ŞİİRLERİNDE MASAL DA ANLATIP MASALLARINDA ŞİİR SÖYLEYEN ŞAİR


 01 Ekim 2022


            “Masal Çağı”, “Gökte Ay Portakaldır” ve “Kuş Sofrası!” Daha çok şairliği ile tanınan ve gerçekten güzel, duygulu ama şiir mi şiir denecek güzelliklere imza atan Ali Akbaş’ın kitaplığımda bulunan bu üç eserini yeniden gözden geçirdikten sonra önüme koyup üçlü bir kompozisyon yapınca yazımın başlığı hemen ortaya çıktı: “Şiirlerinde Masal da Anlatıp Masallarında Şiir Söyleyen Şair!”

            Doğrusu O çok iyi bir şair. Çalakalem değil, sanki Yahya Kemal Beyatlı titizliği ile yazdığından eminim. Şiirlerini okuyanlar zaten hemen bunu fark edeceklerdir. Kendisi de bunu, “Mahzun Gönüller Nasibi” (1) isimli şiirinde çok güzel ifade ediyor:

            “Hep gezerim apar topar

            Yıllar yılı göçebeyim

            Yazarsam fırtına kopar

            Ben bir şiire gebeyim.

            

            Sevda gibi sancı gibi

            Ermişin inancı gibi

            Mahzun gönüller nasibi

            Ben bir şiire gebeyim.

 

            ……………………..

            

            Bir yangının dumanıdır

            Kılıcın keskin yanıdır

            Akbaş’ın küskün yanıdır

            Ben bir şiire gebeyim!”

 

            Bir şiire “gebe” olmak, “Sevda gibi sancı gibi/Ermişin inancı gibi” kendini ona vermek ne demektir bilir misiniz? Şair bunun ne demek olduğunu da “Sitem” (2) isimli şiirinde anlatıyor:

 

            “Orak tutmak, at oynatmak nerede,

            Bir şeyler koydun, bir şeyler aldın.

            Kapımızda köpeğimiz tanımaz,

            Koşturamam kuzuları ardımdan,

            Dillerince anlaşamam…

            Yaban oldum artık eve obaya,

            Türkümü unutturdun.”

 

            “Şiire gebe” olan şairin aklına bir gelip bir giderek âdeta cilve yapan ilham perisini küstüren bir olay, bir söz, bir müdahale olursa, devrinde “Şair-i Azam” unvanı verilen Abdülhak Hamid’in, hizmetine bakan kadının içeri girip bir şeyler demesi üzerine, “Geldi Safiye, gitti kafiye” diye dertlenmesi gibi bir anda emekler boşa gidebilir ve şiir de türkü de unutuluverir.

 

“Keşke herkes böyle en iyi bildiği işi hakkını vere vere yapsa” derken aklıma yıllar öncesinden bir hatıra düştü. Şiirler yazdığını bildiğim bir hanım “Bu yıl yayınladığım ikinci şiir kitabım” diyerek kitabını imzalayıp vermiş ve sonra da, “Bir yılda iki kitap çok değil mi” diye sormuştum. Meğer bana verdiği galiba beşinci şiir kitabı imiş. “Nasıl bu kadar çok yazıyorsun” dediğimde de “Gece gündüz yazıyorum” demesin mi? “O kadar sık yazmasan, yazdıklarını hemen bastırıp demlenmeye bıraksan olmaz mı? Türk Edebiyatının en önemli şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı bile bir şiir üzerinde şu kadar çalışır, uygun kelimeyi bulmak, hatta koyacağı virgül için bile zaman harcarmış. Öyle ki sağlığında şiir kitabı bile çıkarmamış” gibi bir şeyler söylediğimde de ne dese beğenirsiniz? “Ama ben kendime güveniyorum!..”

 

            Tabii, diyecek bir şey yoktu. Yukarıda da işaret ettiğim gibi Ali Akbaş, Yahya Kemal titizliği ile şiir yazan bir şairdi ve “gece gündüz durmadan” yazmadığı/yazamadığı için öyle çok şiiri yoktu ama yazdıklarına da gerçekten şiir deniyordu. 

 

            Masal Çağı bir şiir kitabı. İçinde otuz üç şiir var ve bu şiirlerin üçte birinde masal kelimesi geçiyor, konu masala bağlanıyor ya da bir masalı çağrıştırıyor. Çocuklar için yazılan şiirlerden oluşan Kuş Sofrası kitabındaki şiirler de öyle. Gökte Ay Portakaldır ise zaten bir masal kitabı ama içinde şiir olan, masalı şiir diliyle anlatan bir kitap.

