HaftanınÇok Okunanları
TANER GÜÇLÜTÜRK 1
COŞKUN HALiLOĞLU 2
KEMAL BOZOK 3
HİDAYET ORUÇOV 4
SEYFETTİN ALTAYLI 5
AHMET KARTAL 6
Serdar Dağıstan 7
Teneffüs zilini yeni çalmışlardı. Öğretmenler, teker teker bağrışarak okul bahçesine çıkan ve koşarak çeşmeye doğru hücum eden çocukların kargaşasının arasından kurtulup, müdür yardımcısının odasına sığındılar. Oda küçüktü. Müdür yardımcısının masası, odanın yarısını kaplamıştı. Ve odada zorlukla hareket ediliyordu. Odanın tavanı tamamen elektrik, telefon ve zil kablolarıyla kaplıydı. Müdür yardımcısının masasının üst tarafında, okul üniformalı genç bir çocuğun tozlu, solmuş ve çerçevelenmiş büyük bir resmi duvarda asılıydı. Odanın etrafındaki sandalyeler dışında, bir dolap, ahşap bir kıyafet askısı, bir lavabo ve üzerinde idari yönetmelik ve uyarılar yazılı büyük bir pano ve diğer mobilyalar vardı. Hangi seneye ait olduğu belli olmayan lise mezunları, öğretmenleri ve okul müdürünün küçük bir fotoğrafı sobanın üst tarafındaydı. Herkesten önce yaşlı, kısa boylu ve titiz Fransızca öğretmeni, kibrit çöpüyle sigarasını söndürdü ve onu parmağının ucuyla kendinden uzaklaştırarak içeri girdi. Sanki sigara ve dumanı kirliymiş ve ondan kaçınılması gerekmiş gibi. Sonra kısa boylu ve biraz kilolu Tarih öğretmeni geldi. Ayağına çarık giymişti, gömleğinin yakası kirli ve ütüsüzdü, kravatı bir ip gibi giysinin altında kıvrılmış, ceketinin yakasının altına gömülmüştü. Sonra sanki veremli gibi beti benzi sapsarı, ağzında sigarasıyla, gözlüklü, sallana sallana yürüyen ince ve uzun boylu olan Matematik öğretmeni geldi. Peşine kalın sesiyle mollalar gibi konuşan, kalın camlı bir gözlük takan, yakası açık ve kirli sakallı Din öğretmeni geldi. Tüm meslektaşlarıyla teker teker selamlaştı ve “merhaba” dedi. Bir köşeye bırakılan ağır bir çuval gibi kapının yanına yığıldı. Sonra baktığı herkese ağzı kulaklarında kıkırdayıp gülerek acele acele yürüyen kel, kısa boylu okulun kütüphanecisi geldi. Sonra birkaç öğretmen daha geldi ve nihayet sanki bir kavgadan yeni çıkmış gibi duran, suratsız Resim öğretmeni geldi. Kolunun altında boyalı kâğıtlar vardı. Sandalyeye yaklaştığında sigarasını ayağının altında ezdi ve oturdu. Öğretmenler yeni oturmuşlardı ki okulun kütüphanecisi müjde getirmiş gibi seslendi:
‒ Tebrikler beyler. Bugün sigorta poliçelerini vereceklermiş.
Tarih öğretmeni zorlukla oturduğu koltuktan kalktı ve itiraz ederek bağırdı:
‒ Sigorta poliçeleriyle mezara girsinler. Ben sigorta istemiyorum. Kendi sigortam var. Kabul etmeyeceğim.
‒ Kabul etseniz de etmeseniz de maaşlarınızdan kesecekler. Eliniz mahkûm, mecburen kabul edeceksiniz.
Bu sevimsiz deyime, kütüphaneci ve birkaç öğretmen zoraki güldüler. Tarih öğretmeni biraz sakinleşti. Sigarası bitmek üzere olan Matematik öğretmeni şöyle dedi:
‒ Sigortanın neyin karşılığında olduğunu biliyor musunuz?
Henüz sözü bitmemişti ki bir ses yükseldi:
‒ Beylerin salaklığının karşılığında, salaklığının!
