HaftanınÇok Okunanları
MERYEM HAKİM 1
Süleyman Abdulla 2
Kardeş Kalemler 3
HİDAYET ORUÇOV 4
SEYFETTİN ALTAYLI 5
ERKUT DİNÇ 6
İdris Özler 7
Zaman durmaksızın akıyor...
Yine bir sonbahar geldi. Pamuk gibi yumuşak kümeler halinde uzanan bulutlar gökyüzünde yavaşça ilerliyordu. Öyle usulca hareket ediyor ki neredeyse onları yerinde sayıyor sanırsınız. Daha dün, hayatın yaz neşesiyle cıvıl cıvıl olduğu, kır çiçeklerinin rengârenk açtığı, doğanın mis kokusunun yayıldığı, güneşin ısısının hissedildiği o günler geçmişte kaldı.
Gökyüzünde sıralanarak sıcak diyarlara göç eden kuşların sesleri, insanı derin düşüncelere gark ediyor; hüzünlü şarkılarını ipek gibi ince ince süzerek, renkten renge boyanmış dağları, serin suların aktığı gölleri, sessizce duran sararmış tepeleri bir ninni gibi kucaklıyor. Kuşların uzaklara uçarken çıkardığı sesler, hayallerini alıp uzaklara götürüyormuş gibi dalgın gözlerle ardından bakmanı sağlıyor.
Sonbahar – sararmış yapraklar, sarı bozkır.
Sonbahar – derin düşünce. Hayallerin ulaşamadığı serap dolu bir âlem. Bekleyişin özlemi. Sükûnetin hasreti.
Sonbahar – eskiden bir nefesinle alev alev yandığın, gökyüzündeki Güneş ve Ay’a, parlayan yıldızlara ellerini uzatıp, yerinde duramadan koşturduğun o deli dolu günleri taptaze hatırlatan, tüm bu güzel anların avuçlarından nasıl kayıp gittiğini düşündürüp “Ah!” dedirten bir hüzün.
Sonbahar – gölgelerin uzadığı, büyük hayatın yavaş yavaş sakinleşip solgunlaştığı bir an.
Gökyüzüne serilmiş mavi bir örtü misali dağlar, yemyeşil otlaklarla dolu tepeler, renk cümbüşüne bürünmüş kavak ve huş ağaçları her zaman beni bir elegiya (müzikal ağıt), bir romans melodisiyle sarmalar. Sonbahar gelince doğanın kucağında yürümek isterim. Bozkırın sesi... Ona kulak veririm.
Benim de Sesim Duyulur
1987 yılı.
Sarı bir sonbahar... Hangi gazeteydi hatırlamıyorum, ama şair Kasımhan Begmanov’un bir dizi şiirini okumuştum. Gazete yıpranmış ve parçalanmıştı. O şiirlerin içinde birkaç dize beni derinden etkiledi. Her bir satıra tekrar tekrar göz gezdirdim. Kurşun gibi ağır, derin anlam taşıyan o sözler beni hüzünlendirdi ve içine çekti.
O günden itibaren Kasımhan Begmanov’un şiirlerini aramaya başladım. Bir gün her zamanki gibi Ulusal Kütüphane’ye geldim. Müzik bölümünde şarkı kitaplarına göz atıp eski plakları dinledim. Edebiyat bölümüne gidip Kasımhan’ın kitaplarını sordum. Nazik ve cana yakın bir görevli, “Başlangıç,” “Gözbebeği,” “Beşikten Mezara Kadar,” “Özlem” adlı kitaplarını hemen önüme koydu. Her kitabı sayfa sayfa çevirerek, her bir şiirini özenle okudum. Okudukça, nadir bir yaratılışa sahip olan bu şairin ruh dünyasına yavaş yavaş girdim.
Eve döndüğümde bu kitapların etkisi beni türlü türlü düşüncelere sürükledi.
Kasımhan Begmanov! Lermontov gibi derin, ağırbaşlı, kibirli; Yesenin gibi içli, âh ederek kendini tamamen sevdiğine adayan, aynı hızla bıkan ve pişman olan, benzersiz bir şairin kişiliğine sahip bir ruh... Ardını düşünmeden hareket eden cesur bir âşık.
Ünlü şair Kasım Amanjolov’a ithaf ettiği bir şiirinde şöyle der:
Duvarları yıkmış, Kazak’ın derdiyle dertlenen,
Esmer çocuktum, küçük bir köyde büyüyen.
