Serçe Olmak


 01 Şubat 2025

Serçe Olmak

Dımdım suyu deresinden eşeğiyle odun getirirken önündeki dik yamacı nasıl çıkacaklarını düşündü. Yaz sıcağına cırcır böcekleri eşlik ediyor. Derenin suya yakın yerlerinde gül bahçesinden daha alımlı görünen bazen beyaz bazen kırmızı bazen maviye çalan çiçekleriyle ayangeçler sıralı. Yokuşu çıkarken çam ağaçlarının arasından masmavi gökyüzünde birkaç üveyik süzülüyor. Nereden geldikleri belli olmayan bu kuşlar eylül sonuna doğru göçüp giderdi.

Nihayet köye ulaşmıştı. Burası, Göktepe dağının eteklerinde Şaban yamacına bakan bir orman köyüydü. Bugüne kadar ilk konanların ne düşünüp buraya yerleştikleri hep merak edilse de hiçbiri ovaya inmeyi düşünmemişti. Köyün konumu; kışın ayazına, yazın sıcağına o kadar açıktı ki ikisi de acımasız yüzünü göstermek için acele ederdi. Köyün dayandığı yamacın karşısında sanki sihirli bir güç tarafından üst üste yerleştirilmiş hissini veren devasa kayalarla dolu vadi bütün ihtişamını sergiliyordu. Bütün dünyayı kendi gördükleri gök çanağının altındaki gibi sanan burada yaşayanlar için içinde bulunulan güzelliklerin ya da farklılıkların pek değeri yoktu. Sadece çocuklar ninelerinin anlattıkları masallardan sonra bu kayaları bazen kurda bazen canavara bazen cadılara benzettikleri için ürkerlerdi.

Delikanlı, birbirine benzeyen toprak damlı evlerden birinin çalıdan yapılan avlusuna girdi. Odunları indirmek için anasına seslendi. Kadınlar genellikle eşlerinin ismiyle anılırdı. Hüseyin’in eşi, Hasan’ın eşi yerine Üsengası, Hasangası denirdi. Üsengası tahta merdivenleri gıcırdatarak inip oğluna yardıma geldi. Eşi Hüseyin, Yemen savaşına katılmış bir daha kendinden haber alınamamıştı. Yuvası, ersiz kalan Fadime yaşlı kaynanası ve oğluyla bu toprak damlı evde hayata tutunmak zorundaydı.

İki gözü ve bir hayatı olan toprak damlı bu ev onların her şeyiydi. Hayatın kuzeye bakan duvarında bir ocak, ocağın her iki yanındaki tahta raflarda birkaç mutfak eşyası sıralıydı. Hayatın sokağa bakan yönü boydan boya köşkü adı verilen tahta balkonla kaplıydı. Burada genellikle yazın tütün dizilir güz gelince kışlıklar kurutulurdu. Babaannenin odasındaki ocağın önünde kısacık borusu olan ve yaz kış kaldırılmayan teneke bir soba vardı.

Tek başına yuvasını çekip çevirmeye çalışan Fadime oğlunun büyümesinden, her işe koşmasından çok mutluydu. O, bu bakımsız yuvanın reisi olmaya başlamıştı. Öyle de olmalıydı artık çok yorulmuştu Fadime.

İnce, uzun boyu vardı Mehmet’in. Kıvırcık kara saçları yüzünün beyazlığını öne çıkarıyordu. Kaşları gözlerine çok yakın, burnu küçücük, sivri çeneliydi. Hızlı yürüse de ayakları ses çıkarmaz bir seçe hafifliğiyle atardı adımlarını. Kolları uzaktan vücuduna oranla daha uzun görünürdü. Nedense gözleri hep buğulu bakar, bazen nereye baktığını kimse bilemezdi. Sesi güzeldi babasınınki gibi.

