemlisi dünyalar güzeli kızım Ayyıldız’ımı kucağıma aldığım gün. Saat tam 13.30’da hemşire kızımı pembe bir battaniye içinde kucağıma verdiğinde gözlerinebakıp kokusunu içime çekerken aldığım nefes, hayatımda aldığım en huzurlu nefesti! Sanki 34 yıldır alamadığım nefesi kokusuyla ve nefesiyle içime çekmiştim! Yüzüne hüzünle karışık büyük bir mutlulukla bakarken “baba” olduğumu o anda anladım.Kulağına adını fısıldadım, iyelik ekini de ekleyerek: Ayyıldız’ım, Ayyıldız’ım, Ayyıldız’ım! Ve Dedem Korkutça dua ettim: “Adını ben verdim, yaşını güzel Allah’ım versin, Kızım!

4 Ekim 2016… Hayatımın en özel ve anlam- lı ikinci tarihi. Canım, dünyalar güzeli oğlum Alsancak’ıma kavuştuğum gün. Ameliyathaneden hemşirenin kucağında yeni doğan bölümüne gelen oğlumu yumuş yumuş ve çıplak haliyle kucağıma verdiklerinde derin bir nefes alırken kokusunu da içime çekiyordum. Ve o anlarda şükrediyordum, güzel Allah’ıma! “Baba” olmayı hayal dahi edemezken ikinci defa baba olmuştum. Oğlumu hemşireye teslim ederken Ayyıldız’ımda olduğu gibi mutluluğumu hüznümün örtmediğini hissediyordum, bu defa. Çok mutluydum. Hayranlıkla oğlumun yüzüne bakıyor ve dua ediyordum. Tam o sırada ilk defa gözlerini açtı ve gözlerine daldım oğlumun. Ben gülümserken göz göze geldik. Işıktan rahatsız olmuş olacak ki hemen kapadı, gözlerini ve ağlamaya devam etti. Hemşire beyaz zıbınını, mavi yeleğini giydirip mavi beresini takınca pespembe yüzü daha da belirgin hâle gelmişti. Yanağındaki sapsarı tüyler parıldıyordu. Yeniden kucağıma aldım, oğlumu ve göz hizama kaldırıp bir süre baktım yüzüne. İçimden gelen “fırtına deresi” gibi bir coşkuyla seslendim oğluma adıyla ve elbette yine iyelikli: Alsancak’ım, Alsancak’ım, Alsancak’ım! Ve yine Dedem Korkutça dua et- tim: “Adını ben verdim, yaşını güzel Allah’ım versin, Oğlum!

Kızımın “abla” olduğu ve oğlumun da emek emek büyüdüğü bu süreçte bir şey daha fark ettim: Bu cümleyi bir babanın evlatlarından duymanın ne kadar güzel olabileceğini! İşte kızım da oğlum da beni hiç bu cümleden mahrum etmediler. Çünkü biliyorlar ki onların sevgisine muhtacım! Sık sık onlar da bana bu cümleyi söylediler. Kimi zaman açık açık kimi zaman beklenmedik anlarda… Hatta anneme yaptığım şımarıklığı onlara da yapar ve “Ne kadar?” diye sorardım, sık sık. Onlar da aynı cevabı verirlerdi: “Dağlar kadar, Baba!” Böylece her defasında sarmaş dolaş oluruz!

Geçen hafta 9 yaşındaki kızım ve 3 yaşındaki oğlum, annelerini ve beni yaptıklarıyla biraz fazla üzünce onlarla biraz sitem ve biraz da kızgınlıkla bir konuşma yapmak zorunda kalmıştım. Çalışma odamda baş başa yaptığımız konuşmada sözlerimi şöyle bitirmiştim: “Bana ‘Seni Seviyorum’ demenizi istemiyorum, artık. Çünkü sevdiğinizi söylediğiniz insanları üzmemeniz gerekir. Üzüyorsanız sevmiyorsunuz, demektir. Duymak istemiyorum bu cümleyi bir daha. Hatta ben de size söylemeyeceğim! Tamam mı?

İkisi de sessizce beni dinledi. Kızım gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Oğlumun dudakları titriyordu. Bir iki defa “Ama, ama..” diye ağlamaklı bir sesle konuşmaya girmek istedi. İzin vermedim. Konuşmamız bitince küçüğü önde büyüğü arkada, boyunları bükük bir biçimde odadan çıkıp gittiler.

O akşam uyku vaktinde, her zamankinin aksine dua etmeden, öpmeden ve “Seni Seviyorum! Allah rahatlık versin!” demeden odalarından çıktım! Arkamdan beni izlediklerinden ve dönüp en azından onlara bakmamı beklediklerinden emindim.

