HaftanınÇok Okunanları
ERKUT DİNÇ 1
Sümer Tek 2
COŞKUN HALiLOĞLU 3
ZEHRA TAŞDEMİR 4
HUDAYBERDİ HALLI 5
Ülker Yusifova 6
OSMAN BEYHAN GÜMÜŞ 7
“Masal Çağı”, “Gökte Ay Portakaldır” ve “Kuş Sofrası!” Daha çok şairliği ile tanınan ve gerçekten güzel, duygulu ama şiir mi şiir denecek güzelliklere imza atan Ali Akbaş’ın kitaplığımda bulunan bu üç eserini yeniden gözden geçirdikten sonra önüme koyup üçlü bir kompozisyon yapınca yazımın başlığı hemen ortaya çıktı: “Şiirlerinde Masal da Anlatıp Masallarında Şiir Söyleyen Şair!”
Doğrusu O çok iyi bir şair. Çalakalem değil, sanki Yahya Kemal Beyatlı titizliği ile yazdığından eminim. Şiirlerini okuyanlar zaten hemen bunu fark edeceklerdir. Kendisi de bunu, “Mahzun Gönüller Nasibi” (1) isimli şiirinde çok güzel ifade ediyor:
“Hep gezerim apar topar
Yıllar yılı göçebeyim
Yazarsam fırtına kopar
Ben bir şiire gebeyim.
Sevda gibi sancı gibi
Ermişin inancı gibi
Mahzun gönüller nasibi
Ben bir şiire gebeyim.
……………………..
Bir yangının dumanıdır
Kılıcın keskin yanıdır
Akbaş’ın küskün yanıdır
Ben bir şiire gebeyim!”
Bir şiire “gebe” olmak, “Sevda gibi sancı gibi/Ermişin inancı gibi” kendini ona vermek ne demektir bilir misiniz? Şair bunun ne demek olduğunu da “Sitem” (2) isimli şiirinde anlatıyor:
“Orak tutmak, at oynatmak nerede,
Bir şeyler koydun, bir şeyler aldın.
Kapımızda köpeğimiz tanımaz,
Koşturamam kuzuları ardımdan,
Dillerince anlaşamam…
Yaban oldum artık eve obaya,
Türkümü unutturdun.”
“Şiire gebe” olan şairin aklına bir gelip bir giderek âdeta cilve yapan ilham perisini küstüren bir olay, bir söz, bir müdahale olursa, devrinde “Şair-i Azam” unvanı verilen Abdülhak Hamid’in, hizmetine bakan kadının içeri girip bir şeyler demesi üzerine, “Geldi Safiye, gitti kafiye” diye dertlenmesi gibi bir anda emekler boşa gidebilir ve şiir de türkü de unutuluverir.
“Keşke herkes böyle en iyi bildiği işi hakkını vere vere yapsa” derken aklıma yıllar öncesinden bir hatıra düştü. Şiirler yazdığını bildiğim bir hanım “Bu yıl yayınladığım ikinci şiir kitabım” diyerek kitabını imzalayıp vermiş ve sonra da, “Bir yılda iki kitap çok değil mi” diye sormuştum. Meğer bana verdiği galiba beşinci şiir kitabı imiş. “Nasıl bu kadar çok yazıyorsun” dediğimde de “Gece gündüz yazıyorum” demesin mi? “O kadar sık yazmasan, yazdıklarını hemen bastırıp demlenmeye bıraksan olmaz mı? Türk Edebiyatının en önemli şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı bile bir şiir üzerinde şu kadar çalışır, uygun kelimeyi bulmak, hatta koyacağı virgül için bile zaman harcarmış. Öyle ki sağlığında şiir kitabı bile çıkarmamış” gibi bir şeyler söylediğimde de ne dese beğenirsiniz? “Ama ben kendime güveniyorum!..”
Tabii, diyecek bir şey yoktu. Yukarıda da işaret ettiğim gibi Ali Akbaş, Yahya Kemal titizliği ile şiir yazan bir şairdi ve “gece gündüz durmadan” yazmadığı/yazamadığı için öyle çok şiiri yoktu ama yazdıklarına da gerçekten şiir deniyordu.
Masal Çağı bir şiir kitabı. İçinde otuz üç şiir var ve bu şiirlerin üçte birinde masal kelimesi geçiyor, konu masala bağlanıyor ya da bir masalı çağrıştırıyor. Çocuklar için yazılan şiirlerden oluşan Kuş Sofrası kitabındaki şiirler de öyle. Gökte Ay Portakaldır ise zaten bir masal kitabı ama içinde şiir olan, masalı şiir diliyle anlatan bir kitap.