 

            Ali Akbaş’ın şiirlerinde geçen masal ya da masal kitabındaki anlatım elbette bildiğimiz o klasik masal anlatımlarından farklı. Yani “Develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken” diye başlamıyor ya da o tekerlemeyi çağrıştırmıyor. Gökte Ay Portakaldır için sanırım “Modern Masal” diyebiliriz.  İçinde masal kelimesi geçen ya da masalı çağrıştıran mısralarından dolayı Ali Akbaş’a ben, “Masalı şiirleştiren, şiirle de masal anlatan şair” diyorum.

 

            “Çalışırken Türkü” (3) isimli şiirine bakalım ve şiirin son bölümünü okuyalım:

 

            “Keloğlanım ben

            Küçük şehzadeye hız veren

            Bir kutlu savaş için

            Masallar anlatıyorum

            Şehzadem hanlar hanı

            Ben onun at uşağı

            Keloğlanı.

            Davran şehzadem

            Şehzadem davran”

 

            Şiir, “Ben bir çırağım” diye başlamıştı. Sonra “çerçi” oldu, “hayrat bahçeye” dönüştü ve sonunda Keloğlan kılığına bürünüp masal kahramanı olmaya karar verdi.

 

            “Uyur Uyanık” (4) isimli şiirinde de masal kelimesi geçiyor ama şiir sanki baştan sona bir masal:

 

            “Ay bulutun ağında

            Mavi sularda balık

            Şaplaya dursun

 

            Çocuk masal çağında

            Gönül dağında ceylan

            Zıplaya dursun

 

            Kavakta bir kargacık

            Dilinde bir nakarat

            Vaklaya dursun

 

            Gök kubbe neler duymuş

Neler yemiş kara yer

Saklaya dursun

 

Yolcu yol kavşağında

Şaşkın

Bekleye dursun”

 

“Kaf Dağı” bir masal dağıdır değil mi? İşte Ali Akbaş’ın “Yolcu Yolunda Gerek” (5) şiirinde de yerini almış:

 

“Hastalar

Kar isterler

Kaf dağının ardından

Ve buluttan döşek.

Onlar

Yaramaz çocuklardır

Sallanır durur

Dünyanın balkonundan

Düştü düşecek!”

 

“Fuzuli” (6) şiirindeki şu masalsı anlatıma bakar mısınız?

 

“Bir çöl gecesinde gök parıl parıl

Fuzuli mehtaptan şiir sağarmış.

 

O’nun ilhamına hız vermek için

Ay daha geç batar, erken doğarmış.

 

Kimseler kapısın çalmazmış ama

Ne vefakâr ilham perisi varmış.

 

Şairin alnından öpeyim diye

Bazı da Ay dede yere ağarmış.

 

Bu ıssız vadide Leylâ peşinde

Kaç civan âşığın saçı ağarmış.

 

O çağda gökleri dolduran esrar

Bir ipekten gönülcüğe sığarmış.

 

Ak başıyla ve baht-ı siyâhıyla

Kozasını örmüş Fuzuli yaz kış.”

 

 Bu masalsı anlatımdan bir başka şiire geçelim: “Seferberliğin Sunası.” (7)  Yine içinde “masal” geçen bir şiir bu. “Seferberliğin Sunası /Solmuş saçının kınası/Ninem üç şehit anası/Alnı kardan ak ninemin” diye tarif ettiği, ninesi artık ölüm döşeğindedir ama onu yine de masallarıyla yâd eder, masalla uğurlar:

 

“Masal anlat bana masal

Hey dili şeker, dili bal

Su alıyor artık masal

Yolu “Emr-i Hak” ninemin.”

 

Ninenin masalı olur da bebeğe (8) masal anlatılmaz mı?

 

“Mavi atlaslara belesin anan

Masallar söyleyip eğlesin anan

En güzel ninniyi söylesin anan

Bulutlar uykunu çalmasın bebek.” 

 

Ve adı üstünde, Masal Çağı. (9) Kitaba adını veren şiir… Uzayıp giden mısralarında hasret var, özlem var, sitem var ama ille de masal var:

 

“Ninem nerde nerde masal

Ağzından bal akardı bal

Benim aslan çocukluğum

Yollar ayrıldı hoşça kal.”

 

Sırada “Kuş Sofrası” (10) var. Adı zaten masal gibi ve içinde çocuklar için yazılan şiirler var. Rastgele açıyoruz ve karşımıza ilk çıkan  “Ben Gördüm” (11) başlıklı şiire göz atıyoruz:

 

“Böyle bir şey olmaz mı diyorsun

Ama ben gördüm

Atkı sandı eleğimsağmayı

Yaramaz bir çocuk

Boynuna sardı

 

Böyle bir şey olmaz mı diyorsun

Ama ben gördüm

Mevsim kıştı

Her taraf kardı

Adam bir gül kopardı

Eli yandı.”