Anası bakmaya kıyamadığı Mehmet’ini gözünün önünden ayırmak istemiyordu. Onunla bacasının dumanı daim olacaktı. Bir an evvel baş göz edip yuvasını kurmalıydı. Öyle gösterişli ev özlemi yoktu zaten, serçe yuvası gibi olsa yeterliydi.

Zaten köydeki herkes serçelere, serçeler de burada yaşayan insanlara benziyordu. İnsanlar nasıl her kayanın her ağacın dibine yuva kurmuşlarsa serçelerin her evin damına, saçağına yuva kurmuşlardı. Serçe kırlangıç kadar sokulgan değil, her zaman mesafeliydi insanlara. Bir kartal kadar mağrur değil, bir bülbül kadar gösterişli değildi. Nereye giderseniz gidin onlarla karşılaşırsınız ancak gördüğünüz her serçe aynı serçe değildir. Serçe asla bölgesini, yuvasını ve eşini terk etmez yani serçelerde ihanet yoktur. Onlar köylerde yaşayan Ahmet’e, Mehmet’e, Hasan’a, Elif’e, Zehra’ya benzer, her köyde vardır ama aynı değildir.

Mehmet, komşu kızı Emine’ye gizliden gizliye vurgundu. Onu görünce eli ayağı dolanıyor, dudakları kuruyor boğazına bir taş gelip oturuyordu. Ayakları titriyor, avuçları titriyor sanki yüreğinde bir kısrak koşuyor gibi oluyordu. Emine de boş değildi Mehmet’e, beraber büyüseler de onu görünce içinden bir kuş kalkıyor başının üzerinde deli deli dolanıyor, yorulunca sessizce gelip konuyordu yüreğinin kıyıcığına. Küçük bir köyde söze dökülmese de bu sevdanın saklanması imkânsızdı. Hısım akraba, konu komşu elbirliğiyle iki deli yüreği bir yuvada birleştirmeye karar verdiler.

Fadime, babaannenin odasını gelin odası etmişti. Kendisi kayınvalidesiyle aynı odayı paylaşacaktı. Elinden geldiğince gösterişten, israftan uzak tıpkı bir serçe yuvası gibi bir yuvaydı kurulan. Allah mutluluklarını daim etsindi. Önemli olan kimseye muhtaç olmadan yaşamaktı.

Birbirine benzer geçen günlerin en güzel hediyesi Emine’nin çocuk sahibi olmasıydı. Üç kuşağın bir arada yaşadığı bu yuva çocukla birlikte şenlenmişti.         

Köyün dış dünyayla tek bağlantısı olan muhtarın bir ikindi vakti Fadimelere gelmesi pek hayra alamet olmadı. Muhtar, dili döndüğünce Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumu anlatmaya çalıştı. Balkanlar dedi, Cihan Harbi dedi, Fadime’nin bilmediği daha bir sürü şey dedi ancak onun anladığı tek şey köyden üç delikanlıyla birlikte Mehmet’in de Çanakkale Cephesi’ne çağrılmasıydı.

Fadime bu haber karşısında üzülmedi değil ama yıldızlar gibi ülkenin dört tarafında var olan köylerdeki yuvaların daim olabilmesi için gençlerin vatan savunmasına koşmaları şarttı. Üzüldüğünü belli ederse Emine daha çok üzülürdü. Dilinin döndüğünce Mehmet’in niçin gitmesi gerektiğini anlattı Emine’ye. Savaştan dönmeyen bir babadan sora Mehmet’in vedalaşması hiç de kolay olmadı. Emine kucağındaki bebeğiyle gözyaşlarına hâkim olamasa da Fadime metanetinden bir şey kaybetmemiş, oğlunu dimdik uğurlamıştı. Babaannesi su gibi gidip gelsin diye bir kova su dökmüştü arkasından. 

