HaftanınÇok Okunanları
Kader Pekdemir 1
HİDAYET ORUÇOV 2
ELMİRA ACIKANOAVA 3
Gülzura Cumakunova 4
Kardeş Kalemler 5
Emrah Yılmaz 6
KEMAL BOZOK 7
SONUCA EREMEYEN ARZULARIN KIZIL RENGİ
Memmed İSMAYIL
(Savaşın, yalnızlığın, kimsesizliğin, varlıklı ile yoksulun mücadelesinin ne olduğunu anlamayan yaramaz çocukluğum, yerine yetirilmesi hiç de mümkün olmayan arzularıyla o talihsiz kadının başına öyle akla gelmez oyunlar açacaktı ki?! Şimdi yaşın yetmiş sekizinde o uzak yılların anama dert getiren geçip gitmiş, enerjisi eskimiş, geç de olsa neredeyse gözü doymuş arzularını andıkça ve anamın soğuktan, ayazdan, üzerindeki nasırlardan çat çat olmuş ve karşılığında oğlundan hiçbir şey almamış ellerini hatırladıkça sızım sızım sızlıyor, hüngür hüngür ağlıyorum. Ama bu ağlamanın kime ne faydası?)
Yıl boyunca bisiklet alma arzusu, karşı konmaz, yerine yetirilmesi imkânsız istekleri ile o kadar bezdirmişti ki, anası; “babanın canı için, güz gelsin, meyveler yetişsin, onları satıp sana bisiklet alacağım”, diye ümit verici sözlerini en az yüz defa tekrarlamıştı. Güz gelmişti ve onlar, ana oğul kızılcık ormanındaydılar. Güneş ışıkları, sararmaya başlayan yapraklara yansıyıp kan kırmızı kızılcıkları alev rengine boyuyor, henüz yeni olgunlaşmış meyveler ise uzaktan gel gel diyordu. Az aşağıda taşları güz neminden yosun bağlamış Söğütlü Pınar gölgelikten mi, yoksa kökleri suda olduğundan mıdır bilinmez, hala yeşilliğini yitirmemiş, kokusu dereyi dolduran yarpuzların arasından şırıl şırıl akıp gitmekteydi. Başka zamanlar olsa, bu gamlı şırıltılara dalar, hayali onu aklının kesip, gözünün görmediği yerlere götürürdü. Şimdi ise canını dişine takıp, kızılcık yaprakları yüzünü gözünü dalayıp ustura gibi kesse de, budağa astığı kamış sepete binbir hevesle kızılcık toplamaktadır. Arada bir komşu ağaçlarda sepetini doldurmaya çalışan anasının sesi gelir, yine oğlunu heveslendirmektedir: - He gözümün ışığı, topla bakalım, hangimizinki daha çok olacak?
…Cumartesi gecesinin sabahı pazara açılacaktı. Sabahın ilk ışıklarında yola koyulmuşlardı.
Köyden ilçe merkezine neredeyse on yedi kilometre yol var. Hava henüz yeni ağarıyor. Anası kızılcık dolu sepeti sırtına yüklemişti; ehlileştirilmeye çalışılan yaban atı gibiydi, vücudu hiçbir zaman alışamadığı bu yükün ağırlığına dilsiz mukavemet gösteriyordu. Kendir çiğinlerini kesse de, örme sepet belini ezse de, ciğeri ateş alıp yansa da, anasına bir söz demiyor… Başka vakit olsaydı belini ezik ezik eden sepeti çoktan atardı… Ama bu defa tahammül ediyor.
Anası yine tatlı diliyle konuşuyor: -Anan sana kurban, a aslan parçası, yaman günün ömrü azdır, ha biraz daha dayan, az sonra pazardayız. Kızılcıklarımız iyi bir paraya giderse, sana üç tekerli pisiklet (Anası bisikleti böyle adlandırırdı) alacağım. Bak, göreceksin.
