Taç ve Divit


 01 Mart 2020


Vezirlerinin kollarında çadırına getirildiğinde oldukça bitkin ve güçsüzdü. Başındakiler bir yandan Melikşah’ın neden bu hâlde olduğunu anlamaya çalışıyor bir yandan da Sultan’ın hastalık haberinin duyulmasını engellemeye uğraşıyordu. Sapsarı olmuş bedenini usulca yatağa bıraktılar. Üzerinde ejderha motiflerinin olduğu ipek yorganı, titreyen vücuduna örttüler. Soğuk terler arasında uykuya dalan Sultan bir süre sonra gözlerini açtı. Bir kâtibin getirilmesini ve söylediklerini kaydetmesini istedi. Hekimler kendini yormaması konusunda ısrar etseler de Sultan’ın son emrine riayet ederek dediğini yaptılar.

Daha yolun başındayken Melikşah’ın, Abbasi Halifesine Bağdat’ı terk etmesini bildirmek için çıktığı seferin karanlıklar getireceği belliydi. Çünkü hocası ve veziri Nizamülmülk, çadırlar arasında dolaşırken ona bir mâruzatının olduğunu söyleyen, Batîni Tarikatına mensup bir hainin hançeriyle şehit edilmişti. Bu acı olayın üzerinden 35 gün geçmişti ki Sultan Melikşah da zehirlenerek benzer bir suikastle karşılaşmıştı.

Bu ipek örtüler arasında yatan Sultan’ın ısrarla kâtip istemesinin nedeni, duyduğu vicdan azabından mı yoksa gerçeklerin ortaya çıkarılmasını arzu etmesinden miydi kimse bilmiyordu.

Zira Nizamülmülk’ün ölümü üzerindeki şaibelerden biri de Sultan Melikşah üzerineydi. Sultan ateşler içinde yanıyor kısa süreli baygınlıklar geçiriyordu. Hekimler zehirlendiğini düşünüp tedaviye başlasalar da onlarında umutları giderek tükeniyordu. Melikşah, biraz kendine gelip gözlerini açtı. Okunan Kur’an ayetleriyle rahatlayıp ayak ucunda elinde bir top kâğıt ve divitle bekleyen kâtibi yanına çağırdı. Onun dışında herkesin çıkmasını emretti. Hekimler, zoraki çıktıkları çadırın önünde beklemeye başladı.

Melikşah, kâtibe ağzından çıkan her şeyi yazmasını söyledi. Genç kâtip gözleri dolu dolu kafasını önüne eğdi ve emre riayet etti. Sultan kısık bir sesle anlatmaya başladı: 

“Ben Sultan Melikşah, ismimin hayırla ebediyen anılması arzusuyla, âdil ve sağlam bir devlet düzeni kurarak dünyayı imar etmeye çalıştım. En büyük destekçim ve taşıdığı lâkabı makamını en iyi anlatan kişi, Nizamülmülk’ün söylediği sözlerin gereğini yapabilseydim belki de bugün böyle bir suikastla karşılaşmayacaktım. Ne acıdır ki halkın huzuru ve sükûnunu bu denli düşünen hukuk ve ikta sistemini iyileştiren ‘Bir sultanın tebaasına vereceği en büyük ihsan adalettir.’ diyerek insanların her zaman yanına girip çıkmalarına izin veren Nizamülmülk, bir mazlumun derdine derman olmak için uzandığı mektubun sahibi tarafından şehit edildi. Onun yokluğu devletin bekası için yeterince zor değilmiş gibi Halifeye tanıdığım on günlük süre dolmadan ben de iflah olmaz bir derde tutuldum. Tüm bunlar Bağdat yolunda bana söylediği kelamın doğrulayıcısı mıydı? Ölümünün acısıyla farkına varamadığım keramet bugün mü zuhur ediyor? Ne bu atlas yatak ne kapımdaki hekimler ne de sahip olduğum tebaa karnıma her an yeni bir mızrak giriyormuşçasına çektiğim ağrıları dindiremiyor. Istırapla gözümden akan yaşlar hep eski hatıralara götürüyor zihnimi.