İlçenin karakolunda toplanmak amacıyla dört genç sabah ezanla birlikte yola koyuldular. Vedalaştıktan sonra hiçbiri arkalarına dönüp bakmadı. Çeşitli köylerden toplanan on iki genç karakol binasının bahçesinde toplandılar. Komutan onlara içinde bulunan süreçten bahsetti yolculuk hakkında bilgi verdi. Aydına kadar yürüyerek Aydın’dan İzmir’e trenle İzmir’den Çanakkale’ye gemiyle gideceklermiş.

Gençler şaşkınlık içindeydi. İlk kez başka bir gökyüzü, başka dağ, başka tarla görmekle kalmayacaklar hem trene hem de gemiye bineceklerdi. Hiçbirinin aklında cephe, savaş yoktu. Onlar şu anda yapacakları yolculuğa odaklanmışlardı.

Garda beklerken zemini sarsarak gelen kara tren, tiz düdüğünü öttürerek rayların üzerinde durdu. Durana kadar onu yakalamaya çalışan dumanı serbest kalmış kömür kokusuyla birlikte tüm istasyonu kaplamıştı. İncir taşıyan, zeytin taşıyan, pamuk taşıyan vagonlar belki adına ağıt yakılacak belki de zafer türküleri söylenecek askerleri taşıyordu.

Ege’nin çeşitli köylerinden kentlerinden toplanan yüzlerce genç Basmane garında trenden inen gençler sırtında torbaları düzensiz adımlarla limana doğru yürümeye başladılar. Farklı bir şey vardı havada; ilk kez tuz kokusu, deniz kokusu alazlıyordu bozkır kokan çorak yüzlerine.                                                                                            

Mehmet, iki tarafı yüksek binalarla sıralı geniş bir yolun ucunda göğün yere düştüğünü zannetti. Gökyüzünden biraz daha koyu bir mavi ufukta belli belirsiz puslu bir çizgiyle birbirine yapışmış gibiydi. Çoğu genç gibi Mehmet de ilk kez denizi görmüştü. Çığlık çığlığa, döne döne kendini rüzgârın esintisine bırakarak uçan geniş kanatlı beyaz kuşları da ilk kez görüyordu.

Nihayet o kadar insanı, yükü, oynak bir suyun üstünde taşıyan gemiye bindiler. Yıllardır aynı gök çanağının altında birbirine benzeyen gürleri yaşayan bu gençlerin birkaç gün içinde tanık oldukları ilkler onları şaşkına çevirmişti. Çeşitli limanlara uğrayan gemi beş gün sonra Çanakkale’ye ulaşmıştı. 

Dört bir yandan kopup gelen yüzlerce genç. Ellerinde çıkınları, ayaklarında çarıkları, kafalarında cevaplayamadıkları binlerce soru. Toplanma noktalarında buluştular. Başlarına birer usta asker verilerek hemen talime başladılar. 

Havada yağmur öncesi boğucu bir sıcaklık var. Neredeyse nefes almak imkânsız. Sıcaklığın etkisini azaltmak isteyen serçeler kanatlarını kabartmışlar, gagalarını açmışlar. Ara sıra seyrime şeklinde kanatlarını hızla çırparak serinlemeye çalışıyorlar. Etrafta çıt yok. Çalılar, çamlar âdete heykelleşmiş. Sadece insan ayırt etmeden vızıldayan, en olmaz zamanda, en olmaz yere konup insanı sinir eden sinekler var.

Uzakta boğaz girişinde bacalarından duman tüten onlarca savaş gemisi ve gemilerden filikalarla sahile çıkan yüzlerce düşman askeri. Bu askerlerde hırsızın bir eve girerken yaşadığı tedirginlik var. Ancak onları buraya getiren güçler evde mücadele yeteneğini yitirmiş yatalak bir hastanın olduğunu söylemişlerdi. Bunun için rahatça sahile çıkabiliyorlardı. Ne olursa olsun yasak bir şey yaptıkları için etraf gergindi, birbirini kolluyordu. Herkes bir işaret bekler gibi hazırdı ancak o işaret bir türlü gelmiyor. Adeta sabırlar sınanıyordu. 