Karatav’un kara söğüdünün bir dalını,
Senin yürüdüğün yolda at yapıp süren.
Uzanıp yatan bir tanık işte şu tepeler, vadiler,
Kartallar kanatlarını bir anda mı açtılar gökyüzüne?
Ben de sonsuz yaşamı aradım senin gibi,
Küçücükken dönüştüm, şair Asankaygı’ya.
Bu sözleri söylerken o, gerçekten şair Kasım gibi hırçın, asi bir ruhla dolup taşmıştı... Tıpkı o Kasım’ın:
"Bugünlerde ortaya çıkmış,
Kasım diye bir şair.
Yıkıp yarıp ilerliyor,
Yok edecek belli oluyor" şeklindeki sözleri gürültücü çevresine boyun eğmeyen, hırçın ve gürültücü tavırlar bizim Kasımhan’ın kişiliğinde de mevcut!
Beklenmedik bir anda dikkatimi çeken bu bilinmeyen şair, beni hayret verici bir duyguya çekti ve düşündürdü. Kalbimde hâlâ basamadığım bir tuş olduğunu fark ettim, Kasımhan’ın derin ve duygulu şiirleri işte onu harekete geçirmeyi amaçlıyor gibi.
Bir insanı tanımak için sadece nasıl selamlaştığını bilmek yeterlidir. Şair de böyledir. Şiirinin bir ya da iki dizesi ya da bir kıtası zihninize dokunursa, hemen tereddüt etmeden bilin ki, bilinmeyen bir dünyanın gizemli sarayına adım atmışsınızdır.
Kasımhan’ın bir gazetede yayımlanan şiirleri arasında, yıpranmadan bugüne ulaşan şu dizeler yer almaktadır:
“Geniş ve cömert kalbe,
Zenginliğe ecel bakmaz.
Çıplak gelir insan dünyaya,
Çıplak gider”, diyor. Bu sözler beni:
Karasu kapı önü çamurlaştı,
Zengin kılmak, fakir kılmak Allah’tandı.
Kısa biçilmiş yelek gibi yuvarlanıp,
Dünya geçerken hızlıca döndü”, diyerek hüzünle ağlayan Birjan Sal gibi hayatın ne olduğunu düşünmeye zorlayarak, tam anlamıyla beni esir aldı.
Kasımhan ile buluşmayı aklımdan geçirdim.
* * *
Zaman geçti.
Kasımhan’ın yukarıda bahsedilen dizeleri, nedenini bilemediğim bir şekilde, gözlerinde geçmeyen bir hüzün bulunan Lermontov'un somurtkan yüzünü sıkça hatırlattı. Gözlerimde, derin düşüncelere dalmış Lermontov bir anda beliriverdi. Parlak ve karmaşık düşünceler bir anda Lermontov’un yerine bana Kasımhan'ı gösterdi… Ne ilginç bir fenomen!
Böylesi duygusal bir gün... Yazarlar Birliği'ne geldim. Burada sıkça uğradığım “Juldız” dergisinin merkezi vardı. Bu dergide zaman zaman müzikle ilgili araştırmalarım yayımlanıyordu. Yazı kurulundaki gençlere sıradaki makalelerimi teslim edip, koridora çıkınca orta yaşlı, yakışıklı, dikkatli bir adam hafif eğilerek beni selamladı. Şaşkınca yüzüme baktı ve “Ağabey, sizi gıyabınızda çok iyi tanıyorum. Bizler şarkılarınızla büyüdük. Bendeniz Kasımhan Begmanov kardeşiniz”, dedi.
“Biliyorum... Biliyorum, şiirlerini okudum," dedim, başka bir şey söyleyemedim.
Kasımhan da ne diyeceğini şaşırdı, bana sessizce kırgınmış gibi baktı.
“Bir şiirin...”
“Evet, Ilaga?”
“Bir gazetede... ağıt tarzında yazılmış:
“Çıplak gelir insan dünyaya,
Çıplak gider”, diyordu.
Kasımhan, kendi şiiri ezbere okunurken çok mutlu oldu. İnsanlara güvenle bakan, ateşli bakışları, kalbinin içindeki tutkuyu belli ediyordu, duyguları parlıyordu sanki. O an bir kez daha aklıma Lermontov geldi. Ne ilginç bir olgu?!