Bu sözleri söyleyen resim öğretmeniydi, dizlerinin üstündeki çizim belgelerini bıraktı ve küfür edermişçesine konuşurken, herkes ona döndü. Şimdiye değin yorgunluktan başka bir şey görülmeyen ve her şeye karşı ilgisizlik dışında bir şey okunmayan bu bakışlarda şimdi merak uyanmıştı ve bazılarında ise nefret dışında başka bir şey sezilmiyordu. Tüm öğretmenler, resim öğretmeninin fizik bölümünden mezun olduğunu biliyorlardı ve okulun resim dersleri, kendisinin ısrarı sonucu iki yıldır ona verilmişti. Herkes onun suratsız yüzüne âşinâ idiler. Onun sert huyuna alışmışlardı ve çoğu kez ona hak verseler bile onun etrafında fazla dolaşmazlar, onunla tartışmaktan kaçınırlardı. Hatta herkes ile dalga geçen, kendi deyimiyle esprileriyle iş arkadaşlarının yorgunluğunu atmak isteyen kütüphaneci bile resim öğretmeniyle dalga geçmez, onun bu hâline saygı gösterirdi. Birkaç dakika sessizlik oldu. Okulun hizmetlisi, çay tepsisiyle gelmeseydi bu sessizliğin ne kadar süreceği belli değildi. Bazı öğretmenler tepsiden çayı alırken birkaç tane bozuk parayı gürültülü bir şekilde tepsiye bıraktılar, bazı öğretmenler ise çay almadılar. Resim öğretmeni tekrar konuşmaya başladığında Din öğretmeni ve okulun kütüphanecisi, çaylarından höpürdeterek bir fırt çektiler. Ben lafını tartarak söyleyen biri değilim ki bu da kötü bir durumdur. Direkt dobra dobra söylerim. Kendimi anlatayım. Öğretmenliğimin ilk senesindeyken beş yıl sonrasında delireceğimi sanıyordum. Haklıydım da. Öğretmenliğimin ikinci senesinde okulumuzun geometri öğretmeni delirdi. Gerçekten aklını kaçırdı. Milli eğitime onun istirahat etmeye ihtiyacı olduğunu ispat edene kadar canımız çıktı. Zavallı okul müdürü, onun yerine birisi gelsin, diye çok uğraştı. Öyle zor bir durumdu ki kendisine delirdiği ve derse girmemesi gerektiği söylenemiyordu. Ama davranışından belliydi. Geliyor ve sınıfta yürüyordu. Buna alışmıştı. Aklı başında olmamasına rağmen bu alışkanlığından vazgeçemiyordu. İşte o zaman, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini anladım. O an, beş sene dolunca benimde delireceğimi düşündüm. Ama yedi senedir derse girdiğim şu günlerde yavaş yavaş deli değil de, aptal olduğum düşüncesine kapılıyorum. Şimdi saygın insanlar olan bazı öğretmenlerin beş yıl öğretmenlik yaptıktan sonra delirdiği sonucuna vardım. Geometri öğretmeni de öyleydi. Bizim gibi akılsız ve faydasız insanlar sadece aptaldırlar. Ne kadar çok ders öğretirlerse, o kadar çok aptallaşırlar. Kütüphaneci sözün ortasında atladı:
‒ Beyefendi kendileri ile kıyaslıyorlar.
Çay bardağıyla oynayan Fransızca öğretmeni, şöyle dedi:
‒ Dalga geçmeyelim beyefendi, gerçekleri kabul edelim. Kültür elçisi olduğum Goçan’da, tabi yirmi sene öncesinden bahsediyorum. Matematik öğretmenimiz Rus idi ve delirdi. Okulu bıraktı. Ortadan nasıl kaybolduğunu anlamadık. Milli eğitimde ki otuzuncu yılım ve şimdiye kadar dört iş arkadaşım daha delirdiler…
‒ Ben neden kendi bölümümü bıraktım da resim öğretmeni oldum. Evet, neden? Çünkü beş ya da yedi yıldır milletin eşek sıpalarının beynine sokmak için ebediyete kadar aynı konuyu anlatmak ve mütalaa etmekten kurtulmak ve hatta ders öğretmek için artık yeni konuları çalışmaya ihtiyaç duymamak ve sadece öğretmen okulunda bize verdikleri keser ve testereyi her bir çocuğun beyninde kullanmanın insanı delirttiği ya da ahmaklaştırdığı için. Eğer bir insan akıllı olursa ya dersi salar ya da deli olur. Eğer akıllı olmazsa aptallaşır. Ben bu sonuca vardım.
‒ Konuşurken titreyen matematik öğretmeni şöyle dedi:
‒ Ben yapılması gereken her şeyi yaptığımdan aptallık konusunda artık rahatım. On dört senedir derse giriyorum. Ama bence öğretmenleri, iki hastalık karşısında sigortalı yapmak gerekir. Birisi verem diğeri ise…
Birde elini, sapsarı olmuş alnına doğru götürdü ve iki üç kere işaret parmağıyla alnına vurdu. Resim öğretmeni şöyle dedi:
‒ Hayır efendim. Aptallığa karşı.
Din öğretmeni yerinden kalktı ve teselli etmek için şöyle dedi:
‒ Zorluk çıkarmayın beyler. Sinirlenmeyin. Defolup gitsinler, ister anlasınlar ister anlamasınlar. Siz gençsiniz ve çok fevrisiniz. Yaşınız biraz ilerleyince bu fevriliğiniz geçecek o zaman her şey düzelecektir. Boşu boşuna endişeleniyorsunuz.
Tarih öğretmeni, konuyu değiştirmek istedi ve şöyle dedi:
‒ Ben asla sigorta yaptırmayacağım. Gebersinler. Benim hayat sigortam var. On sekiz yıl sonra yirmi bin tümeni sigortamdan alacağım.
‒ Yani on sekiz sene sonra hayatta olacak mısın?