Anaç serçe bu kadar kalabalığı bu topraklarda ilk kez görmenin telaşını yaşıyordu. Yuvasında dört yumurtası bir haftaya kadar çıkacaktı, yuvasını koruma içgüdüsüyle arada sırada sessizliği bozuyor, siperleri kontrol edercesine havada dönüp duruyordu. Sürekli tarlada çalışan, sabah namazından yatsı namazına kadar hareket halinde olan bu kadar insanın boylarınca kazdıkları bu çukurlarda neden saklandığını anlam veremiyor. Bu coğrafya buna benzer gerginliği binlerce yıl önce Truvalı Paris’in, Sparta Kralının karısı Helen’i kaçırması sonucu yaşamıştı.

Sonunda bu sessizlik sıkılan bir kurşunla bozuldu. Bir anda cehenneme döndü her taraf. Serçeler korkmuş, her biri bir dala bir çalıya sığınmıştı. Bu ses onların buğday tarlalarından uzaklaşmaları için çalınan teneke seslerine benzemiyordu. Anaç serçe kısa telaşın ardından yuvasına gitmiş minicik gövdesiyle yuvasını korumaya çalışıyordu.

Boğaz’da onlarca düşman gemisi, sahili karıncalar gibi saran düşman askerine karşı bugün aynı siperde can yoldaşı olan Mehmetçik karşılık vermeye çalışıyordu. Koşuşturma, telaş, toz, duman, uçuşan şarapnel parçaları, havada çarpışan mermiler, farklı dillerdeki bağrışmalar hepsi birbirine karışmıştı. Mehmetçik yaşanan mahşeri gürültüye “Allah Allah!” nidasıyla karşılık veriyordu. 

Mehmetçik, hepsi birer yalnız efeydi. Hepsi toprağa alışkın; elleri toprak, dizleri toprak, yüzleri toprak kokardı. Hepsi de Anadolu’nun değişik yerlerinden gelmiş burada siper arkadaşı, kader arkadaşı olmuştu.               

Ahmet; bir çift öküzüyle yalınayak tarla sürerdi dinlenmek nedir bilmeden. Dinlenirlerse aç kalacağını bilirdi. Hasan; ayrık otlarının arasından fındık toplardı, elleri toprak kokardı. Hüseyin; zeytin toplardı efeler diyarında, efelenmeden. Ömer; ekin biçerdi, hasadının yarısını tarla sahibine verirdi, rüzgâr beklerdi günlerce savurmak için çeçini ve sabırlıydı toprak kadar.

Ve Mehmet, bütün gençlerin cins adı alan Mehmet; askerin, gururun, başarının, sabrın ortak adı olan Mehmet elbette zaferin de adı olacaktı. Acıkmayan, susamayan, ihanet nedir bilmeyen Mehmet, baştanbaşa Anadolu, baştanbaşa toprak kokan Mehmet. “Vatan elden gidiyor!” dendi mi çiftini, çubuğunu, eşini, ailesini bırakıp cepheye koşan Mehmet.

Ahmet oğlu Mehmet olarak bilinen, nüfus kaydı bile olmayan, seferberlik dışında çoğu zaman sayılmayan Mehmet. Sarıkamış’ta donan, Yemen illerinde kavrulan, Trablus’tan Balkanlar’a savrulan, Akdeniz’de boğulan Mehmet; Çanakkale’de de imdada yetişti. Aldı Ahmet’i, aldı Ömer’i, aldı Seyit’i, aldı nice kınalı kuzuları yanına, koştu Çanakkale’ye. Geride yarım kalan çiftini, gözü yaşlı ancak mağrur bir anayı, yalnız bir eşi, konu komşuya emanet çocuğunu bırakarak.

