HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
Osman Çeviksoy 3
UFUK TUZMAN 4
HUDAYBERDİ HALLI 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
Gün boyu koşturup dururken aklıma gelmemişti ama yastığa başımı koyunca gözüme uyku girmedi. Neydi aklımı kurcalayan düşünce? Bu mel’un hastalık mı? Yoksa onun yazgıma bir ölüm apoleti gibi iliştirdiği laneti mi? Ölmekten mi korkuyordum sahi, yoksa hakikatin kendisinden mi? Onu duymaktan veya duyamamaktan mı? Var olmaktan ya da olamamaktan mı? Neydi aklımın dehlizlerinden süzülüp yastığımla dilimin arasında pinekleyen düşünce… Doğrusu bilmiyordum ama onu tam tamına elli sekiz gün altı saattir yorgun bir çiçeği sular, kutsal bir yapıyı yapar gibi göğsümün üstünde taşıyordum.
Ne taşıdığımı kimse anlamıyordu ve ne anladığımı taşıyan da yoktu. Bir babam vardı menteşe ustası, bir Rıfat ve bir de Melike. Rıfat, Melike ve babam beni anlamıyordu. Menteşe, beni, Rıfat’ı, Melike’yi ve babamı anlamıyordu. Annem vardı çok önce. Annem hepimizi anlıyordu, menteşeyi anlamıyordu. Biz anlaşılmasak da yürüyorduk. Ama menteşesiz kapı açılmıyordu… Menteşesiz kapı kapanmıyordu… Yuva yapılmıyordu… Daha pek çok şeyler yapılmıyordu menteşesiz. Ama menteşesiz, gece vakti bir mutfağa yürünüyordu.
Ben de öyle yaptım. Aklımla yastığımın arasındaki boşluğa ne döküldüyse topladım, yürüdüm mutfağa vardım. Koridorla kapı arasındaki kirişte tombul bir gölge oynuyordu. Gölge oynarken ben kımıldamıyordum. Ama ben kımıldamasam da gölge oynamaya devam ediyordu. Olsa olsa Melike’dir bu dedim. Boynundan omzuna doğru yol boyu kıvrımlı bir karanlık akıyordu. O karanlıkta annemi saklıyordum. Evet, şimdi yoktu belki ama babam hâlâ sağdı. Babam annem gibi de değildi, o menteşelerden iyi anlardı. Babam sağ diye kapıları usulca açardım. Usulca açılan kapılar Melike’ye çıkardı. Yanılmazdım. Melike’ydi işte, kirişe yansıyan o tombul gölge. Sigarasını henüz yakmış, bir öncekini küllükte gezdiriyordu. Kapıyı birden açınca, solumakta olduğu duman ciğerlerine tahmininden önce doldu. İstemsizce uzun uzun öksürdü. Her öksürüğün arasına ufak tefek kelimeler koydu:
Uyuyamadım.
Bu ilaçlar yapıyor, belki.
Yanıp sönen ciğerleri dudaklarına gri halkalar çizdirirken, göz ucuyla bir bana bir halkaların içindeki boşluğa dalıp gidiyordu. Halkaların içindeki boşlukta iyi şeyler duruyordu mutlaka. İyi şeyler ilk tanışmamızdı belki, belki düğünümüzdü… Rıfat’ın doğumu, babamın menteşe takımları ya da…
Ya da… Ya da’sı yoktu işte…
Tahmin duygumu yitireli uzun vakitler oluyordu. Melike ne düşünse, o halkaların içindeki boşluktan süzülerek bir tokat gibi yüküyle ruhumda patlıyordu. Sustukları, sesinin çatlak bir kenarından kulağıma akıyordu. Nereye gömülecektim? Konu komşu ne diyecekti? Gencecik yaşında dul mu kalacaktı? Yaşlı babama kim bakacaktı? Bütün güzelliği ve gençliği böyle mi akacaktı? Ya Rıfat? Kim büyütecekti onu? Okul taksitlerini kim ödeyecekti? Gerdanlığını bozdursa yetmez, yüzüğünü satsa bitmez. Ne hâl edecekti? Köye dönse kardeşleri vurur, evleneyim dese laf söz olurdu. Bu yaşta olacak iş miydi? Gencecik adamı gömdü diyeceklerdi, üstüne de çadırı dikti diyeceklerdi…
Düşünceler zihninde umarsızca akarken birdenbire irkildi. Varlığım ruhunun orta yerine, mutfağın orta yeri gibi dikildi. Üzerindeki ağırlığı kaldırıp aklının başka bir cebine koydu. Zihninde iştahlı alevler tütüyordu. İçindeki kederi sigarasının dumanında gizledi. Halkaların ardındaki pencereye dumanla birlikte karanlık yanlarını da gömdü. Bir şeyin ilk hâli gibi güldü. Bir sevincin, bir aşkın ilk ânı gibi güldü. Az gülen genç yüzüne sahte bir gülüşün kırışıklığı kondu. Sanki onu ilk defa duyacakmışım gibi vakur, tok bir sesle, ince ve ürkek dudaklarından birkaç kelime tükürdü:
İyiyim, dedim.
Yok.
Bir yandan masadaki çakmağını arıyor, bir yandan da henüz yanmamış bir sigarayı ağzında gezdiriyordu. Sanki hiç ciddi şeyler düşünmüyordu.
Değil mi?..
Melike, insanlardan kaçışımın nedenini anlamıyordu. Melike, beni, babamı, Rıfat’ı, annemi ve menteşeyi de anlamıyordu. Melike, içtiği sigarayı da anlamıyordu. Melike yaşadığını da anlamıyordu ve daha pek çok şey gibi yalan söylemeyi de anlamıyordu. Oysa ben her şeyi anlıyordum, her yalanı duyuyordum. Babam, Rıfat ve Menteşe, Melike’nin söylediklerini duyuyordu, annemin söylediklerini duyuyordu. Ben onların söylemediklerini de duyuyordum. Dışarıdaki başka başka Rıfatları, Melikeleri, babaları ve menteşeleri de duyuyordum. Ölü anneleri de duyuyordum. Yürekte, ruhta ve kafada ne varsa duyuyordum. Bütün manası kısılmış sesleri, herkesin en yakınlarından sakladığı o sesleri, o nezaketle örtülmüş, bıçkın, çırılçıplak ve bir o kadar da gerçek olan sesleri… Onları duyuyordum. Kimin yüreğinde ne çarpıyorsa, aklına ne düşüyorsa kulağımın orta yerinde çınlıyordu ama Melike bunu bilmiyordu. Melike daha neleri bilmiyordu ve Melike gibi daha çokları da neleri bilmiyordu.
Ben de bunları bilmiyordum ama yaşıyordum. Bilip de yaşamadığım, yaşayıp da bilmediğim ne çok şeyi üstümde taşıyordum. Buydu beni yaka paça insanlardan kaçırtan, uykulardan kaldıran lanet. Buydu gece yarıları mutfağa yürümeyi öğreten… Gece yarıları mutfağa yürürken menteşelerin neden sustuğunu öğreten kudret…
Melike bunu bilmiyordu. Ölümden korkuyorsun, yazgından kaçıyorsun diyordu. Oysa ben en afili ölümü bile düşlemiştim. Köprüde trafik vardı hep, yayan geçirilmemiştim.
Ama yayan geçenleri de, trafiği de, köprünün menteşelerini de işitmiştim. Melike orada yoktu. Ben Melike’yi de işitmiştim.
O beni işitmemişti.
Melike beni işitmiyor…
Melike beni duymuyor…
Melike yeni bir sigara yakıyor…