Kütüphanecinin bu esprisine, kendisi dâhil herkes güldü. Böylece ortam resmiyetten kurtulmuş oldu. İki kişilik sohbetler ve kahkahalar başladı. Kütüphaneci esprisini telafi etmek için, Din öğretmeniyle birlikte sigorta hakkında koyu bir sohbete başladı. Tarih öğretmeni memur maaşı, Din öğretmeni de Abas Abad mahallesinden aldığı yer hakkında yanında oturan öğretmenle konuşuyordu. Fransızca öğretmeni ise müdür yardımcısına promosyon hakkında bir şeyler soruyordu. Odanın kapısının açılması ve yaşlı hizmetlinin çay bardaklarını toplamak için içeri girmesiyle birlikte, okuldaki çocukların gürültüsü de içeri girdi. O an da okulun müdürü önden, çantası elinde iki kişi ise müdürün arkasından öğretmenler odasına girdiler. Bazı öğretmenler saygıdan ayağa kalktılar, diğerleri ise sadece kalkıyormuş gibi yaptılar. Okul müdürü, müdür yardımcısının masasının arkasına geçti ve gözlüğünü masanın üstüne koydu. O iki kişi de çantalarını masanın üstünde açtılar. Müdür, teker teker öğretmenlerin hâlini hatırını, sınıfların durumunu ve öğrencilerin devamsızlıklarını sordu. Belgeleri hazırlanan öğretmenlerin isimlerini teker teker elindeki listeden okuyor ve onlara imzalattırıyordu. Müfettişler ise her birinin sigorta defterindeki fotoğrafını acemice -hapishanede canilere karşı yapılan bir dikkatle- sahibinin yüzüyle eşleştiriyorlar ve sigorta defterini veriyorlardı. Sıra resim öğretmenine gelince sağlık ve kaza poliçesini eline verdiler. Onda ne bir mutluluk ne de bir sevinç belirtisi vardı. Yüz ifadesi çok sertti ve çocukların çizim belgelerini kolunun altında tutuyordu. Belki çok yorgundu belki de aklı başka yerdeydi. Ama ondan birkaç belgeye imza atmasını istedikleri zaman biraz rahatsız oldu. Okul giriş çıkış defterine imza atmamak için bile direnirdi. İş arkadaşlarına şöyle demişti:
‒ Ne yani? Türbe avlusundaki güvencinler gibi dışkı atmak? Her yeri kirletmek?
Maaş listesine bile imza atmak istemezdi. Bu sigorta poliçesi de öyleydi. Görevliler, sıkı denetim yaptılar. Resim öğretmeni de mecburen kalemle belgenin altına birkaç tane eğri büğrü çizik attı, güldü, sigorta poliçesine bakmadan aldı ve tekrar yerine oturdu. Bir saat öğrencilerle uğraştıktan sonra zil çaldı ve iş arkadaşlarıyla, öğretmenler odasında toplanıp yine sigortadan konuştular. Doğrusu her ay maaşından kırk yedi - kırk sekiz riyal eksileceğini hesapladıkları zaman yüzü asıldı.
Sonraki ders saatindeki gürültü ve kalabalık her şeyi unutturdu. Öğlen okuldan çıktıktan sonra birkaç öğretmenle beraber otobüse bindi. Otobüs bileti almak için cebinde para ararken eline sigorta poliçesi geldi ve onu çıkardı. Bilet satıcısı ona para üstünü verirken o da poliçeyi gözden geçirip, o kadar da kötü olmadığını düşündü. Eğer bir an da insanın kimliği kaybolsa, yani insan bir an kimliğini kaybedecek olursa, üzülse de ne fayda? Bunu düşünerek baştan sona poliçeyi dikkatlice inceledi. Anne ve babasının ismine bakmamıştı sadece kendi ismine, doğum yerine ve eski gençlik fotoğrafının olduğu ilk sayfaya bakmıştı. Su ve tarakla günde üç dört kere saçlarıyla uğraştığı, yirmili yaşlarındaki gençlik hâline bakarak güldü ve sayfayı çevirdi. Birden çok sayfa ve sütun, hastalık isimleriyle doktorun doldurması için boş bırakılmıştı. Poliçenin sonunda ki birkaç sayfa ise hayat sigortası, mal sigortası, kaza sigortası ve yangın sigortası gibi farklı kurallarla karalanmıştı. Ne sigorta poliçesinin kimlik gibi bir damgaya veya bir mühre benzemesi ne de onun her zaman kimlik, diploma, sertifika gibi belgelerden hiç hoşlanmamış olması ona çok kötü göründü.
Ona göre tüm bu damgalar, damgalanmış eşek gibi herkesi birbirinden farklı gösteriyordu. Bir top kumaşa ya da portakal kasasına vurulmuş bu mühürler, tıpkı askerî atların üzerine vurulmuş damgalar gibiydi. Neden böyleydi? Tıpkı askerî rütbeler gibi omuz ve kollarına yapıştırıyorlar; altın ve kıymetli takı gibi kendilerine takıyorlardı.
Bu işaretler ve damgalar her zaman ona insanlık dışı geliyor ve bunların insanları aşağılamak için kullanıldığını düşünüyordu. Falanca atlı taburun hepsinde olan ortak yönler ya da bir kasa içindeki portakalların arasındaki benzerlikler gibi örneğin; diplomaları olan tüm insanlar arasında çok fazla ortak nokta vardı. Ona göre insanlara diploma vermek, omuzlarına işaret vurmak, hangi bölgede doğduklarına göre onlara kimlik vermek insanları aşağılamak ve hakaret etmekti. İşte onları başkalarından ayırt etmek bu kadar kolaydı. Aslında ona göre insanların üstünlüklerini, zekâlarını birbiriyle karşılaştırmamak gerekir. Fakat alınlarına bir damga, omuzlarına bir apolet koyarak ayırt ediyorlar. Şimdi bu sigorta poliçesinin de kimlikten diplomadan, bir apolet veya bir damgadan hiçbir farkı yoktu. Sadece tek farkı, kimlik gibi bin bir türlü soruya yanıt vermemesiydi. Bunlar resim öğretmeninin poliçeye ilgi duymasına neden oldu. Yani ilgi duymak değil de, sadece artık gözüne kötü görünmüyordu. Belki de gençlik resmi olduğu için hoşlanmıştı… Ama hayır, bu resmin aynısı kimliğinde de vardı… Belki de… Otobüs duraktan gürültüyle hareket ederken sigorta poliçesinin doktorların onay ve hastalıkları yazması için boş bırakılan sayfasına baktı. Eğer bu sütun; beyin, nöroloji, karaciğer ve mide gibi farklı hastalıkların uzman doktorları tarafından dolsaydı, kendisini tanıyabileceğini düşündü. Şimdiye kadar bir ay yatakta uyumak, istirahat etmek için zaman bulamamış ve her kalp ağrısı, baygınlık veya delirmeye yakın bir sinir krizi için doktora gidememişti. Bundan sonra vücudunda neler oluyor anlayacaktı! Ama böyle bir şey mümkün mü? Ya mümkünse? Ve onun bu ümidi, sigorta poliçesine ilgi duymasına sebep oldu. Onu dikkatle ve özenle koruması gerektiğini düşündü. Bir tanıtım gibi bu poliçenin sayfalarını her doktorun önünde açabilirdi. Bu düşüncede olduğu için az önce inip giden iş arkadaşlarını unutmuştu. Evinin yakınındaki durağa varana kadar iki üç defa mutluluktan poliçenin sayfalarına baktı ve her şeyi karısına anlatıp, onun da düşüncesini sormaya karar verdi. Ama eve vardığında yolda düşündüğü şeyi unuttu. O kadar aç ve yorgundu ki her şey aklından uçup gitti.