Ananın “birazdanı”, “az sonraları” uzadıkça uzuyor…
Nice yıllardır bisiklet hasretindeydi. Babasız, desteksiz büyüyen varlığının babasının yüzünü hiç olmazsa bir defa görmekten başka, kuşkusuz en büyük arzusu bisikletinin olmasıydı. Sanıyor ki, eğer anası bisiklet alabilirse dünyalar onun olacak. Arzuların uzaklığı, ulaşılmazlığı idi bu. Her defasında güz geldiğinde, meyveler yetiştiğinde ümidi artardı. Ama o kahrolasıca yılların meyvesinin parası para değildi ki…
Aklı azıcık yetmeye başladığında ilk defa ilçe merkezine gidecek, şehir görecekti… Aslında anası bir iki defa mecbur kalıp pazara, ilçe merkezine onu da yanında götürmüştü, ama bu gitmek sayılmazdı. Aklının yetmediği çağlarıydı, o zamanlardan hafızasına ilişip kalan öyle çok bir şey yoktu. Ama bu defa, ama bu defa sesini uzaktan işittiği lokomotifleri tam yanından seyredecekti… Tren geçip gittikten sonra rayların üzerine çıkıp gözü kapalı hayli yol gidecekti… (“Peki, belini büküp çengele döndüren kızılcık dolu sepeti ne edeceksin?” Bu gafil gelen fikri hemen başından kovmaya çalıştı...) İçinden niyet edip yüze kadar sayarak yürüyecekti; düşmezse, demek ki anası topladıkları kızılcığı satıp mutlaka ona bisiklet alacaktı… Pazar yolunda karşısına çıkan çocuklardan biri mutlaka bisikletli olacaktı. Onu uzaktan görünce giyiminden kuşamından, her nedense hoşuna gidecek, şehirli oğlan bu köy çocuğunun kalbinden geçenleri hissedecek, inip bisikletini ona verecekti. O da bir göz kırpımında bisikleti asfalt sokak boyunca sürecekti… Anası ona bakıp şaşakalacaktı: -Ay kurban olduğum, bu çocuk bu bisikleti sürmeyi nerede öğrendi? Ana nereden bileydi ki, oğlu her gece şirin uykularında bisiklet sürmeyi nasıl öğrenmiş?!… Oğlu hatta rüyalarında köylerine demiryolu da çekiyordu… İlginç olan şuydu ki, tabanlıklı raylı yollar sanki trenin tekerleklerine dolanmıştı, lokomotif ilerledikçe bu raylar yere döşenir, arkada hazır demiryolu kalırdı…
Sepetin kendiri çiğinlerini kesse de bisikletin hatırına sesini çıkarmıyor. (Ormandan binbir eziyetle topladıkları kızılcığı satacak ve bisiklet alacaklardı; ananın verdiği vaat böyleydi. Böylece bu vaadin arkasınca canını dişine takıp pazara, ümide doğru adımlarını saya saya ilerliyordu.) İmkânı dâhilinde oğlunu aziz halefi olarak yalnız başına büyüten, kendi yükü kendine yeten ana, oğlunun düştüğü vaziyeti iyi bilse de, sanki görmemezlikten geliyordu... Yol ince bağırsak gibi uzuyordu. İlçe daha nerelerdeydi...
Seherin acı yeli ovadan dağlara doğru esmekte; koynuna, koltuğuna dolup yakası açık gömleğini bayram balonu gibi şişirmekteydi. İçine bir titreme geliyordu. Bu titreme sadece güz sabahının ayazından değildi. Aynı zamanda içinde pazara, ilçe merkezine kadar daha kaç tane mezarlığın yanından geçeceğinin korkusu da vardı. Gündüz olsaydı ne vardı; sabahın alacakaranlığında geç bakalım bu mezarlıkların yanından nasıl geçeceksin?! İçindeki korkunun esas günahkarı anasından başkası değil. Nice defa ona tekrarladığı “Kendini kurttan, kuştan koru; baban bize dost yerine düşman koyup gitti” sözleri içinde öyle yer etmişti ki...