İlk günlerde çoğu ne yapacağını bilmese de hepsi canından çok sevdikleri eşini, evladını, annesini, babasını hiç aklına getirmeden teslimiyet duygusuyla üzerlerine düşeni en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlardı. Yakınlarına düşen her top mermisi sesiyle yürekler yerinden çıkacakmış gibi olurken serçeler de öbek öbek bir ağaçtan ötekine kaçışıyordu. 

Arkadaşları siperlerde öldüklerinde gözlerini bile kırpmadan o askerlerin yerine geçme cesareti olan Mehmetçiğin kaybetmeye tahammülü yoktu. Ölüm artık sıradanlaşmıştı. Her siperden tabiatın bütün seslerini bastıran yaralıların feryatları nasıl bir gerçekle karşılaştıklarını gösteriyordu onlara. Her şeyin önüne geçen bir gerçek vardı: Savaş…

Dinlenmek yok, ekmek yok, çorba yok, insaf yok, yaralı çok, şehit çok, düşman çok, çare yok gibiydi. Saatler içinde cepheler el değiştiriyor. Kimin mağlup kimin galip olduğu belli olmuyordu. Sonunda silahlar sustu. Yaralıları, şehitleri taşımak için ara verilmişti savaşa. Kollarında beyaz bandaj olan askerler, az önce konuştuğu yaralı siper arkadaşını ya da şehit düşen Mehmet’in naaşını taşıyordu. Telaşlanmayan, hiçbir şeye aldırmayan karasinekler, hedef gözetmeksizin yaralıların kanlı yüzüne, oradan şehit düşen Ahmet’in kınalı parmağına konuyordu. Serçeler bu sessizliği fırsat bilmiş saklandıkları yerden hedef gözetmeksizin sağa sola hızla uçmaktaydı. Savaşı bütün çıplaklığıyla, bütün acımasızlığıyla görebilen sadece onlardı

Boğazın tek hâkimi tabiat, bazen düşman kadar acımasızdı. Sabah ayazıyla birlikte çöken sis fani insanların bütün planlarını alt üst ederek; “Son sözü ben söylerim.” edasıyla mutlak gücünü gösteriyordu. Siste mesafeler kısalıyor her taraf düşman oluyordu adeta. Güneşe bakan siperler öğle sıcağında dayanılmaz bir hal alıyordu. Bütün bu olumsuzlukların eşliğinde matarada su, çantada kuru ekmek tükense de umut hiç bitmiyordu Mehmetler için. Onların tek bir amacı vardı: Ne olursa olsun savundukları mevziiyi düşmana teslim etmemek. Böyle yaparak aslında evde bıraktıkları aile bireylerini yuvalarını koruyorlardı. Ülke denen büyük yuva dağılırsa tutunacakları hiçbir şeyleri kalmazdı.

On kişi kalmışlardı siperde. Geri dönüp bakmalarına gerek yoktu. Şehit olurlarsa elbette başka Mehmetler gelirdi. Sedülbahir’den, Arıburnu’ndan, Conkbayırı’ndan, Tekketepe’den her yerden haber geliyordu. Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’in kararlılığının savaşın seyrini değiştirdiği anlatılıyordu. 57. Alayın tamamının şahadet şerbetini içmesi onları korkutmamış aksine şehit olma isteklerini kamçılamıştı. 

Düşman gemileri dumanlarını tüttüre tüttüre, siperlerimize ölüm kusa kusa ilerlerken serçe hiç görmediği bir şeye tanıklık ediyordu: Kaç gündür uykusuz, yorgun, susuz Seyit Onbaşı sabah namazı vaktinde kendi ağırlığının dört katı olan top mermisini sırtlamış onu topun namlusuna yerleştirerek İngilizlerin böbürlenen gururunu ve Ocean zırhlısını batırmıştı. 