* * *
Sigorta poliçesini doktorun önüne koydu ve oturdu. Doktor sandalyesine yerleşti, poliçeyi eline alarak üstündeki bilgileri bir kâğıda yazdı. Resim öğretmeni şapkasını dizlerinin üstüne koydu ve bu esnada ayağı da istemsizce titriyordu. Kendini kontrol etmeye çok çalıştı ama yapamadı sanki kötü bir şey yapmıştı. Dilenciliğe gelmiş gibi kendinden hatta doktorundan da utanıyordu. Ama doktorun başı önündeydi ve kendi işiyle meşguldü. Belgeleri karıştırıyor, bir şeyleri not ediyordu; bunlar resim öğretmenin başını kaldırıp etrafına bakması için ona cesaret verdi. Sağ tarafta, muşamba çekili bir yatak ve üstünde bir çekiç, sol tarafta ise boyalı parlak bir duvar vardı. Karşısında doktorun başının üstünde duran kim bilir ya İsveç ya da İtalya’nın kuzeyine ait kumaştan bir manzara resmi asılıydı ama hiç biri ilgisini çekmiyordu. Ne doktorun masasının üstünde duran stetoskopu ne de odanın sağ köşesindeki tartı ilgi çekici değildi. Ama ya doktorun kendisi? O insana güven vermeyen, geniş alınlı, kısa boylu, otuz küsur yaşlarında genç biriydi. Hâlâ yüzünde hiçbir kırışıklığı yoktu, teni biraz esmerdi. Ceketini çıkarmış ve sandalyesinin arkasına koymuştu. Kravatı ütülü ve düzgündü, yakası kolalıydı, doktorun görünüşü tam bir ilaç mümessili gibiydi. Doktor poliçe bilgilerini yazdı ve kapatarak önüne koydu, kendini samimi göstermeye çalışarak, şöyle dedi:
‒ Beyefendi, neyiniz var?
Resim öğretmeni sigarasını yakarak söze başladı:
‒ Doğrusu, ne rahatsızlığım olduğunu ben de bilmiyorum.
Tükürüğü boğazına kaçtı ve heyecanlandı. Göz ucuyla doktora baktı, bir fırt sigarasından çekti ve kendine gelince şöyle dedi:
‒ Sinir hastalıkları için buraya geldiğimi biliyorum ama bir şeyim olduğunu sanmıyorum. Karım ise hasta olduğum konusunda ısrar ediyor. Kendisi neden hasta olduğumu size söylesin, diye karımın burada olmasını çok isterdim.
Yine bir nefes çekti ve doktora kendini soğukkanlı göstererek anlattı:
‒ Biliyorum sinirliyim. Hem de çok sinirliyim. Biliyor musunuz? Sıram gelsin diye bir saat bekleme odasında oturdum. Bu insanın sinirlenmesi için yeterlidir. Birbirleriyle yüksek sesle konuşup, insanın başının etini yiyen iki yabancı kadın az kalsın, beni deli edeceklerdi. Kesin sizi de çok yormuşlardır. Ben sonunda kalktım, odadan dışarı çıktım yani… Gürültü rahatsız ediyor. Sınıfta da sinirleniyorum. Resim öğretmeniyim ve toplu hâlde ders anlatmaya ihtiyacım yoktur yani dersin yorucu olmadığını söylemek istiyorum. Ama sınıf! İnsanı deli ediyor. Kalabalıktır. Ders, o da resim dersi biliyorsunuz sanki ne! Hiçbir ders yorucu değildir. Ama çocukların gürültüsü! Çocukları sessiz tutmak ne zor iştir. Hem de seksen çocuğu! Ben her zaman sınıfta sinirleniyorum. İki sene öncesine kadar fizik öğretiyordum. Biraz daha rahat olayım diye dersimi değiştirdim ama yine de olmadı. Yılda iki üç defa sinir krizine giriyorum. Geçen sene bir oğlan çocuğuna öyle vurdum ki bayıldı, kendim de bayıldım. Kendime geldikten sonra o çocuk, başkalarıyla birlikte yüzüme ve başıma su serpiyordu. Böyleyim. Evde de çok sinirleniyorum, çok dırdırcıyımdır. Sokaktaki sesler sanki derimi soyuyorlar. Evimiz sokak kenarındadır.
Bir an doktorun yüzünde hiçbir ilgi ve dikkat olmadığını hissetti. Doktor tıpkı müşterilerinin hüzünlü ve mutlu anlarını hiçbir şaşkınlık ya da memnuniyet belirtmeden yazan postane memuru gibi öylece oturmuştu. Bazen gözünü onun gözüne dikiyor sonra masaya bakıyordu, yorgun olduğu belliydi. Öğretmen bir nefes sigara çekti ve devam etti:
‒ Sizce de bu kadar yeterli değil mi? Konuşmayı çok istiyorum ama ne fayda? Bekleme odası dolu.