Ali Akbaş’ın şiirlerinde geçen masal ya da masal kitabındaki anlatım elbette bildiğimiz o klasik masal anlatımlarından farklı. Yani “Develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken” diye başlamıyor ya da o tekerlemeyi çağrıştırmıyor. Gökte Ay Portakaldır için sanırım “Modern Masal” diyebiliriz. İçinde masal kelimesi geçen ya da masalı çağrıştıran mısralarından dolayı Ali Akbaş’a ben, “Masalı şiirleştiren, şiirle de masal anlatan şair” diyorum.
“Çalışırken Türkü” (3) isimli şiirine bakalım ve şiirin son bölümünü okuyalım:
“Keloğlanım ben
Küçük şehzadeye hız veren
Bir kutlu savaş için
Masallar anlatıyorum
Şehzadem hanlar hanı
Ben onun at uşağı
Keloğlanı.
Davran şehzadem
Şehzadem davran”
Şiir, “Ben bir çırağım” diye başlamıştı. Sonra “çerçi” oldu, “hayrat bahçeye” dönüştü ve sonunda Keloğlan kılığına bürünüp masal kahramanı olmaya karar verdi.
“Uyur Uyanık” (4) isimli şiirinde de masal kelimesi geçiyor ama şiir sanki baştan sona bir masal:
“Ay bulutun ağında
Mavi sularda balık
Şaplaya dursun
Çocuk masal çağında
Gönül dağında ceylan
Zıplaya dursun
Kavakta bir kargacık
Dilinde bir nakarat
Vaklaya dursun
Gök kubbe neler duymuş
Neler yemiş kara yer
Saklaya dursun
Yolcu yol kavşağında
Şaşkın
Bekleye dursun”
“Kaf Dağı” bir masal dağıdır değil mi? İşte Ali Akbaş’ın “Yolcu Yolunda Gerek” (5) şiirinde de yerini almış:
“Hastalar
Kar isterler
Kaf dağının ardından
Ve buluttan döşek.
Onlar
Yaramaz çocuklardır
Sallanır durur
Dünyanın balkonundan
Düştü düşecek!”
“Fuzuli” (6) şiirindeki şu masalsı anlatıma bakar mısınız?
“Bir çöl gecesinde gök parıl parıl
Fuzuli mehtaptan şiir sağarmış.
O’nun ilhamına hız vermek için
Ay daha geç batar, erken doğarmış.
Kimseler kapısın çalmazmış ama
Ne vefakâr ilham perisi varmış.
Şairin alnından öpeyim diye
Bazı da Ay dede yere ağarmış.
Bu ıssız vadide Leylâ peşinde
Kaç civan âşığın saçı ağarmış.
O çağda gökleri dolduran esrar
Bir ipekten gönülcüğe sığarmış.
Ak başıyla ve baht-ı siyâhıyla
Kozasını örmüş Fuzuli yaz kış.”
Bu masalsı anlatımdan bir başka şiire geçelim: “Seferberliğin Sunası.” (7) Yine içinde “masal” geçen bir şiir bu. “Seferberliğin Sunası /Solmuş saçının kınası/Ninem üç şehit anası/Alnı kardan ak ninemin” diye tarif ettiği, ninesi artık ölüm döşeğindedir ama onu yine de masallarıyla yâd eder, masalla uğurlar:
“Masal anlat bana masal
Hey dili şeker, dili bal
Su alıyor artık masal
Yolu “Emr-i Hak” ninemin.”
Ninenin masalı olur da bebeğe (8) masal anlatılmaz mı?
“Mavi atlaslara belesin anan
Masallar söyleyip eğlesin anan
En güzel ninniyi söylesin anan
Bulutlar uykunu çalmasın bebek.”
Ve adı üstünde, Masal Çağı. (9) Kitaba adını veren şiir… Uzayıp giden mısralarında hasret var, özlem var, sitem var ama ille de masal var:
“Ninem nerde nerde masal
Ağzından bal akardı bal
Benim aslan çocukluğum
Yollar ayrıldı hoşça kal.”
Sırada “Kuş Sofrası” (10) var. Adı zaten masal gibi ve içinde çocuklar için yazılan şiirler var. Rastgele açıyoruz ve karşımıza ilk çıkan “Ben Gördüm” (11) başlıklı şiire göz atıyoruz:
“Böyle bir şey olmaz mı diyorsun
Ama ben gördüm
Atkı sandı eleğimsağmayı
Yaramaz bir çocuk
Boynuna sardı
Böyle bir şey olmaz mı diyorsun
Ama ben gördüm
Mevsim kıştı
Her taraf kardı
Adam bir gül kopardı
Eli yandı.”