On gündür aynı siperdeydi Mehmet. On gündür geçenin ayazı, gündüzün sıcağı onlarla nöbetteydi. “Hey On Beşli”yle uğurlanan gençlerin hayallerinden bile yenilgi geçmemişti. Yok’u dualarıyla çok ediyorlardı. Kimi annesinden kimi babasından, kimi eşinden kimi çocuklarından kimi evinden, barkından, köyünden bahsediyordu. Siperlerde anılar paylaşılıyor, mektuplar paylaşılıyor, hayaller paylaşılıyordu. Her silah sesiyle gözler hedefe kilitleniyor, diller helalleşiyordu. Toprak kokan eller, toprak kokan gönüller her an toprak olmaya hazır oldukları için Mehmetçik muzaffer oluyordu. Tek korkuları ölüm değil şehit olamamaktı. Böyle bir teslimiyetin önünde hangi güç tutunabilirdi ki! Okuma yazma bilenler ailelerine kendilerinden bir yadigâr kalsın diye hem kendileri için hem de arkadaşları için mektup yazıyorlardı.

Bu kadar gürültüye rağmen anaç serçe yeni çıkan yavrularını yemlemek için telaşla çırpınıyordu. Kuşun telaşını gören Mehmet’in, anası geldi aklına. Çift sürerken çağırmışlardı Mehmet’i. Kalan çifti annesi Emine’siyle elbette bitirmişlerdir. Bir mektup da alamamıştı henüz, avuç içi kadar yüzüyle oğlu geldi aklına. Ailesinin rahat yaşayabilmesi oğlunun mutlu bir yuva kurabilmesi için burada olması ya da burada ölmesi gerektiğini biliyordu. 

Eşi geldi aklına. Ah Emine! Bakmaya kıyamadığı Emine! Ayrılırken gözyaşını görmesin diye dönüp bakamadığı Emine! Ondan tek hatıra olan mendilini çıkardı, koktu, sevdi yine koynuna sokarken bir serçe hızlıca üstünden geçti. Telaşı vardı belliydi. Yine savaş başlamış, siperdekiler birbiriyle helalleşmişti. Ağızlarda bilinen ayetler, gözler tetikteydi. 

Kadere bakın ki kulağının yanından vızıldayarak geçen mermi anaç serçenin yuvasına isabet etmiş bir iki saniye sonra darmadağın olan serçe yuvası ayağının dibine düşmüştü. Yuvanın çöpleri içinde henüz tüylenmemiş gaga kenarları sapsarı bir yavru can çekişiyordu. Anaç serçenin tüyleri uçuşuyordu etrafta.                                           

Mehmet dağılan serçe yuvasına bakarken birden göğsünde bir sıcaklık hissetti. Yanındaki Salih endişeli bir şekilde “Sıhhiye!” diye bağırıyordu. Sonra binlerce seçenin yükseldiğini gördü göğe doğru. Salih, onu sırtlayıp siper gerisine götürdü. Mehmet’in her tarafına bir sıcaklık kapladı. Dakikalar ilerledikçe hafiflediğini hissetti, elleri hafifledi, ayakları hafifledi, yüreği hafifledi. Az önce göğe doğru yükselen serçelere yetişmişti.

Yükseldi, yükseldi, yükseldi… O kadar yükseldi ki köyü görünüyordu aşağıda. Bir anda anasını, Emine’sini, oğlunu gördü. Pır pır etti yüreği. Seslendi onlara ama duymadılar, bağırdı, bağırdı, bağırdı… Çok yüksek olduğu için sesini duyuramadı.

Bir anda anasının da yüreğinin eridiğini hissetti. Emine’nin sesini duymuş gibi elini güneşe perdeleyerek gökyüzüne baktığını gördü. El sallamak istedi ama elleri sallanmıyordu. Aşağı inmek istedi, inemedi. 

Hani toprak olacaktı ama kuş olmuştu Mehmet, serçe olmuştu.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 218. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 218. Sayı