İçi rahatlamadı ve devam etti:
‒ Doğrusu, iyi bir mesleğiniz var, değil mi? Öğretmenlikten daha iyidir. Doktor gülerek kalktı, onu yatağın üstüne oturttu, dizlerini aşağı sarkıttı ve dizleri hareket etsin diye çekiçle iki üç kere dizlerine vurdu. Sonra tansiyonunu ölçtü, göğsünü ve kalbini stetoskopla dinledi, tüm bu işleri aceleyle yaptıktan sonra masasına gidip oturdu ve reçete yazmaya başladı. Ve resim öğretmeni bir gün önce maşrapalarını düzelttirmek için götürdüğü demirciyi hatırladı. Yaşlı demirci de aynı doktor gibi aceleyle maşrapaya bakmıştı.
Resim öğretmeni tekrar oturdu, sigarasını içerek söyleniyor ve doktorun kalemine gözünü dikerek kendi kendine düşünüyordu: “Bu doktorlarımız! İnsanlarla konuşmaya tahammül edemiyorlar. Hem de nöroloji doktoru! Ne insanların güvenini kazanıyorlar ne de biraz vakit ayırıyorlar, ne farkı var? Bizim milletin çocuklarının beynine vurduğumuz aynı çekiç ve keseri, bunlarda insanların vücutlarına vuruyorlar. Kesin tüm hastalara aynı davranıyorlar. Bunun da muayenehanesi aynı benim sınıf kadar kalabalıktır. Başka ne yapabilir ki? Kesin geldiklerinde, karşısına oturup iki kelime konuşamadan sözlerini kesiyor, dizlerini, göğüslerini muayene edip sonra da reçete yazıyor ve on tümen diyordur…” Ve bir an kendine geldi. Sigortası olduğunu ve para vermediğini hatırladı. Ceketinin düğmesini ilikledi, sigarasını söndürdü, ellerini şapkasının altına sakladı ve önündeki poliçesine göz dikti. Ama bu defa kendine hâkim oldu ve düşündü:
‒ Babasının mezarına! Sigorta parasını almıyor mu? Allâh rızası için değil ki! Piçler!
Doktor kafasını kaldırdı, tarih ve imzasını reçeteye atarak şöyle dedi:
‒ Sirke, biber gibi tetikleyici yemekler yemeyin… Gece erken uyuyun. Eğer uykudan önce bir bardak süt içerseniz iyi olur. İğnelerden de her gün bir tane yaptırın. İlaçta yemekten önce. Bir iki hafta istirahate ihtiyacınız var ama üzgünüm, bize sizlere rapor vermememiz gerektiğini söylediler.
Resim öğretmeni doktoru dinlerken içinden gülüyordu. “Eğer sadece bu kadarsa senin yanına niye geleyim ki? Benim karım bunları senden daha iyi biliyor. O da bunları söylüyor. İğne de kesin kalsiyum iğnesidir…” Ve yüksek sesle söyledi:
‒ Teşekkür ederim.
Yerinden kalktı, iki üç sayfalık reçeteyi katlayıp, cebine koydu. Sigorta poliçesini aldı ve yola düştü. Henüz odanın kapısını tam açmamıştı ki sonraki hasta içeri daldı. O da şaşkınlıkla şapkasını başına koydu ve gitti. Vardığı sokakta su kanalından temiz bir su akıp gidiyordu. Düşündü: “Evet, daha iyi…” Faydası nedir? Reçeteyi yırtıp suya attı ve sokak lambasının altında poliçesini açıp, hastalık sütununda, doktorun sinir boşalması yazıp imzalamış olduğunu gördü.
* * *
Böyle bir sene geçti ve bu bir senede resim öğretmeni sekiz kere doktora gitti. İlk gittiklerinde çok istekliydi, ondan sonra mecburen belki de sadece yeni insanlar tanımak için gidiyordu. Bu sırada farklı doktorlar da kendi düşüncelerini, poliçenin hastalık sütununa yazmışlardı.
Şimdi resim öğretmeninin en azından ne rahatsızlığı olduğunu anladığı için içi rahatlamıştı. Ya da ne sıkıntıları olduğunu… İki tane sinir boşalması imzası, bir tane tüm vücut muayenesi, iki tane grip, göğüs ağrısı, bir tane boğaz ağrısı, bir tane karaciğer ve en sonda da kan tahlili. Şimdiye kadar aldığı reçetelerden üç tanesini yırtıp atmıştı. Çünkü sadece doktorların imzaları onun için yeterliydi. Aldığı reçetelerin ilaçları odanın rafında duruyorlardı, resim öğretmeni ilaç şişelerini ne atmak istiyordu ne de onları ağzına sürüyordu. Sadece haftada bir kere tozlarını alıyordu. Özellikle göğüs ağrısı için verilen büyük bir şişe balık yağı hepsinden rahatsız ediciydi. Bunların hepsi küçük bir eczane oluşturmasına sebep olmuştu. Tıpkı ilk kez bir kitabın eve girip ev sahibinin kitaplık oluşturması gerektiğini düşünmesi gibi o da bütün ilaç şişelerini bir araya toplamıştı. Sadece bazen tentürdiyot şişesini kullansalar da, ilaç şişelerinin evde olması onlara güven veriyordu.