Kısa bir süre önce, eşimin sallamaktan artık yorulduğu, ayaklarında derman kalmadığı bir sırada ve çok yorgun bir biçimde, ayakta Alsancak’ı sallayarak uyutma görevini bana devretmişti. O gün nedense, sallamaya başlarken daha önce yaptığım gibi sesli olarak dua etmemiştim. Oğlum, ağzında emzik elinde meşhur battaniyesiyle uyumaya çabalarken bir anda bana doğru dönüp “Baba, bana dua edey misin?” demişti. Çok şaşırmışve duygulanmıştım. Elbette yine her zamanki gibi önce birkaç sure okuyup sonra da sesli olarak dua etmeye başlamıştım: “Güzel Allah’ım, bize bu günleri yaşattığın için, verdiğin veya vermedi- ğin her şey için sana şükürler olsun! Evimden ve yurdumdan huzuru, mutluluğu eksik etme. Ayyıldız’ımı ve Alsancak’ımı bize bağışladığın için sana tükenmez şükürler olsun. Kızımı, oğlumu, eşimi görünür gürünmez kazalardan, belalardan, kötülüklerden, hastalıklardan ve özellikle de kötü insanlardan koru. Oğluma ve kızıma istediklerini alabilme imkânından beni mahrum etme!” dediğim sırada oğlum ve kızım işte bu bölümden çok hoşlanıyorlardı. Hatta dua sırasında birtakım isteklerini de dile getirmemi, listeye eklememi istiyorlardı! Ben de ona göre devam ediyordum: “Güzel Allah’ım, onlara çok güzel kitaplar, oyuncaklar, yiyecekler, elbiseler, bisikletler, hediyeler alabilmemi, onları çok güzel okullara gönderebilmemi, en güzel oyunları birlikte oynayabilmemizi nasip et. Çocuklarımın çok iyi ve akıllı arkadaşları olsun. Dillerinden Türkçemi, kalplerinden vatanımı ve Mustafa Kemal’imi eksik etme!” Üçümüz birlikte “Amin!” dedik.

İşte o gün onlara dua etmeden odalarından çıktığım için çok üzüldüklerine emindim. Ama bunu yapmak zorundaydım!

Ertesi sabah oğlum, uyanır uyanmaz, tedirgin bir biçimde yanıma geldi ve hüzünlü, kırılgan ve korkulu, titrek bir ses tonuyla mırıldanarak: “Baba, seni çok seviyoyum, ben!” dedi. Oğlumun duygularını göstermekteki ketumluğunu göz önüne alınca bu cümle ve tavır o kadar anlamlı, şirin, sevimli bir hâle gelmişti ki! Yine de ciddiyetimi bozmadım ve zor da olsa duymazlıktan geldim. Yanımda sessizce duruyor ve tepki vermemi bekliyordu. Kısa bir süre sonra onu duygusuz bir ses tonuyla uyardım: “Bana bunu söyleme, demiştim!” “Ama, yaaa…” diyerek ayağını yere vurdu ve başparmağı kapalı elini kaldırarak sinirli bir biçimde yanımdan uzaklaştı. Duygularıma yenilip arkasından gitmedim! Sadece gülümsedim.

O günden itibaren birkaç girişimde daha bulundu. Hepsinde de ya duymamış gibi yaptım ya da “Bana öyle deme! İstemiyorum.” sözüyle karşıladım, istemeyerek. Her defasında o da gözlerimin içine daha dikkatli ve mahzun bakarak bu cümleyi evirip çevirerek kırık dökük bir biçimde yeniden söylüyor ya da söylemeye çalışıyordu:

“Baba, seni seviyoyum diyebiliy miyim, artık!” “Baba, seni seviyoy muyum!”

“Of ya of… Ben ne diyeyim, Baba!”

Hatta, bir defasında uyutmak için sallayan annesine demiş, bu cümleyi. Der demez ağzını kapatmış, bir kabahat işlemişcesine! Annesi de yasağın kendisiyle ilgili olmadığını söyleyip rahatlatmış, oğlumu! Sarılmışlar.

Açıkçası çok şaşırıyordum. Oğlumdan beklenmeyecek şeylerdi bunlar. Çünkü oğlum duygularını sözle göstermekte çok cömert değildi. Daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, göstermekte en başarılı olduğu duygu sinir ve kızgınlıktı! Özellikle ilk altı ayda gaz sancısından sandığımız tüm bağırış, çığırış ve ağlamalar, sevgili oğlumun genel duygu durumuymuş! Şu anda dahi hâlâ aynı duyguları yaşadığı için bunu çok rahatlıkla söyleyebiliyorum.