Lermontov, “Vıyhoju odin ya na dorogu / Yola yalnız çıkıyorum” (Abay'ın tercüme ettiği bu şiire, 1962 yılı Kasım ayı sonlarında Pyatigorsk'ta... düellonun yapılacağı Maşuk Dağı'nın eteklerinde... ıslak ve yağmurlu akşamda tek başıma yürürken bir aşk romanı yazmıştım) adlı ünlü şiirinde, büyük yaşamın sonsuz nefesini anlatırken,
“İyi deyip büyüyüp yetişen meşe ağacı,
Sallanarak kibirle anlatsa, olan her şeyi.” sözleriyle Kasımhan’ın beni büyüleyen ağıtı,
“Büyürler hepsi hızlıca,
Bebekler de akıllanır.
Uzak kalan yıllarca,
Benim de sesim duyulur.” diyerek, bitmeyen yaşamın devamını işaret eder. Gerçek yetenek, gücünü bildiği için asla unutulmaz. Kasımhan da bu gerçeği vurguluyor. Eğer “Ben şairim!” diye böbürlenenlerin yetenekleri buna ulaşabilse, ne olurdu?
Lermontov ve Kasımhan... İkisi arasındaki zaman farkı, yerle gök kadar uzak. Her biri, sonsuz zamanın iki ayrı dönemi… Ama her ikisi de aynı yaratılışa sahip, aynı ruha sahip. Her ikisi de – Şair! Şair – Tanrı’nın hediyesidir!
* * *
Yine bir gün... Sonbaharın solgun akşamı kıpkızıl batıyordu. Bağ evinde dinleniyordum. Kasımhan’ın ağıtı beni sarmaya başladı. O, “Volga ve Ural” gibi dalgalanarak akan ezgiye, ya da ipek rüzgârı misali hızlı esen “Asılım” gibi şarkıma da benzemiyordu. Yahut bozkırda “Tolağay” gibi yayılan bir melodiye, ilk aşkla sözlerini yazdığım “Ak Kayın” adlı romansıma da yakın değildi… Kasımhan’ın ağıtı, beni Lermontov'un Abay tarafından çevrilen “Yola çıktı, zifiri karanlık gece de yapayalnız” adlı şiirinin havasına yakınlaştırdı. Kalbim Lermontov’un, Kasımhan’ın kalbi gibi çarptı. Bir gizemli melodi beni sarhoş etti, derinlere çekilmiş gibi hissettim.
O gece bağ evinde uykum dağıldı. Ara ara uyandım, dışarı çıktım, Dolunaya, uzaklardan parlayan yıldızlara baktım. Bitmeyen karmaşık yaşamdan bir anlık duraksamayla uzaklaştım… Zihnimde karmaşık düşünce sarmalı, çıkamadım. Ağıt, giderek ağırlaştı, şimdi de romansa benzer bir şekilde hüzünle beni sardı. Kasımhan'ı düşündüm. Gözlerinde parlayan ışık derinleşmiş, bu ağıtı yazarken kalbi bir soğuyup bir alev alev yanarak, büyük yaşamı, ömrü düşünce terazisinde tartan bir ihtiyara benziyordu. Bana sanki şöyle diyordu: “Bu aydınlık dünyada beş günlük misafirmişiz... yok yok, beş gün fazla uzun. Kamçının sapı kadar. O da fazla karganın adımı kadar kısa. Hayır, hâlâ uzatıyorum, o... o, göz kırpmalık an gibi! Peki, bu kısacık ömürde fani dünyaya neden geldik? Neye ulaştık, neyi değersiz bulduk, ne için çabaladık! Büyükler neden ‘ah, vefasız dünya’ dedi?” diye derin derin düşüncelere dalmış.
O gece gözümü kırpmadım.
* * *
Ertesi gün, tatil günüydü, besteci Sıdık Muhamedjanov telefon etti:
“Alo, İlya, nasılsın?”
“Selamünaleyküm, Sake!”
“Şu sonbahar çok hoş, öyle sıcak bir ağustos günü gibi aydınlık. Eğer vaktin varsa, birlikte gezdiğimiz, Kaskelen’e giden yolun on yedinci kilometresindeki gölü hatırlıyor musun?”
“Evet, evet, Sake…”
“Oraya gidelim mi?”