Amcam Kavurt Bey’in babam Alparslan’ın vasiyetine uymayıp, benimle giriştiği taht mücadelesinde daha on sekizindeydim. Nizamülmülk’ün isabetli ve süratli tedbirleriyle ondan önce Rey şehrine gidip Türkmen beylerinin desteğini alarak savaşı lehimize çevirmeyi başarmıştık. Kavurt Beyin savaş meydanından kaçtığını ve sonrasında bir köye sığınmış olarak bulunduğunu bildirdiklerinde karşıma getirilmesini emrettim. Öfkem ve kızgınlığım bir ölüyü andıran suratını gördüğümde merhamete dönüşmüş ve ona hararetle sarılmama neden olmuştu. Koca vezir ise merhametimin dirayetimi örtmesini önlemek için acı veren cümleler kurarak ‘Melikşah, mülk yağmur getirmeyen bir rüzgâr gibidir. Kavurt sana içinde çöp bulunan bir gözle bakıyor. Senin iktidarın ona sıkıntı veriyor. Eğer o galip gelseydi sana merhamet etmezdi.’ demişti. Amcamı affetme konusunda ısrar etsem de askerlerin isyanı onun varlığına son vermekten başka bir çare bırakmıyordu.

O gün huzuruma kaygılı bir şekilde çıktığını hatırlıyorum. ‘Askerin isyanının saraya sıçraması an meselesidir. Durum kötüleşmiştir. Ya bir önlem al ya da bana yapmamı istediğin şeyi emret.’ diyerek devlet işlerinde süratli ve de isabetli kararlar almanın ehemmiyetini anlatmıştı. Ben de büyük ve küçük az ve çok bütün işleri ona bırakmış ve bu hususta herhangi bir itirazda bulunmamıştım.

Zira babam Alparslan, Maveraun Seferinde bütün komutanlarının ve devlet adamlarının önünde ‘Ben düşmana karşı yürüyorum. Yaşarsam Allah’ın lütfu, şehit olursam rahmetindendir. Ben öldükten sonra yerime geçecek olan oğlum Melikşah, veziri ise hocası Nizamülmülk’tür.’ diyerek kaderlerimizi birbirine bağlamıştı.

Babamın vefatından sonra en çok canımı yakan şey Hocamın cenazesini İsfahan’a götürüp ellerimle defnetmekti. Onun ölümü beni, halkı ve orduyu derinden etkiledi. Ordugâhı tek tek dolaşıp askerleri teskin etmek bir sultan olarak milletime ve bir evlat olarak ona karşı vazifemdi. Bu cinayetin töhmeti altında kalmaksa beni ziyadesiyle üzmüştü.

Tüm meclislerde öğrencilerin geçim sıkıntısı olmadan okuyabilmesi için külliyelerde kurduğu Nizamiye medreselerinden, yetiştirdiği kıymetli insanlardan, oluşturduğu zengin kütüphanelerinden bahsettim. Kaşgar’dan Batı Anadolu’ya, Kafkasya’dan Yemen’e kadar uzanan topraklarımızla ‘Rum diyarı artık Darül İslam olmuştur ve bunlar onun bana ve devletimize sunduğu sayısız hizmetlerden sadece bazılarıdır’ diye anlatmaya çalıştım. Yine de bu durum aramızda geçen bazı olayların art niyetli kişiler tarafından menfi olarak algılanıp ölümünden beni sorumlu tutmalarına engel olmadı.

Oysa aynı kişiler geçmişte de her yıl devlet hazinesinden yaptığı 600.000 dinar harcamayı bahane edip şikâyete geliyor ‘Sultanım bu kadar harcamayla bir ordu kursan Konstantiniye’yi alırdın.’ diyordu. Bir gün geçiştirmeye çalıştığım bu şikâyetlere fetih aşkıyla yanan yüreğimin heyecanı da eklenince dayanamayıp ondan hesap sormak istedim. O ise başı yerde yanıma kadar sokulup tazim ve duadan sonra huzura çağırılışının sebebini önceden biliyormuşçasına konuştu.

‘Ben; sana, babana ve dedene hizmet ettim. Bu bakımdan benim hizmet hakkım vardır. Benim senin malının onda birini yediğim söyleniyor. Malını aldığım doğrudur fakat aldığım malları vakıflara harcıyorum ki senin için bunlardan daha muazzam bir hatıra ve daha büyük şükür olamaz. İşte aldığım mallar ve sahip olduğum her şey gözlerinin önündedir. İstersen bunların hepsini al bana bir hırka bir zaviye yeter. Ancak düşmana felâketler yağdıran ordun seni manevî dert ve belalara karşı savunamazlar. Ben ise senin hem dünya hem de ahretini düşünerek, bir maneviyat ordusu kurdum.’ diyerek pişmanlıkla akan gözyaşlarımın sebebi oldu.