İşte masalımsı bir şiir daha: “Şaka!” (12)
“Göle düşmüş bir bulut
Güneşe ser de kurut
Başına örtsün ninem
Yırtılmasın sıkı tut
Çıkardık çeke çeke
Gök yırtıldı yamadık
Yer delindi tıkadık
Gölgelerle savaştık
Gücümüzü sınadık
İnanma şaka şaka.”
Şimdi de masallara gönderme yapan bir şiire rastlıyoruz: “Koç Burcu!” (13)
“Yuvada kuşların uyuduğu an/Bir yiğit çıkmalı koç burcundan/Tutmalı geceyi bir ucundan/Silkmeli bütün korkuları.
Ve elinde bir devin yuları/Gezmeli kapı kapı/Özür dilesin çocuklardan/Çıkmasın hiç masallardan dışarı.
Yusuf’u düştüğü kuyudan/Çıkaran kervan/Getirsin devler diyarından/Ağlayan ayvayla gülen narı.”
Mademki masallara gönderme yapıldı; o hâlde Ali Akbaş’ın masal kitabına geçebiliriz. Adı, “Gökte Ay Portakaldır!” (14)
“Vaktiyle Ay’la Güneş iki kardeşmiş. İkisi de gençmiş. Güneş çatal yürekli, çelik bilekli, kanlı canlı bir delikanlı; Ay da on dördünde, dik başlı, altın saçlı, delişmen bir kızmış. Amma ne kız… Saçının sayısınca yıldız gözleri kamaşarak onu uzaktan süzermiş. Gökyüzünün gözdesiymiş. Her gece bir denizde yıkanır, sırmalı fistanlar giyer, suyun aynasında saçlarını tararmış…”
Ay’la Güneş’in serüvenleri masal dili ve çocuk şirinliği ile anlatılır, gecelerin hâkimi olan Ay çocuklara ninniler söyleyip uyutur ve o ninnilerle uyuyan çocuklar rüyalarında kanatlanıp uçarken bir türkü tuttururlar:
“…Üstümüzde gök çadır
Yeryüzü uykudadır
Gökteki yıldızların
Gölgeleri sudadır
Yıldız güzel ay güzel
Kırda akan çay güzel
Hayaldendir düştendir
Bulutlar gümüştendir
Ay bize ninni söyler
Ninniler öpüştendir
Yıldız güzel ay güzel
Tarlada buğday güzel
Gökte ay portakaldır
Ye de bak tadı baldır
Bilyemizdir yıldızlar
Olmaz deme masaldır
Yıldız güzel ay güzel
Bar güzel halay güzel
Ve böylece Ay’la Güneş kuşların, böceklerin, çiçeklerin ve insanların sevgisini kazanmış; mutluluğun sırrına ermişler. Tanrı da onlara gücünden güç vermiş, ölümsüz kılmış. Gitgide gençleşmiş, gitgide güzelleşmişler.
Darısı bütün iyilere…”
İşte böyle… Biz Ali Akbaş’ı şair, hem de iyi bir şair biliriz; öyledir de. Ama O, şiirlerinde bize masal da anlatır, masallarında şiir de söyler. Onun bir de artık “masal” hâline gelen Göç şiiri (15) vardır. Daha doğrusu o şiir Türk Edebiyatında işçi göçü üzerine yazılmış bir şah eserdir ve sanırım birileri kendilerine mal ederek şarkısını da yapmışlardı. 1961 yılında, o yıla kadar hiç yurt dışına çıkmamış, bırakın yurt dışını, Ankara’yı, İstanbul’u bile görmemiş kardeşlerimiz yurdumuzun dört bir tarafından gelerek İstanbul Sirkeci Garı’nda buluşmuş; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Alman hükümeti arasında varılan bir anlaşma gereği işçi olarak Almanya’ya gidiyorlardı. Köyünden ötesi gurbet olan insanımız için bu olağanüstü bir şeydi ve ne getirip ne götüreceği belli değildi.