 

İşte masalımsı bir şiir daha: “Şaka!” (12)

 

“Göle düşmüş bir bulut

Güneşe ser de kurut

Başına örtsün ninem

Yırtılmasın sıkı tut

 

Çıkardık çeke çeke

 

Gök yırtıldı yamadık

Yer delindi tıkadık

Gölgelerle savaştık

Gücümüzü sınadık 

 

 İnanma şaka şaka.”

 

Şimdi de masallara gönderme yapan bir şiire rastlıyoruz: “Koç Burcu!” (13)

 

“Yuvada kuşların uyuduğu an/Bir yiğit çıkmalı koç burcundan/Tutmalı geceyi bir ucundan/Silkmeli bütün korkuları.

 

Ve elinde bir devin yuları/Gezmeli kapı kapı/Özür dilesin çocuklardan/Çıkmasın hiç masallardan dışarı.

 

Yusuf’u düştüğü kuyudan/Çıkaran kervan/Getirsin devler diyarından/Ağlayan ayvayla gülen narı.”

 

Mademki masallara gönderme yapıldı; o hâlde Ali Akbaş’ın masal kitabına geçebiliriz. Adı, “Gökte Ay Portakaldır!” (14)

 

 “Vaktiyle Ay’la Güneş iki kardeşmiş. İkisi de gençmiş. Güneş çatal yürekli, çelik bilekli, kanlı canlı bir delikanlı; Ay da on dördünde, dik başlı, altın saçlı, delişmen bir kızmış. Amma ne kız… Saçının sayısınca yıldız gözleri kamaşarak onu uzaktan süzermiş. Gökyüzünün gözdesiymiş. Her gece bir denizde yıkanır, sırmalı fistanlar giyer, suyun aynasında saçlarını tararmış…”

 

Ay’la Güneş’in serüvenleri masal dili ve çocuk şirinliği ile anlatılır, gecelerin hâkimi olan Ay çocuklara ninniler söyleyip uyutur ve o ninnilerle uyuyan çocuklar rüyalarında kanatlanıp uçarken bir türkü tuttururlar:

 

“…Üstümüzde gök çadır

Yeryüzü uykudadır

Gökteki yıldızların

Gölgeleri sudadır

 Yıldız güzel ay güzel

 Kırda akan çay güzel

Hayaldendir düştendir

Bulutlar gümüştendir

Ay bize ninni söyler

Ninniler öpüştendir

 Yıldız güzel ay güzel

 Tarlada buğday güzel

Gökte ay portakaldır

Ye de bak tadı baldır

Bilyemizdir yıldızlar

Olmaz deme masaldır

 Yıldız güzel ay güzel

 Bar güzel halay güzel

 

Ve böylece Ay’la Güneş kuşların, böceklerin, çiçeklerin ve insanların sevgisini kazanmış; mutluluğun sırrına ermişler. Tanrı da onlara gücünden güç vermiş, ölümsüz kılmış. Gitgide gençleşmiş, gitgide güzelleşmişler. 

 

Darısı bütün iyilere…”

 

İşte böyle… Biz Ali Akbaş’ı şair, hem de iyi bir şair biliriz; öyledir de. Ama O, şiirlerinde bize masal da anlatır, masallarında şiir de söyler. Onun bir de artık “masal” hâline gelen Göç şiiri (15) vardır. Daha doğrusu o şiir Türk Edebiyatında işçi göçü üzerine yazılmış bir şah eserdir ve sanırım birileri kendilerine mal ederek şarkısını da yapmışlardı. 1961 yılında, o yıla kadar hiç yurt dışına çıkmamış, bırakın yurt dışını, Ankara’yı, İstanbul’u bile görmemiş kardeşlerimiz yurdumuzun dört bir tarafından gelerek İstanbul Sirkeci Garı’nda buluşmuş; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Alman hükümeti arasında varılan bir anlaşma gereği işçi olarak Almanya’ya gidiyorlardı. Köyünden ötesi gurbet olan insanımız için bu olağanüstü bir şeydi ve ne getirip ne götüreceği belli değildi. 

 

Şairler hissederler, öngörü sahibidirler. Ali Akbaş, milletimizin o günlerdeki hâleti ruhiyesini, “Su serperler ya/Gidenlerin ardından/Dün askere/Hind'e Yemen'e/Bugün ekmeğe/Yaban ellere/Dönmezler de ondan/Yoksa niye serpsinler/Sirkeci'den tren gider/Ona binen verem gider” diye başlayıp devam eden şiirinde yaşanmışları, yaşanacakları çok güzel dile getirmiş, 2011 yılında İşçi Göçü’nün 50. Yılı dolayısıyla TRT’de hazırladığım açıklamalı konser programında bu şiiri kullanmıştık. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Akıncı” şiirinde çok güzel ifade ettiği gibi, bir zamanlar atalarımızın “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen” gittikleri topraklara onların torunları bundan altmış yıl önce bu defa ekmek parası kazanmak için gidiyorlardı. 

