SÖZÜN KANATLARINDA UÇAN ŞAİR: MAHTUMKULU


 01 Ocak 2024


 

Evrenin yaradılışını aşk ile izah eden İslam tasavvufu, estetiği; aklın, mantığın ve tecrübenin üstüne koyar. Daha yaradılışta aşk vardır ve her şeyin sebebi aşktır. 

 

Aşk imiş her ne var ise âlemde

İlim bir kil ü kal imiş ancak

diyen Fuzuli, belki de bu hakikati en veciz şekilde ifade eden şairdir. İslam tasavvufu, kendini, dinin inanç kalıpları ile sınırlasa da aşkı yaratılışın başına yerleştirmekle önünde geniş estetik ufuklar açmıştır. Dinî sınırlamalar, İslam estetiğini alabildiğine soyuta yöneltmiş; şairin elinde şiir, mimarın elinde kubbe ve minare, bestekârın elinde makam soyut aşkın zirvelerinde gezinip durmuştur. Yakışıklı tanrıların ve güzel tanrıçaların yurdu Ege ve Akdeniz’de de tanrılar birbirine âşık olurlar. Ama o tanrılarda aşkın yanında ihtiras ve intikam da vardır; insana has bütün duygular vardır. Dolayısıyla Ege ve Akdeniz dünyasında tanrılar somuttur; taştan ve mermerdendir. Bunun içindir ki Batı san’atı somut güzelliğin, ölçü ve oranın kemal noktasına ulaşmıştır.

Soyut aşkı hareket noktası olarak alan İslam şairleri, dinî ve tasavvufi tüm sınırlamalara rağmen hayattan tam olarak kurtulamazlar. İnsanın hayattan ve realiteden kurtuluşu zaten mümkün de değildir. Bu yüzden klasik şiirimizde çoğu defa tasavvufi aşktan mı, insani aşktan mı bahsedildiğini anlayamayız. Eski şairlerimizin şiirlerini şerh edenler, bazen akıl almaz zorlamalarla şairlerimizin kanlı canlı sevgililerini tanrılaştırırlar. Aslında tasavvufi aşkın terbiyesini almış şair, dünyevi aşkını, belki de tasavvufi bir kılıf içinde mahirce saklamaktadır. 

Hiç şüphe yoktur ki Mahtumkulu da aşk estetiğini, İslam tasavvufundan almıştır.

 

Soltan Veyis Pehlivanı,

Hekim Ata Süleymanı,

Hoca Yusup Hamedanı,

Şol Şah-ı zaman içinde.

mısraları onu, Hâkim Süleyman Ata’dan Hoca Ahmet Yesevi’ye, oradan Yusuf Hamedani’ye ve Hz Ali’ye bağlayan tasavvuf halkasını açıkça göstermektedir. Öte yandan onun Hive’deki Şirgazi medresesinde okuyarak iyi bir tahsil gördüğünü biliyoruz.

 

Mekân eylep üç yıl iydim duzunı

Gider boldum, hoş gal, gözel Şirgazi

şiirinden onun üç yıl bu okulda okuyarak güzel intibalarla ayrıldığını öğreniyoruz. Medreseden ayrılır ayrılmaz bu şiiri yazdığına göre, daha okul yıllarında, yani genç yaşta onun olgun bir şair olduğunu düşünebiliriz.

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge,

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.

diyen Fuzuli ile,

Ne layıklı yüzüm vardır tutarga,

Ne ayrı gapım var andan gidende.

diyen Mahtumkulu aynı estetiğin yolcuları değil midirler? Yukarıdaki şiirlerde farklı şeyler anlatılsa da onların estetik beraberliğini kim inkâr edebilir? Fuzuli yalnızlıktan şikâyet ediyor. Yalnızdır ve onun için yanacak hiç kimse yoktur, gönlünün ateşinden başka. “Rüzgârdan başka hiçbir şey kapımı açmıyor.” Anlamındaki ikinci mısrada yalnızlığının bize mahsus umumi bir ifadesini bulabilirsiniz. Ancak birinci mısradaki ifade çok özeldir ve Fuzuliyânedir. Âşık için yanacak olan yine kendi gönlünün ateşidir. Müthiş bir paradoks! . Mahtumkulu ise bambaşka bir şey (yoksa gene aynı şeyi mi?) anlatıyor. Sana tutmaya layık bir yüzüm yok, ama senden başka gidecek kapım da yok, diyor. Ne dersiniz, yay içindeki soru yerinde bir soru mudur? Tavrın, Türkçe ifadenin benzerliğine şüphe yok, ama gerçekten de ikisi de aynı şeyi mi anlatıyor? Yani Tanrıdan başka başvuracağım bir varlık yok mu diyorlar? Belki de…