Şairler hissederler, öngörü sahibidirler. Ali Akbaş, milletimizin o günlerdeki hâleti ruhiyesini, “Su serperler ya/Gidenlerin ardından/Dün askere/Hind'e Yemen'e/Bugün ekmeğe/Yaban ellere/Dönmezler de ondan/Yoksa niye serpsinler/Sirkeci'den tren gider/Ona binen verem gider” diye başlayıp devam eden şiirinde yaşanmışları, yaşanacakları çok güzel dile getirmiş, 2011 yılında İşçi Göçü’nün 50. Yılı dolayısıyla TRT’de hazırladığım açıklamalı konser programında bu şiiri kullanmıştık. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Akıncı” şiirinde çok güzel ifade ettiği gibi, bir zamanlar atalarımızın “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen” gittikleri topraklara onların torunları bundan altmış yıl önce bu defa ekmek parası kazanmak için gidiyorlardı.
Gitmişlerdi gitmesine de kaygılar bitmemiş, endişelenmelerin sonu bir türlü gelmemişti. “Alamanya Alamanya,/Benim gibi damat bulaman ya,/Alamanya Alamanya,/Geldim geriye dönemem ya…” diye türkü yakanları mı dersiniz, sılada haber bekleyip aç ve açıkta kalanları mı?
Ancak ne var ki ok yaydan çıkmıştı bir kere ve her türlü çileye, derde, sıkıntıya, aşağılanmaya katlanılacaktı. Emeksiz yemek olmuyordu. Taşın sert olduğunu, karın doyurmanın yanında Almanya’nın insanımızın pek çok değerini alıp götürdüğünü fark eden Kemteri gibi âşıklar sazın teline vurup ikazlarını yapıyorlardı:
“ Unutturdular sana ana dilini
Makinaya nikâhladık gelini
Çöktük aha bükecekler belini
Yurda dön hey bacım, yurda dön yurda!”
Ancak geçen zaman içinde başta Almanya olmak üzere yurt dışında çalışan işçi kardeşlerimizin önemli bir kısmı bütün bu sıkıntılara rağmen kendilerini kabul ettirerek milletçe gurur duyacağımız başarılara imza attılar. Kimi çalıştığı işyerini satın alarak ya da yeni işyerleri açarak işinin patronu oldu, kimi orada kazandığı sermaye ve bilgi birikimini yurdumuza getirerek ülke kalkınmasına katkıda bulundu. Oralarda doğup büyüyen ya da yükseköğrenim için giden gençlerimiz ilim adamı, sanatçı, yazar ve şair kimlikleriyle önemli işlere imza attılar, atmaya devam ediyorlar.
Ancak günümüzde Ali Akbaş’ın o muhteşem Göç şiiri bazılarına masal gibi gelebilir. Hele de, altmış yıl öncesinin vasıfsız işçi göçünün yerini şimdilerde “Beyin Göçü” tabir edilen yetişmiş insan gücümüz olan doktorlarımızın, mühendislerimizin ve geleceğimiz için ümit bağladığımız gençlerimizin buralardan kaçarcasına yurt dışına gitmek için can attığı bir ortamda o yılların şartlarını bilmeyenler “Bu şiir de ne masal şey böyle” diyebilirler.
Olsun; her çağın bir hikâyesi vardır ve olacaktır. Hikâyeler, şiirler zamanla masal gibi algılanabilir ama dile getirdikleri gerçekler değişmez. Ali Akbaş hem biz büyüklere hem çocuklara hitap eden şiirleri, bir eğitimci olarak emek verip yetiştirdiği öğrencileri ile Türkçe’ye, hem de Türk Edebiyatı’na yaptığı hizmetle ve kimsenin kalbini kırmayan dostluğu, arkadaşlığı ile unutulmayacaktır.
“Dostluk” derken, 12 Eylül 1980 öncesi bir ara kendisi ile mesai arkadaşlığımız da olmuştu. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Film, Radyo ve Televizyon Dairesi Başkanlığı’nda Okul Radyosu programlarını hazırlıyorduk. Ben bir ara Radyo Şubesi Şefi olduğum için Ali Ağabey, aradan kırk yıl geçmiş olmasına rağmen bana hâlâ “Şef” diye hitap eder. Oysa 12 Eylül Paşalarının getirdiği yönetim şefliğimizi elimizden almış ve her birimizi bir yerlere savurmuştu.
Ali Bey o yıllarda sigara içiyordu ve doğuştan sigara düşmanı olan bana, “Şef, ahirette hesaba çekildiğin zaman sigara içtin mi, içki içtin mi, şunu yaptın mı, bunu yaptın mı.” diye sorduklarında ne diyeceksin? Bari iç de verecek cevabın olsun” diyerek takılırdı.
O’na sağlıklı, huzurlu bir ömür diliyor, dostluğu, arkadaşlığı ve milletimize yaptığı güzel, faydalı hizmetleri için teşekkür ediyorum.
--------------------------------------------------------------------