Hala mezarlık sansarları ile ilgili köyde dolaşan sözler vardı… Kahrolasıca komşu avratları sanki birbirleriyle sözleşmişlerdi, bir yerine beş anlatıyorlardı… Gerçi şimdi yalnız değildi, anası yanındaydı; ama babasının düşmanlarına, ya da mezarlık sansarlarına anası ne yapabilirdi ki?! Belindeki yükün ağırlığı bir taraftan, diğer taraftan da içini dolduran karabasanlar yol boyunca devam edecekti. Bir de gözlerini açacaklardı ki, Uzun Yol’a ulaşmışlar; ilçe merkezine 10-12 kilometre kalmış. Dağ eteğinden demiryoluna kadar ova tarlalarını kitap sayfaları gibi ikiye ayırıp ortadan geçen dümdüz bir yoldu bu. Gittikçe bitmek bilmiyor, geçip bitirene kadar yüksüz adam da bıkıyor, kaldı ki bir de yüklü olasın…
Hava ağarmaya başlıyor, bu Uzun Yol boyunca sıralanan elektrik ve telefon direklerinin belirmesinden de anlaşılıyordu. Önceleri saymıştı, Uzun Yol’un başından demiryoluna kadar neredeyse yirmi direğin yanından geçmeliydiler. Bu mazot kokulu direklerin kara görkemi rüzgârlı havada ses sese veren demir telleriyle uzak uzak şehirlerden gelen yeniliklerin habercisi olarak sebebi bilinmeyen bir duygu ile hayalini kanatlandırıp yerinden oynatır; onu görmediği diyarlara, belki arzusunu duyduğu bisikletin bırakıldığı yerlere çağırırdı. Kürek kemiklerini kızılcık sepeti eğse de, çiğinlerini sepet bağlanan kendir nasırlandırsa da, bu mazot direklerin yanlarından saya saya geçtikçe tahammül ediyor; biliyor ki, bu direkler onu tren ayağına, pazar yerine, alacakları bisiklet dükkanına az da olsa yaklaştırıyor. Yine direkler arasına çekilmiş telleri Kura Nehri’nden esen yeller ıslık çalar gibi öttürüyor ve o ıslık gibi öten tellere bozulmaz bir nizamla sıralanan sığırcıkların seher nağmesi, başlamış; neredeyse Kura’nın öbür kıyısında, Ceyrançöl taraflarında büyük Kafkas dağ silsilesinin ardından çıkmaya çalışan güneşin ilk şafakları, kuşların kanatlarında parıldıyor. Ona öyle geliyor ki, sığırcıklar sabahın bu erken saatinde güneşi karşılamaya, yolcuları uğurlamaya çıkmışlardı. Sığırcıkların tel üzerindeki bu bozulmaz sırası, güneşin ilk şafakları altında köz üstündeki şişe dizilmiş kebap tikelerine benziyor. Bu benzetmeler içinden geçtikçe kendi kendini kınamayı da unutmuyordu: “Şimdi senin bunları düşüneceğin vakit mi?”.
Pazara alacakaranlıkta, herkesten önce ulaşmışlardı. Gittikçe hava aydınlanıyor; alacakaranlıkta güçlükle seçilen karaltılar yavaş yavaş karaltıdan adama çevriliyor; etrafı, komşu köylerden gelen satıcılar bürüyor. Adına pazar diyorsun, görülüyor ki pazar böyle olmalıdır. Ne kadar adam var burada?! Adam sıklığından başı dönüyor. Aksi gibi de herkesin getirdiği kızılcıktı; sanki bütün dünyanın kızılcığını derip pazara dökmüşler. Onların kızılcığına gözünün ucuyla da bakan yoktu… Satıcı bolluğu, alıcı kıtlığı azmış gibi bisiklet satılan dükkân da iki adım uzaklıktan gel gel diyordu. Sanki fabrikadan yeni çıkmışlardı. Bu iki tekerlekli, üç tekerlekli bisikletlerin taze renginin bayıra çıkan kokusunu pazarın boğucu havası da bastıramıyor.
Satılmayan kızılcıkların sepetleri ile dükkân pencerelerinden açıkça görünen taptaze bisikletlerin arasında kalarak, nice defa gidip onlara tam yanından bakmaya niyetlenmişti; ama anası imkân vermiyordu: - Görmüyor musun, kalabalıktan insan kıpırdayamıyor; burası senin bildiğin köy yeri değil ki istediğin yerden vurup çıkasın. Pazar burası; iti kopuğu, ne kadar hırsızı, yankesicisi, dalaverecisi varsa burada; otur, oturduğun yerde; bırak kızılcığımızı satalım, sonra nasıl olsa o bisikletlerden birini sana alacağım.