 

Gitmişlerdi gitmesine de kaygılar bitmemiş, endişelenmelerin sonu bir türlü gelmemişti. “Alamanya Alamanya,/Benim gibi damat bulaman ya,/Alamanya Alamanya,/Geldim geriye dönemem ya…” diye türkü yakanları mı dersiniz, sılada haber bekleyip aç ve açıkta kalanları mı?

 

 Ancak ne var ki ok yaydan çıkmıştı bir kere ve her türlü çileye, derde, sıkıntıya, aşağılanmaya katlanılacaktı. Emeksiz yemek olmuyordu. Taşın sert olduğunu, karın doyurmanın yanında Almanya’nın insanımızın pek çok değerini alıp götürdüğünü fark eden Kemteri gibi âşıklar sazın teline vurup ikazlarını yapıyorlardı: 

 

“ Unutturdular sana ana dilini

Makinaya nikâhladık gelini

Çöktük aha bükecekler belini

Yurda dön hey bacım, yurda dön yurda!”

 

Ancak geçen zaman içinde başta Almanya olmak üzere yurt dışında çalışan işçi kardeşlerimizin önemli bir kısmı bütün bu sıkıntılara rağmen kendilerini kabul ettirerek milletçe gurur duyacağımız başarılara imza attılar. Kimi çalıştığı işyerini satın alarak ya da yeni işyerleri açarak işinin patronu oldu, kimi orada kazandığı sermaye ve bilgi birikimini yurdumuza getirerek ülke kalkınmasına katkıda bulundu. Oralarda doğup büyüyen ya da yükseköğrenim için giden gençlerimiz ilim adamı, sanatçı, yazar ve şair kimlikleriyle önemli işlere imza attılar, atmaya devam ediyorlar. 

Ancak günümüzde Ali Akbaş’ın o muhteşem Göç şiiri bazılarına masal gibi gelebilir. Hele de, altmış yıl öncesinin vasıfsız işçi göçünün yerini şimdilerde “Beyin Göçü” tabir edilen yetişmiş insan gücümüz olan doktorlarımızın, mühendislerimizin ve geleceğimiz için ümit bağladığımız gençlerimizin buralardan kaçarcasına yurt dışına gitmek için can attığı bir ortamda o yılların şartlarını bilmeyenler “Bu şiir de ne masal şey böyle” diyebilirler.

Olsun; her çağın bir hikâyesi vardır ve olacaktır. Hikâyeler, şiirler zamanla masal gibi algılanabilir ama dile getirdikleri gerçekler değişmez. Ali Akbaş hem biz büyüklere hem çocuklara hitap eden şiirleri, bir eğitimci olarak emek verip yetiştirdiği öğrencileri ile Türkçe’ye, hem de Türk Edebiyatı’na yaptığı hizmetle ve kimsenin kalbini kırmayan dostluğu, arkadaşlığı ile unutulmayacaktır.

“Dostluk” derken, 12 Eylül 1980 öncesi bir ara kendisi ile mesai arkadaşlığımız da olmuştu. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Film, Radyo ve Televizyon Dairesi Başkanlığı’nda Okul Radyosu programlarını hazırlıyorduk. Ben bir ara Radyo Şubesi Şefi olduğum için Ali Ağabey, aradan kırk yıl geçmiş olmasına rağmen bana hâlâ “Şef” diye hitap eder. Oysa 12 Eylül Paşalarının getirdiği yönetim şefliğimizi elimizden almış ve her birimizi bir yerlere savurmuştu.

Ali Bey o yıllarda sigara içiyordu ve doğuştan sigara düşmanı olan bana, “Şef, ahirette hesaba çekildiğin zaman sigara içtin mi, içki içtin mi, şunu yaptın mı, bunu yaptın mı.” diye sorduklarında ne diyeceksin? Bari iç de verecek cevabın olsun” diyerek takılırdı.

O’na sağlıklı, huzurlu bir ömür diliyor, dostluğu, arkadaşlığı ve milletimize yaptığı güzel, faydalı hizmetleri için teşekkür ediyorum.

 

 

 

 

 

--------------------------------------------------------------------

  1. Masal Çağı, 1983, Syf. 28
  2. Age, 32           
  3. Age, 15
  4. Age, 21
  5. Age, 22
  6. Age, 26
  7. Age, 44
  8. Age, 46
  9. Age, 66
  10. Kuş Sofrası, 1991
  11. Age, 21
  12. Age, 18
  13. Age, 15
  14. Gökte Ay Portakaldır, 1992
  15. Masal Çağı, Syf. 15

 

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 190. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 190. Sayı