Resim öğretmeninin ilaç içmenin iyi geleceğine dair hiç inancı yoktu. Küçük bir baş ağrısı hapından en kuvvetli ağrı kesiciye kadar; karısının gözlerini yıkadığı saf sudan; ele, kola, damara vurulan farklı farklı iğnelere ve doktorlara kadar hepsinden nefret ederdi. Öğrenciyken, bir sabah annesi bin bir türlü hileyle onu doktora götürmüştü. Türkçe küfürler eden yaşlı ve aksi bir doktor, ona müshil vermişti, muayeneden çıktılar. O da annesi ilaçları almak için eczaneye yaklaşırken kaçmıştı. Doktordan, muayenehanedeki kokulardan, duvarda asılı olan korkunç resimlerden ve müshil adından öyle korkutmuştu ki kaçıp, gitmişti ve geceye kadar kapalı çarşıda yükler arasında saklanmıştı. Akşam kapalı çarşıyı kapatmak istediklerinde Natanzlı bir kervansaray sahibi onu bulmuştu ve onun hırsızlık için geldiğini düşünmüş, dövmüş ve dışarı atmıştı. Aç bir hâlde halasının evine sığınmış, halası da onun sabah evden kaçtığını öğrenince evine gönderip, annesine teslim etmişti. Annesi kızgınlıktan o gece evin bodrumunda onu ince odunlarla dövmüş ve aç uyutmuştu. Ve sabahleyin döve döve ona müshili yedirmişti.
Resim öğretmeni, hiçbir zaman bu kötü günü unutmamıştı ve ondan sonra belki bu korku yüzünden hastalanmadı belki de çok az hastalandı. Sadece on üç yaşında yakalandığı tifo ve on iki yaşında yaşadığı o olaylar dışında hiçbir zaman hastalanıp, iki gün bile evde yatmaya cesaret edemedi. Büyüyüp hayata atıldıktan sonra artık hastalanmaya zamanı kalmadı. Ama ona verdikleri sigorta poliçesiyle kendi nezdinde doktorlardan ne kadar nefret ettiğini düşündü ve çocuklukta ki çok güçlü ve derin duyguların gerçek olmadığına ve kendini tanıması için bir tecrübe olarak da bu poliçeyi kullanması gerektiğine kendini ikna etti. Sigorta poliçesini almadan önce bir kere bile kendi ayağıyla doktora gitmemişti. Ama şimdi bir senede kendi isteğiyle sigorta idaresinin belirlediği her doktorun yanına gidiyordu, eline ne geçmişti? Birkaç tane imza dışında hiçbir şey. Yaşlı, huysuz bir doktor onun ilaç, doktor ve hastalıklardan nefret etmesine sebep olmuştu. Ve şimdi?.. Doktorların hepsi güler yüzlü, temiz ve ferah muayenelerde mi onu karşılamışlardı? Şimdi sigorta poliçesini her doktorun önüne koymasının birinci yılıydı. İlk başlarda bu işten utanıyordu ve sağlığı için dilencilik yaptığını düşünüyordu. Gördüğü tüm doktorların yüzünde güven duymayı arzuluyordu, şimdi şu sonuca varmıştı. Elbette ki nefret değildi. Artık bu doktorlardan korkusu yoktu. -Çünkü çocukluğundan çok uzaktı.- Artık doktorlara ve onların işlerini yapma tarzına güvenini kaybetmişti. Şimdi umutsuzluğa kapılmıştı. Umutsuzluğu da, doktorların insanların dertlerine çare bulamamalarındandı. Tıpta ve hekimlikte faydalı olan şeyin tartışmasız, müshil ve dağ muşmulası olduğu sonucuna varmıştı. Tıpkı yaşlı teyzelerin yazdığı ev reçeteleri gibi. Hünnab, menekşe, baldırıkara otu, çördük yaprağı…
* * *
Sabahın ilk teneffüsünde öğretmenler, öğretmenler odasında oturmuş ve sessiz sedasız çay içiyorlardı. Her defasında ise kapı açılıp biri içeri girdiğinde bir sürü çocuk gürültüsü de içeri giriyordu. Okulun müdür yardımcısının masası, odanın yarısını kaplamıştı. Duvarlar, kapılar kirli ve siyahtı. Karaltı sadece odanın köşelerini, koltukların altını değil, koyu sarı camların arkasını da kaplamıştı. Oda da Fransızca, Tarih, Resim öğretmeni, kendi masasında oturan ve az konuşan müdür yardımcısı, burnu kartal şeklinde ve soluk renkli yeni bir öğretmen de vardı. Beden öğretmeni de fırsat bulup gelmişti ama Arapça öğretmeni değişmişti ve Matematik öğretmeninden hiçbir haber yoktu. Çay içiyordular ki koltuğun kenarında oturan Tarih öğretmeni, hararetli hararetli şöyle dedi:
‒ Söylemiştim, gördünüz mü? Piçlerin sigortaları da başka şeylerine benzemiş! İnsanın kendisini düşünmesi lâzım. Onların sigortasından anladığımız sadece maaşımızdan kestikleri paraydı. Yine de iyi ki bitti. Rahatladık. Benim kendi sigortam var.