Bakınız Mahtumkulu şiire nasıl devam ediyor:

Umut bar goynunda bile yatarga, 

Dergâhından açsa der, bizim sarı…

 

Evet, o sevgili. Dergâhından doğru bize bir kapı açsa, onun koynunda yatmak için ümitvar olabiliriz. Bu, gerçekten tasavvufi aşkın bir dergâhı mıdır? Mahtumkulu tasavvuf estetiğin sevgilinin koynunda yatmaya kadar götürmüş müdür? Yoksa basbayağı sevgilinin koynunda yatmak istemektedir de “dergâh, meydan, merdan…” diyerek bu insani arzusunu saklamaya mı çalışıyor? Bu sorulara tatminkâr cevap arayanlar “Yar Bizim Sarı” şiirinin tamamını okumalıdırlar. Yine de bir cevap bulamazlarsa bunu, tasavvuf yolundakilerin bile hayattan kopamadıklarına yorsunlar. Tasavvufa meyledenler şiiri Fuzuli ile dünyaya ve hayata meyledenler Karacaoğlan ile karşılaştırsınlar.

“Yar Bizim Sarı” şiirinde beni asıl büyüleyen birinci dörtlüktür:

Gulzumu gır sanıp kırk yol geçer men,

Eyer ki meyletse yar bizim sarı…

Gadam yerne ganat bağlar uçar men,

Diyse dilber: “Âşık, yör bizim sarı!...”

 

Eğer sevgili, “âşık, bizim tarafa gel!” dese, ayakla koşmak yerine kanat bağlayıp uçarım. Ben hiç şüphe etmiyorum ki Mahtumkulu’nun kanatları, şiirinin mısralarıdır. O, mısraları birbirine bağlayıp kanatlanmış; Türkistan’ı, Hindistan’ı, İran’ı ve Rumistan’ı dolaşmıştır. Şiirinin kanatları onu, sadece mekânda dolaştırmamış, zamanları da uçarak aşmasını sağlamıştır; o, sözün kanatlarında uçan ve günümüze ulaşan şairdir. Bugün de Türkistan’ı ve Rumistan’ı (Anadolu’yu) dolaşıyor.

Mahtumkulu bir yandan tasavvufun, Ahmet Yesevi’nin yolundadır.

 

Yiğitlik paslını gışa getirdim,

Kēmillik geştisin derya batırdım, 

Beyik pikre galdım, aklım yitirdim,

Tirik erke, öli bolıp galıp men.

 

Ahmet Yesevi’de 

Şeyda bolup, rüsva bolup candan öttim,

Bîgam bolup yir astıga kirdim muna.

 

demiyor mu? İkisi de akıllarını yitiriyorlar ve diri iken ölüyorlar, yer altına giriyorlar. Ahmet Yesevi’nin sadece hayalleri değil şiirinin ritmi de Mahtumkulu’na yansımıştır.

Şükür Allamdililla,

Cenana gözüm düşdi;

Meyhanada mey içtim,

Destana gözüm düşdi.

 

şiiri ile Yesevi’nin

 

Taâlallah, zihî ma’ni,

Sin yarattın, cism ü cânı,

Kulluk kılsam tüni küni

Minge sin ok kirek sin.

 

şiirinde siz aynı ahengi duymuyor musunuz? Bana öyle geliyor ki bu şiirler, dergâhlarda zikir anının ritmine göre yazılmışlardır. Herhalde ilk Türk dervişleri Şamanlar gibi tef çalıyorlardı ve yukarıdaki şiirlere benzer şiirler okuyorlardı.

 

Bana seni gerek seni

diyen Yunus’la Ahmet Yesevi’nin bir kolu Anadolu’ya uzanıyor,

Şükür Alhamdililla,

Cenana gözim düşdi.

diyen Mahtumkulu ile diğer kolu, Hazar ve Ceyhun kıyılarına gölgesini salıyor. Yesevî’nin şiirleri sanki Oğuzcalaşıp Anadolu’da dolaşıyor, Mahtumkulu’nunkilerse Karakalpakça’ya çevrilip Ceyhun kıyılarında söyleniyor.

Molla Kasım adlı ham bir sofu, Yunus’un şiirlerini okuyormuş, onları beğenmeyip suya atıyormuş. Şiirlerin üçte ikisini suya attığı sırada “Ey Yunus, birgün seni sîgaya çeker Molla Kasım gelir.” Mısralarına rastlayınca şaşırıp kendine gelmiş ve böylece şiirlerin üçte biri kurtulmuş. Ama kalan şiirleri Türk dünyasına da bize de yetiyor.