Anasının bu ümit veren sözlerine öyle inanmak istiyordu ki… Ama kızılcıklarına gözünün ucuyla bile bakan yoksa, nasıl olacak?! İçinden yüz defa yüzünü göklere çevirip, “Ya Allah baba, öyle yap ki, kızılcığımız satılsın; beni ümitsiz koyma”, deyip yalvarsa da güz güneşinin altında kaldığından içindeki meyveleri biraz daha kızarıp olgunlaşmış olan sepetlere yaklaşan yoktu. Kızılcıklı ormanda ağaçların başında yanan yanaklarıyla gel gel diyen kızılcıklar; pazarın sıcak, boğucu havasında para etmedikleri için sanki mahcup oluyor, pörsüyüp kızarıyorlardı... Yol yorgunu olan ana oğul ise zaten gam içindeydi.
Güneş tepeden iniyordu. Biraz evvel pazarı ışıltılarıyla dolduran, günbatımına doğru eğilmekte olan güneşin solmakta olan şafakları onun bisiklet arzuları gibi tükenmekteydi. Akşama kadar olsa olsa beş on kilo kızılcık satmışlardı. O ise anasını gidip bisiklet satıcısından ricada bulunmaya zorluyordu: “Ne olur, bugün paramız bu kadar, kalanını da gelecek pazar günü veririz; oğlumun arzusunu gözünde koyma, emmisi; nasılsa dükkân ağzına kadar bisikletle dolu, alanı da yok, deyiver”. Anası: “Bize veresiye bisikleti kim verecek, gadasını aldığım. Zararı yok, bu hafta olmasın, gelecek hafta olsun; haftaya geldiğimizde meyvenin yanı sıra tavuk civciv de getirir, satıp istediğin bisikleti alırız”, dese de, oğul ayaklarını yere vurup ikide bir anasını dürtükleyerek gedip satıcıdan rica etmesini istiyordu.
Ana, oğlunun dediklerini bir müddet göz ardı ettiyse de sonunda çocuğun ısrarları sonuç verdi; ne akıl ettiyse, şişkinliği hala sinmemiş, ağzı yarım sepetleri komşu kadına emanet edip ciğerparesinin elinden tutarak bisiklet dükkânına doğru yollandı. Yüreği sinesine sığmıyor, küt küt atıyordu. Tabii ki, anası satıcı oğlanın suyuna gidip onu yola getirecek, bisikletlerden en güzelini seçip alacak, o da hayallerinin gerçekleştiğini görüp sevinçten ayakları dolaşa dolaşa dükkân kapısından dışarı çıktığı gibi yıllar boyunca hasretini çektiği bisikletin beline atlayacak, akşamüstleri el ayağın çekilmesiyle adamları seyrelmekte olan pazar boyunca süzülecek ve adamlar, herkesten daha çok da anası bakıp şaşakalacaktı: - Ay kurban olduğum, bu çocuk, bu bisikleti sürmeyi nerede, nasıl öğrendi?
Ana ağzına kadar bisikletle dolu olan dükkâna girdiğinde tereddüt içindeydi; tezgâhlara, taze eşyalarla dolu raflara göz gezdirip ölçüp biçiyor, sanki tereddüdünü yenmek için vakit kazanıyordu. Oğlu yanında dürtükleyip, eteğini çekiştirip durmasaydı dilinden tek kelime çıkmazdı. Belki de oğlunun ısrarına dayanamayıp dükkâna girdiğine bin pişmandı, ama artık geri dönme şansı da yoktu. Gömleğinin yakasından tüylü göğsü görünen satıcı oğlan, başka alıcılarla alış-verişi arasında ara sıra onların tarafına da göz atıyor, ürkütücü bakışlarından “ne oldu, niye geldiniz, ne istiyorsunuz” soruları yağan gözleriyle ananın da, oğulun da eski püskü kıyafetlerini isteksiz isteksiz süzüyordu. Ve artık bu gözlerin sahibinden fayda gelmeyeceğini bile bile oğul anasının eteğini bir daha ümitsizce çekiştiriyor: - Niye konuşmuyorsun, neden geldiğimizi niye demiyorsun?
Ana güneşi batmakta olan güz günbatımı gibi kapkara kararmış, içinde fırtınalar kopuyordu. Oğul ise düşünüyordu ki, bu satıcı oğlan ne kadar şanslıydı; bak ne çok bisikleti var, dura dura paslanıyor, birini öyle parasız pulsuz ona bağışlasa dünya dağılmazdı ki?!.