Sigarasını küllükte yarım yanmış kibrit çöpüne yaklaştıran ve kendinden uzak tutan Fransızca öğretmeni, ah çekerek şöyle dedi:
‒ Evet canım. Milleti ümitsizleştiren bu düzensizliklerdir. Neden sigortanı başlatıp bir sene sonrada bitirsinler ki? O da böyle bir skandalla. Bir işi yapamıyorlarsa niye insanı zor bir duruma soksunlar? O da insanın duyduğu bu sözlerle, bu kepazeliklerle…
Fransızca öğretmeninin sözü bitmemişti ki kapı açıldı ve bir öğrenci korkmuş bir yüz ifadesiyle odaya girdi ve soluk soluğa şikâyet etti. “Sayın Müdür yardımcısı, Ahmedî bana vurmak istiyor.” Müdür yardımcısı kalktı, elinden tuttu ve dışarı çıktılar. Öğretmenler odasında birkaç saniye sessizlikten sonra Beden öğretmeni konuştu:
‒ Beyler, ne kadar iyi. Benim doktora gitmeye ihtiyacım yok. Bir sene maaşımdan sigortaya neden vereyim. Benim ilacım, doktorum ve sigortam sabah yaptığım spordur beyler! Benim doktorla, reçeteyle, sigortayla ne işim olur? Bunların hepsi hasta insanları aldatmak içindir. Sağlıklı insan…
Resim öğretmeni onun sözünü kesti:
‒ Evet, sağlıklı insan biz öğretmenler arasında çok nadirdir. Bunun dışında başka bir şey mi söyleyecektiniz?
‒ Hayır, bizden bir sene boş yere para aldıklarını söyleyecektim. Ya da şöyle diyelim bizden para gasp ettiler.
‒ Beyler gördünüz mü? Ben haklıydım. İlk başta sigorta olmak istemiyordum. Ama oldu. Kendileri zorla benim maaşımdan kestiler. Bir senede ayda yedi buçuk tümen ne kadar eder?
Tarih öğretmeni, yine resim öğretmeninin sözünü kesti ve gülerek şöyle dedi:
‒ Canım! Mühim olan paraları gasp etmeleri ya da boş yere almaları değildir. Paraları kimlerin nasıl hiç ettikleri de önemli değil. Bu konuların artık önemini kaybetmesi çok normaldir. Önemli olan öğretmenlerin bir sene doktorların muayenehanesine yönlendirilmeleri ve onların rahatsızlıklarının ne olduğunun anlatılmamasıydı…
Kartal burunlu ve soluk renkli yeni öğretmen, Reşt lehçesiyle şöyle dedi:
‒ Hayır, efendim nasıl önemli olmaz? Sigortanın kendi kendine mi kesildiğini düşünüyorsunuz? Sizce bir senede sigortadan ne kadar para yediler? Ben Tahran’da iki yüz elli bin tümeni mollalara yedirdiklerini biliyorum. Efendim, bunları bilmeniz lâzım.
Resim öğretmeni şöyle dedi:
‒ Doğru söylüyorsunuz. Bilmemiz gerekiyor. Ama yine de bunlar çok önemli değil. Şimdiye kadar karın ve baş ağrısı için bile doktora gitmeye fırsat bulamayan falanca Edebiyat ve Coğrafya öğretmenlerinin vücutlarının tüm hücrelerini öğrenmiş olmaları önemlidir. Farz edelim ki, sigorta olsa da yine de dertlerine derman olamayacaktı ama öğretmenlerin daha kuruntulu olmasını sağladı. Şimdiye kadar bir çocuğun bakıcısı olduğunu düşünen bir öğretmen ya ömrü neden faydasız geçer diye üzülürdü ya da kırk yaşında aklını kaybedeceğinden korkardı, şimdi ise daha yeni bir mevzunun peşinden gidiyor; onun için başka bir korku oluşmuştur. Duydukları bu endişe, tıpkı muhtelif hastalıklarla dolu bir torba gibi…
Beden öğretmeni elinde anahtarıyla oynarken, itiraz ederek şöyle dedi:
‒ Hayır, efendim doğru değil! Tüm öğretmenler hastadırlar diye, kim dedi. Beden öğretmenleri arasında bir tane hasta bulamazsınız.
‒ Özür dilerim canım, kollarında ki pazularla yaşayan Tarzanlardan bahsetmiyorum. Konu beyinleriyle yaşayan ve artık midelerine yemek adına ne pislik gidiyor diye düşünmeye zamanları olmayan öğretmenlerdir. Ayrıca biliyorsunuz ki her okulda bir ya da iki tane beden öğretmeninden fazlası yoktur.
Fransızca öğretmeni ortaya atılarak şöyle dedi:
‒ Neden boşu boşuna tartışıyorsunuz? Asıl konu bir yıldır insanları ümitlendirip, şimdi bir anda her şeyi berbat etmeleridir. Sigortanın neden kesildiği belli değil? Hesap farklılıklarının neden olduğu malum değil. Ve hiç kimsenin eli de bir yere uzanmıyor. Yeni öğretmen, Reştli lehçesiyle ekledi:
‒ Nasıl da berbat ettiler beyler. Ben bazı doktorların reçetelerini kendilerinin aldığını, arkadaşlarına ve tanıdıklarına reçete yazdıklarını, reçetedeki ilaçlarını götürüp sattıklarını biliyorum. İlaç satanlar dolandırıcılık yaptılar beyler. Doktorları belirlemede farklı farklı hileler vardı ve çok pis işler efendim…
Resim öğretmeni tebessüm ederek ve umursamaz bir hâlde şöyle dedi:
‒ Benim bunlarla hiçbir işim olmaz. Bu hırsızlıklar bu viran ülkede bu kadar hızlı ortadan kalkmaz. Bunları düşünmeye hiç gerek yok. Bu kadar hastanın işinin nereye varacağını düşünelim. Ben her doktora gittiğimde, bekleme odasının gürültüsünden ürperiyorum. Bu kadar hasta! Hem de Tahran’da! Hem de o kadar insanın arasından doktora gelebilme imtiyazına sahip oldukları için. Bunu düşünmekte rahatsız edici…
Kapı açıldı, müdür yardımcısı farklı bir yüz ifadesiyle içeri girdi ve masanın arkasına geçip oturdu. Bir şeyler yazdı. Okulun hizmetlisine, “Bunu müdüre götür, cevabını al ve getir” diye, seslendi. Okulun hizmetlisi gittikten sonra Tarih öğretmeni konuşmanın devamını devraldı:
‒ Doğrusu, beyler doktorların işlerinin bizden ne kadar iyi olduğunu hiç düşündünüz mü?