Evet, Mahtumkulu bir yandan tasavvufun yolundadır. Bu dünyanın kimseye kalmayacağı, zamanın bozulduğu gibi ta Edib Ahmed Yükneki’den beri dinî ve tasavvufi şiirlerimizin konusu olan düşünceleri Mahtumkulu’nda bol bol buluruz. Yine Atabetü’l Hakayık ve hatta Kutadgu Bilig’den beri görülen öğüt üslûbu ve bu üslûbun doğurduğu atasözlerine benzer deyişler de Mahtumkulu’nda çoktur. Fakat Mahtumkulu’nun bir başka yanı da vardır. O, bir yandan da Köroğlu’dur.

 

Ol merdin oğludır, mertdir pederi;

Göroğlı gardaşı, serhoşdır seri.

Mahtumkulu, Köroğlu edasına büründüğü zaman tasavvufun soyut ve belki biraz da hâlinden şikâyetçi tavrından kurtulur; yiğit ve koçak bir vatanperver, bir milliyetperver kesilir.

Ceyhun bile Bahr-ı Hazar arası,

Göl üstünden öser yeli Türkmen’in.

Gül gunçası, gara gözüm garası,

Gara dağdan iner sesli Türkmenin.

 

Görüldüğü gibi Türkmen’in tabiatı bile yiğittir; coşkun suları kara sağdan iner; kara yeli göl üstünden eser. Böyle tabiatı olan Türkmen hem yiğittir, savaşçıdır, hem de ayrılığa düşmez, birlik içindedir.

 

Tireler gardaşdır, uruğ yarıdır,

İkballer ters gelmez, Hakın nurudır,

Mertler ata çıksa söveş sarıdır,

Yov üstüne yörer yolı Türkmenin.

 

Mertler ata çıksa savaşa doğrudur; Türkmen’in yolu düşman üstüne gider ve hiç şüphesiz “tireler”, boylar kardeştir. Türkmen tayfalarının birleşmesinden büyük bir ihtişam doğar:

Yomut, Göklen tesip edip özünden,

Çekdi goşun, öni ardı bilinmez.

………..

Üç mün nayzabazı bardır nökerden

Tört mün pildarı bar gala yıkardan,

Teke, Salır yöriş etse yokardan

Duşmanın namardı, merdi bilinmez.

 

Türkmen tayfaları birleşince öyle bir ordu çıkarıyorlar ki önü arkası görülmüyor. Yalnız mızrak tutanları üç bin, kale yıkan filleri dört bin. Hele bir de Teke ile Salır yukarıdan yürüdü mü düşmanın merdi, namerdi bilinmez.

Mahtumkulu’nun bu merdane üslûbu bazen aşk şiirlerine kadar sokulur ve sevgilinin göğsünde nefes alır.

Til senuber, şekeristan,

Âlem cahan, gül gülüstan,

Goynuŋ içre biten bostan,

Goç yiğitler bağban bugün.

 

Sevgilinin koynunda bostan bitiyorsa, koç yiğitler de tabiî ki bostancı olacaktır. Şu dörtlük şüphesiz ki aşk derdini anlatıyor. Fakat üslûp ne kadar yiğitçe:

 

Kimdir ışkın yükin çeken merdâna?

Pelek gördi, gorkıp düşdü gerdana,

Zemin cünbüş eylap oldı lerzana,

Çöller düzler çekebilmez bu derdi.

 

 

Aşk derdinden, sanki üzerinden ordular geçiyormuş gibi yerler titriyor.

Mahtumkulu’nda ben değişik renkler, değişik edalar gördüm. O, bir yandan Ahmet Yesevi ve Yunus Emre gibi İslam ahlâkını ve dinî coşkuyu dile getiriyor. Bir yandan Köroğlu gibi yiğitlik temini işliyor. Fuzûli gibi tasavvufî aşk ile kavrulurken Karacaoğlan gibi capcanlı güzeller tasvir ediliyor. Anadolu’daki bütün bir şiir geleneğimiz onda toplanmış gibi. Sanki büyük çoğunluğu Azerbaycan ve Anadolu’ya giden Oğuz kardeşlerinin bütün zenginliğini tek başına şiirinde toplamak ister gibi. Ne olursa olsun 18. yüzyılın bu Türkmen atası şiirin suyundan içmiş ve hiç şüphesiz yukarda naklettiğim onun birlik şiirini artık aşağıdaki gibi yorumlamak zamanıdır.

 

Özbek, Kazak tesip edip özünden,

Çekse goşun öni ardı bilinmez.

Oğuz, Türkmen yöriş etse yokardan

Duşmanın namardı, merdi bilinmez.

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 205. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 205. Sayı