Kızım da duygularını göstermekte pek çekin- gen olmakla birlikte onun çok duygusal bir kişiliği olduğunu iyi biliyordum. Özellikle be- nim mutsuzluğum ve kırgınlığım onu çok et- kilerdi. Hatta küçükken gerek ondan gerekse başka bir etkenden dolayı mutsuz olduğumda bana odaklanır, yanıma gelir, ellerini yüzüme sürerek “Baba, gül! Baba, lütfen güler misin!” derdi. Büyüdükçe elbette beni daha iyi tanı- dığı için nerede ne zaman ne yapacağını ar- tık daha iyi biliyordu. Daha dikkatli ve sabırlı davranıyordu. Akıllıydı. İşte bu son olayda da bunu sürdüremeyeceğimi iyi biliyordu, maalesef! Ama başka çarem yoktu. Çünkü gerçekten bazen bizi, özellikle de beni çok üzüyorlardı. Benim de uygulayacağım disiplinin sertliği ancak bu kadar olabilirdi! Zaten onu da sürdürmekte çok zorlanıyordum!

Bir cumartesi sabahı, annesi, işe gidince beni uyandırmasın diye oğlumu yanıma getirdi. Ama uyanmamak mümkün mü! Ağzında emzik ve elinde asla vazgeçemediği onun ifadesiyle  “tırtıklı” battaniyesiyle dönüp duruyordu. Ben de uyandım sonunda ve baş başa yatakta miskinlik yapmaya başladık. O bana dönük yatmaya çalışıyo rve mimiklerimi yokluyor ben ise görmezlikten geliyordum. Üzgünmüş, kayıtsızmış gibi duruyordum. Başka bir zaman olsa bir hayli eğlenebilirdik. Ama kızgınlığımı, en  azından kırgınlığımı devam ettirdiğimi görme- sini istediğim için çok sırnaşıp gülmüyordum. Bir ara aniden kalkıp oturdu, bana doğru döndü ve kızgınlıkla yine elini kaldırarak (tabiî başparmağı kapalı!) gözlerini gözlerime dikip “Ben neden seni sevmiyoyum, Baba yaaa!”, “Sevmek istiyoyum seni!” dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Kafamı çevirip dudağımı ısırdım. Yoksa onu ısıracaktım! Sevimliliğini an- latamam!

Kendimi toplayıp “Çünkü siz beni üzüyorsunuz!” dediğimde ağlamaklı bir sesle “Bi daha üzmicem, Baba ya! Söz!” demesin mi! İşte o anda “Ben de seni çoooook seviyorum, Oğluuuuuum! Siz benim canımsınız, kalbimsiniz, nefesimsiniz!” diyerek sarıldım. İnsan kendi varlığına nasıl dargın kalabilir ki! Dayanama- dımdaha fazla. Ben onların sevgisine de “Seni seviyorum, Baba!” cümlelerine de muhtacım! Çünkü ben bu sevgiyle nefes alıyor ve gün yüzü görüyorum. Biliyorum, zaman hızla tükeniyor. Babam da vefat ettiğinde sadece 45 yaşındaydı ve o sırada ben 6 yaşındaydım. Aynı kaderi yaşama ihtimali beni korkutuyor!

Kısa bir süre sonra da kızım da uyandı. Oğlum hemen ona müjdeyi verdi: “Abaaaaa, Abaa- aa! Babam bizimle bayıştı. Hu huuu! Babam da beni seviyoymuş! Yaşa baba! Yaşaaa!

Üçümüz, birbirimizin varlıklarına şükredercesine ve çok büyük bir mutlulukla sarmaş dolaş olduk ve oynaşmaya başladık. Böylece, kuzularıma karşı hissettiğim ve kalbimde ağır bir baskı hissetmeme neden olan birkaç günlük gönül kırgınlığım sona erdi. Derin bir nefes aldım ve hep beraber mutfağa giderek neşe içinde kahvaltı hazırlıklarına başladık.

Kızım da oğlumda hiç fark etmediler, elbette ve etmeyecekler. Yıllar sonra onlar için yazdığım bu anıdan okuyacaklar, belki de. Ama ben onlara ne kadar kızsam da onlar uyuduktan sonra başuçlarına gidip alınlarından, ellerinden, ayaklarından öper ve kulaklarına fısıldarım:

“Seni çoooook seviyorum, 

Kızım Seni çoooook seviyorum, 

Oğlum! Hem de dağlar kadar!

Sizi veren güzel Allah’ıma şükürler olsun!”

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 175. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 175. Sayı