‒ Kasapların da işi bizden çok iyidir, üzülecek bir şey yok.
Bunu söyleyen Fransızca öğretmeniydi. Kaşlarını çattı ve başkası yaksın diye sigarasını çıkardı. Beden öğretmeni kendi hâlindeydi ve sesi çıkmıyordu ama yine de seslendi:
‒ Gayretsiz adamların memleketinde, ya doktorların işi iyi olur ya da ölü yıkayıcıların.
Resim öğretmeni bu defa onaylayan bir ifadeyle söze başladı:
‒ Doktorların durumunun bizim işimizden çok daha iyi olduğu doğrudur ama benim gördüğüm kadarıyla doktorlar kötü esnaftır. Hem de çok kötü. Biliyor musunuz neden? Çünkü bir adam bakkaldan ya pirinç ya fasulye alır, ya da kasaptan et alır, gözüyle ne aldığını görür. Aldığı malı kendi seçer. Ama doktorlardan almak istediği şeyi, “yani sağlığı“ bilebilir mi? Seçebilir mi? Hayır. Asla onların işine akıl sır erdiremeyiz. Seçme yetkisi de yoktur. Bu süreçte güvenebileceğim bir doktor aramam bu yüzdendir. Kötü bir esnaf olmayan bir doktor olduğuna inanayım. Eğer yol üstündeki bir bakkal sana kötü bir mal satarsa, dükkânın kapısından bir daha geçmezsin. Ama doktoru bu kadar rahat değiştirebilir misin? Bir insanın vücudunu tanımaları için on kere yanlış reçete yazmaları gerekir. O zaman yeni aile doktoru olurlar! Evet, bunun için kötü esnaftırlar ya da daha iyi bir ifadeyle kötü bir iş seçmişlerdir.
Reşt lehçeli yeni öğretmen şöyle dedi:
‒ Beyler, şanssızlık her sene tıp adayının daha çok olmasıdır.
‒ Elbette böyle olması gerekiyor. Halk ne kadar hastalığa yatkın olursa o kadar doktora ihtiyaç olur. Bu şehirde yirmi taneden fazla spor salonu yok ama kaç tane muayene var?
Ve hiç kimse cevap veremedi. Beden eğitimi öğretmeni ekledi:
‒ Üç bin beş yüz muayene var. Farkında mısınız? Üç bin beş yüz tane!
Kapı açıldı ve kütüphaneci, bahçedeki bir sürü gürültüyle içeri girdi. Güler yüzlü, mutlu iş arkadaşlarıyla selamlaştı ve müdür yardımcısının yanındaki bir sandalyeye oturdu ve okulun hizmetlisine ona çay getirmesi için seslendi, beklemeden Tarih öğretmenine döndü ve şöyle dedi:
‒ Evet! Yirmi bin tümen sigorta parasını aldın mı?
Herkes güldü. Kendisi herkesten daha yüksek sesle güldü ve Tarih öğretmenine soğukkanlı bir şekilde şöyle dedi:
‒ Hayır, on yedi sene kaldı. Hayat sigortasını, öğretmenler sigortası gibi eften püften mi sandın?
‒ Üzülme! Hepsi aynı kumaştandır. Ve sözü değiştirerek başkalarına döndü ve şöyle dedi:
‒ Evet, beyler sigortanın kesilmesi hakkında düşünceniz nedir? Ben suç duyurusunda bulunacağım. Neden olduğunu biliyor musunuz? Çünkü işin neden bozulduğunu biliyorum. Çok büyük bir parayı cebe indirdiklerini duydum.
Reşt lehçeli yeni öğretmen şöyle dedi:
‒ Tesadüfen konu bendenizin de bilgisinin olduğu aynı konuydu. Doğrusu, sen suç iddiasında bulanamazsın, beyefendi. Senin hiçbir senedin, hiçbir belgen yok.
Resim öğretmeni gülerek şöyle dedi:
‒ Diyelim ki belge var, ne fayda? Yok yere kendinizi sıkıntıya düşürmeyin. Ben sigorta poliçemi çerçeveletip, rafın üstüne asmaya karar verdim. Ya da hangi hastalıklarım olduğunu yazan sayfayı çerçeveletip odaya asacak ve gece gündüz ona bakıp bir sürü hayaller içinde hastalığıma derman bulacağım günleri düşüneceğim.
Çay getiren okulun hizmetlisi, bir kâğıt getirdi ve müdür yardımcısının önüne koyarak şöyle dedi. “Müdür bey gönderdi” Müdür yardımcısı onu aldı ve sessizlik içinde birkaç dakika belgeye baktı. Sonra bir ah çekerek kafasını kaldırdı ve odadakilere şöyle dedi:
‒ Beyler, maalesef matematik öğretmenimiz verem hastalığından vefat etmiştir. Müdür bey akşam toplu bir halde gidip onun cenazesini kaldırmamızı rica ettiler.
Ve okulun hizmetlisine zili çalması için işaret etti. Zilin sesi tıpkı eski cenaze arabasının sireni gibi çalmıştı.