Öğle vakti Sıdık’la göl kıyısında dolaşıyorduk. Sıdık, “Kozu Körpeş-Bayan Sulu” operasını bitirmek üzere olduğunu anlattı. Büyük bir ilgiyle dinledim. Bazı aryalarını o kadife gibi yumuşak sesiyle hafifçe mırıldanarak söyledi. Sohbet sırasında ben de farkında olmadan şarkı söylemeye başlamışım. Sıdık yürürken aniden durdu ve şöyle dedi:
“İlginç bir şarkı mı duydum ne?” diye o hiç bozulmamış bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi, “ama şarkıdan daha ağır bir şey...”
Cebimde taşıdığım gazete parçasını gösterdim. Kasımhan’ın ağıtıydı... Sıdık iki kıtaya uzun uzun baktı. Sonra ellerini arkasına koydu ve sessizce yürümeye devam etti. İçimden, “Acaba şiiri beğenmedi mi?” diye endişelendim. Sıdık’ın yüzü karardı. Kaşları çatıldı ve Beethoven gibi düşüncelere dalmış bir hâle büründü.
Gölün yüzeyini hafif bir esinti okşadı. Küçük dalgalar köpürüp kıyıya hafifçe vurdu. Sıdık göl yüzüne dalgın bakışlarla baktı ve dedi ki:
“Etrafım şairlerle dolu. Evet, bizde şair çok. Ama ilham geldiğinde gözümde yalnızca Kuandık canlanıyor. Bunun sırrı nedir, sana nasıl açıklayabilirim ki?”
Almatı'nın soluk sisli gecesinde,
Uzun süre durmuştuk yeşil kavak dibinde.
Yaşını döküp, asılmış idin boynuma,
Nerede, nerede o dakikalar bugünümde?
“Bir zamanlar duygulanan Kuandık’ın böylesi romansını hep başka şairlerden arıyorum, diyeyim. Lakin bulamıyorum. Bir çıkmaza giriyorum. Romans – benim doğam! Ama bu doğamdan giderek soğuyorum. İçimi huzursuz eden bir duygu işte bu. Şu iki kıta… Gazetenin hali ortada, yırtılmış… Şiir yalnızca bu kadar mı?” dedi.
Ben de “Evet” dedim.
“Bu, içte kaynayan duygunun kaynağı! Devamı çok derinlerde, bitmeyecek gibi. Az önce mırıldandığın şey romansın özü... Şairin kalbinin telini tam yerinden yakalamışsın. Bunu tam bu hâliyle nota yaz, farklı olmasın, değiştirme.”
Başka bir şey konuşmadık.
Sıdık’la ikimiz, her birimiz kendi düşüncelerimize dalmış, sonbaharın hüzünlü rüzgârıyla titreyen su yüzeyine bakarak yürümeye devam ettik. Uzaklardan zayıf bir kuş sesi duyuldu. Gökyüzünde dağınık bulutlara düşünceli gözlerle baktık. Bir mevsimin daha sonbaharı…
* * *
İki gün geçti.
Kasımhan’la telefonla konuşarak ağıtın diğer dizelerini de öğrendim. Uzun uzun düşündükten sonra bir dörtlüğünü daha not aldım. Buna memnun olan Kasımhan “Buluşalım mı, İlaga,” dedi, rica eder gibi.
“Tamam,” dedim.
Kasımhan ile birlikte suyu coşkuyla akan Küçük Almatı Nehri boyunca yukarı çıkıp sık ormanın içine girdik. Göz alıcı doğanın güzelliklerini izledik, içimiz ferahladı. Rahatça sohbet ettik. Sohbet arasında yeni romansın sözlerini tekrar tekrar okuduk ve ona “Benim de sesim duyulur…” adını verdik. Dağ sırtlarını al kızıl ışığa boyayan, batmakta olan kızıl güneşe uzun uzun bakarken:
Didişen fani dünyayla,
İnsanı hayal etkiliyor.
Efsaneye de türküye de dönüşse,
Ölenler geri gelmiyor.
Taşkın yüce gönle,
Zenginliğe bakmaz ecel.
Çıplak gelip dünyaya,
İnsan çıplak gider.
Büyürler hepsi hızlıca,
Bebekler de akıllanır.
Uzak kalan yıllarca,
Benim de sesim duyulur, diyerek, üzüntüyü derin bir kuyudan çekercesine ahlayarak şarkı söyledim.
Romans’ın son sözleri biter bitmez Kasımhan'ın gözleri alacakaranlık gibi göründü ve kirpiklerinde berrak bir sıcak gözyaşı damlası asılı kaldı.