Satıcının kibirli bakışlarından aklı bir şey kesmeyen ana, oğlunun elinden tutup dışarı çıkmak istiyordu. Oğul ümidinin kırıldığını görüp feryat ediyor:
- Gitmiyorum, git-mi-yorum. Önce al, sonra gidelim. Git-miyorum, git-mi-yo-rum.
Ana da fısıltıyla konuşuyor: - Ay Allah akıl versin, burası devletin dükkânıdır; kim bize veresiye bisiklet verecek? Gelecek hafta alırız, gelecek hafta.
- Yok, ben şimdi istiyorum, şimdi.
- Şimdi paramız yok, söz veriyorum gelecek hafta mutlaka alacağım.
Ümidi her yerden kesilen oğul ısrar ediyor:
- Yok inanmıyorum, inanmıyorum; sen satıcı emmiye söyle, belki verecek, sen bir söyle...
Sanki ana, oğlunun bu beklenmedik direnmesinden, eteğini çekiştirmesinden kendine gelmişti. Ümitsiz ellerin girip çıkması yüzünden kenarları didilmiş yan cebinden satılmış beş on kilo kızılcıktan toplanan parayı tezgahın üstüne koydu. Bir süre sonra yüzünün suyunu dökerek genç satıcıya isteğini kekeleye kekeleye söylüyor (Aslında dediği sözler ananın değil, oğulun kendisine dediği sözlerdi, kelimesi kelimesine ezberlemiş gibiydi.): - Bugün paramız bu kadar, kalanını da gelecek pazar kızılcık, tavuk civciv satıp veririz; oğlumun arzusunu gözünde koyma emmisi, nasılsa dükkan ağzına kadar bisikletle dolu, alanı da yok; onlardan birini oğluma ver, no..?!
Genç satıcı anaya sözünün devamını getirme fırsatı vermiyor: “Ay avrat, hiç ne konuştuğunu biliyor musun? Burası senin için pazar değil a, devlet dükkanıdır. Bizde veresiye mal verilmiyor, başımı boşuna ağrıtmayın”, deyip bağırıyor, “çabuk, çabuk, defolun buradan, çabuk olun, haydi, haydi”.
Oğul vaziyetin ümitsiz olduğunu görüyor. Dünya gözlerinde kararıyor; yıllar boyunca uzaktan uzağa hasretiyle yaşadığı bisikletle dolu bir dükkân ola ve onlardan birini de ona vermeye kıyamayalar. Kurşun gibi dışarıya, komşu kadının yanında bıraktıkları kızılcık dolu sepetlerine doğru kaçıyor. Kaçması ile de binbir eziyetle, belki bin ağaçtan tek tek derip ağzına kadar doldurdukları kamış sepetin içine çarıklı çoraplı girip kızılcıkları parça pinçik etmesi bir olur. Anası elini ayağını tutmak istiyor, ama sonra ne düşünüyorsa kenara çekilip hüngür hüngür ağlamaya başlıyor; satıcıları, alıcıları seyrelmeye başlamış pazarda herkes hayret içinde bu tüy ürpertici manzaraya bakıyor. Manda gönünden çarığı, anasının ördüğü dizine kadar çıkan beyaz yün çorapları kızılcığın kırmızısından kan rengine boyanıyor. Anası arada oğlunu küçük adam sayıp kemik saplı bıçağı eline vererek horoz kestirdiğinde, horozun kesik başından fışkıran kanı ak yün çoraplarını kan kırmızısı ederdi. Belki insanın arzuları da canlıdır, onların da başı kesildiğinde dökülen kanları kıpkırmızı olur, kim bilir?!
Nedense onun çocuk aklına öyle geliyordu ki, çiğnenen, kanına bulanan, ezilen, binbir eziyetle derdiği kızılcık değil; onun gerçekleşmeyen yetim, başı kesilmiş arzularıdır ki, ömür yollarında defalarca böyle yüzü kızarıp, boynu bükük kalacak…
*
Ana oğul ağlaya ağlaya köylerine dönüyordu. Bu halleri ile Uzun Yol’u nasıl geçeceklerdi. Gündüzün kaygısından yorulmuş yollar da zifiri karanlık içinde idi…