Hesap gününe yaklaştığım bu zor zamanda başucumda duran Siyasetname’yi yazması konusundaki ısrarım için ne kadar şükretsem azdır. Zira ondan kalan en mühim emanettir. Ömrüm vefa eder mi bilinmez lakin iyi bilirim ki bu kitap onun ve benim yıllar sonra bile hayırla anılmamıza vesile olacaktır. Eserin telifi bittiğinde özel kâtibiyle göndermiş olduğuna şaşırmış, taltifi ve tebriği en çok hak ettiği bir durumda yanıma gelmeyişinin nedenini merak etmiştim. Sonradan öğrendim ki Siyasetname’nin başına bir şey gelip bana ulaşmamasından duyduğu endişe böyle hareket etmesine sebep olmuş. Karşı karşıya kaldığım bu günkü durum da gösteriyor ki onun ve benim canımıza kastedenler bugün olduğu gibi dün de iş başındaydı.”

Sultan Melikşah, tüm bunları anlatırken gittikçe zorlanıyor, ara ara nefesi kesiliyordu. Ancak her seferinde genç kâtibin hekimlere haber verme teklifini geri çeviriyor; son nefesinin, son sözlerini sarf edene kadar beklemesi için dua ediyordu. Biraz soluklandı. Sonra tekrar anlatmaya başladı.

‘Allah her asır ve zamanda halkın içinden birini seçerek onu padişahlık sanatlarıyla övülmüş ve süslenmiş kılar. Dünya işleri ve kullarının huzurunda onu sorumlu tutar. Fesat ve fitneyi onunla ortadan kaldırır.’

“Satır satır ezberlediğim bu sözleri mülkün sahibi gibi gözüksem de asıl mülk sahibinin hizmetkârından başkası olmadığımı hatırlatmak için kaleme aldığını, o gün de iyi biliyor ve bu yolda yapacağım en küçük hatada karşımda korkusuzca ve dimdik duracağından emin oluyordum. Bunun en mühim örneği kardeşim Tekiş’in isyanı sırasında gerçekleşti. Rey şehrindeki askerleri teftiş ederken 7000 askerin ihraç emrini verdim. O ise bana karşı çıkarak ‘Bunların askerlik dışında sanat ve meslekleri yoktur. Eğer bunlar askerlikten ihraç edilecek olursa içlerinden birini seçip işte sultan burada demelerine engel olamayız. Bu takdirde onlarla uğraşmak zorunda kalırız ve ödediğimiz ücretin kat kat fazlasını onları itaat altına almak için sarf etmeğe mecbur oluruz.’ dedi. Ben o gün bu tavsiyenin isabetini kavrayamamış olacağım ki sözümden dönmeyerek askerin işine son verdim. Netice de büyük bir isyan çıktı. Ordudan ayrılanlar Tekiş’e destek vererek Nişabur’a ilerlemeye başladı. Süratle istişare edip kardeşimin peşine düştüğümüz o gün askerlerin ihracı konusunda tek başıma karar vermiş olmamın pişmanlığını yaşıyordum.

“O ise haklılığından emin bir ifadeyle yaklaşıp ‘Sultanım devlet meselelerinde âlimlerin görüşünü almayan padişah bencil ve zayıf görüşlüdür. Şükür ki, Padişahımız Melikşah görüşü kuvvetli işini bilen ve tedbirlerini alan bir kişidir.’ diyerek hem hatamı anlamamı sağlamış hem de gönlümü almıştı. Böylece derhal isyanı bastırmak için yeni önlemler alıp Nişabur’a doğru yola çıktık. Kardeşim Tekiş’i, Tirmiz’de sıkıştırdık. Neticede af dilemeye mecbur kaldı.” dedi ve sustu koca Sultan.

Hekimler içerden gelen seslerin kesildiğini duyunca telaşlanıp çadıra girdi. Şükür ki yaşıyordu. Ömrü boyunca fetihten fethe koşmuş, hiç yenilgi yüzü görmemiş, Halifenin en büyük yardımcısı unvanıyla şereflenmiş genç Sultan’ı henüz otuz sekiz yaşında bu hâlde görüyor olmak herkesi üzüyordu. Uygulanan tedavinin sonuç vermesini beklemekten başka çareleri yoktu. Onlar umutsuzlukla beklerken Melikşah yeniden gözlerini açtı. Hekimler bir damla suyla dudaklarını ıslatıp ateşine baktılar. O ise kendine gelir gelmez yarım bıraktığı işini tamamlamak istedi ve eliyle işaret ederek huzurdan çıkmalarını söyledi.

Kâtip artık gücü kalmayan Sultanın sesini duymak da zorlanıyordu. Bu yüzden yatağa doğru eğilip ona iyice sokularak yazmaya başladı.

Hocam Nizamülmülk’ün, büyük alim Farmedi’ye verdiği ehemmiyeti önceden biliyor ve bunun nedenini merak ediyordum. Bir gün Farmedi’ye ‘Koca vezirin meclisine vardığında yerinden kalkıp makamına oturttuğu tek insan senmişsin. Ne kadar kıymetli bir âlim olduğun herkesçe malûm ancak bunun başka bir sebebi de olmalı diye düşünüyorum’ dedim.

O ise, Sultanım âlimlerin ve ediplerin onun meclisinde yerleri hep vardı. Bunu en iyi siz bilirsiniz. Onları ağırlayıp sohbetlerini dinlemekten büyük keyif alır ve ikramlarda bulunurdu. Ancak ben meclise girdiğimde ayağa kalkıp yer vermesinden rahatsızlığımı her zaman dile getirsem de vazgeçmezdi. Bir gün neden bu denli ısrar ettiğini sorduğumda ‘Sen diğer insanlar gibi beni övmez, kusurlarımı yüzüme vurarak, kibrimi bastırırsın. Bu yüzden sana saygım sonsuzdur’ dedi.

Tekrar tekrar söylediği bir konu daha var ki buna hakkıyla riayet edemeyişimizin bedelini önce onu kaybederek şimdi ise beni hesap gününe yaklaştıran bu ağır hastalığı yaşayarak ödüyorum.

‘Ülke menfaatleri için casuslar, muhbirler tayin etmeli ve hatta haber alma merkezleri kurarak bilgi toplamalı, böylece içteki ve dıştaki gelişmelerden zamanında haberdar olunmalıdır.’ derken ne kadar mühim bir şey öngördüğünü şimdi daha iyi anlıyorum.

Siyasetname’nin elimden düşmediği hükümlerinin devlet geleneğinde yer bulması için emirler verdiğim günlerde dikkatimi fazlasıyla çeken bir bölümü tatbik etmek istemiştim.

‘Padişah, sadece küçük memurları değil, bizzat vezirin kendisi de dâhil olmak üzere bütün yüksek memurları da denetlemeli. Zira memurlar, işlerini adil ve namuslu yapmazlarsa ülkede karışıklık çıkabilir.’ İşte bu yüzden denetlemeye memur kıldığım zatlardan Hocam aleyhinde gelen ihbarlara karşılık bir mektup kaleme aldım. ‘Sen benim devletimi ve memleketimi evlatlarına ve damatlarına verdin. Bunlar benim adamlarıma saygı göstermiyor, halka zulmediyorlar, sen de bunları cezalandırmıyorsun. İster misin vezirlik divitini elinden, sarığını başından alayım ve halkı tahakkümünüzden kurtarayım’ dedim.

Onun, ‘Bu vezirlik diviti ve sarık, tacınla o derece bağlıdır ki diviti aldıktan sonra taç da kalmaz gider.’ şeklindeki cevabını aldığımda bana meydan okuduğunu düşünüp sinirlendim. Divitinin ve sarığının tacımla olan münasebetini ecel terleri döktüğüm şu günlerde anlamak daha kolaydır. Artık sarık gitmiş divit ise sahipsizdir. Yazık ki tacın da gideceği aşikârdır. Ölümünün üzerinden yalnız otuz beş gün geçmiş olduğu bugün ateşli bir hummaya tutulmuşçasına titreyerek uyandım. Bu hâlim başımda bekleyen hekimlerin ve vezirlerimin dikkatini çekti. Gördüğüm rüyayı anlattım onlara.

Nizamülmük, beyazlar içindeki elbisesi ve ak saçlarının arasından sızan kanla karşıma geçmiş ve söze duayla başlayarak ‘Neyse ki o demir hançerle öldürüldüm yoksa her şeyden hesaba çekilecektim.’ demişti. Bu durum acımın azalmasına ve tıpkı onun gibi gizli düşmanlar tarafından şehit ediliyor olmanın üzüntüsünü gidererek ölümü sükûnetle karşılamama vesile oluyor.

Evet, işte bugün Bağdat yolculuğunda söylediği keramet zuhur ediyor. Ben Doğu ve Batının Sultanı Melikşah, ‘Sultanım sizden kırk gün önce ölmek konusunda Rabbimden bir isteğim var çünkü siz elimde büyüdünüz ve ben acınıza dayanamam.’ diyen Nizamülmülk’ün yanına İnşallah onun gibi şehit makamında gidiyorum.”

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 159. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 159. Sayı