HaftanınÇok Okunanları
Gülzura Cumakunova 1
HİDAYET ORUÇOV 2
HUDAYBERDİ HALLI 3
Osman Çeviksoy 4
KEMAL BOZOK 5
İdris Özler 6
UFUK TUZMAN 7
“Sende adamlık olmadıktan sonra hançerlerin ne faydası var?
Yürek olmadıktan sonra bunda ne fayda var ki?
Tutalım Ali’den Zülfikar’ı miras aldın.
Tanrı aslanındaki kol sende varsa göster.
Kazanmak bir şeyler elde etmek için diyelim ki bir gemi yaptın,
Nûh gibi bir gemi kaptanı hani?”
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Aydemir öğretmen, Balkanlar’da her mevsim bir Türk yörüğünde konaklayıp yörük çocuklarına gönüllü olarak ders anlatıyordu. Arka arkaya “Türkoloji” ve “Türk Dili ve Edebiyatı” bölümlerini ilk sınavlarda kazanıp hiç ara vermeden bitiren Aydemir, eğitimini bitirir bitirmez atmıştı kendini Balkanlar’ın eteğine, kendini yörük çocuklarının eğitimine adamıştı. Karşılıksız yapıyordu görevini ama gittiği hiçbir yerde aç ve açıkta kalmıyordu hiç. Taze yoğurtlar, sütler, çeşit çeşit peynirler, süt beyazı tereyağları, yumurtalar, sıcak ekmekler; deri yelekler, örgü çoraplar, keçe başlıklar, yün döşekler…
Köyün anneleri, babaları, neneleri, dedeleri; ne yapacağını, bu kutsal görevi kendine iş tutmuş genç öğretmeni başlarının üstünde nasıl taşıyacaklarını bilemiyorlardı bir türlü ve ne yapsalar ne etseler az geliyordu sanki. Bilgiye aç çocukları ise o kadar akıllıydılar ki anlatılan her şeyi süngerin suyu aldığı gibi alıyorlardı fakat gerektiği kadar kalem yok, kitap yok, defter yok hep eksik kalmıştı eğitimleri.
Ah ah yörük çocukları! Al yanaklı, güneş saçlı, alaca gözlü, rüzgâr kokulu, dere çoşkulu çocuklarımız…
En çok tarih anlatıyordu Aydemir, Türk Tarihi sonra Türkçe, edebiyat, coğrafya, matematik, fizik, kimya, biyoloji… Bütün bu derslerin ana hatlarını çok iyi biliyordu ve bildiği tüm ana başlıkları kendi müfredatına yerleştirip mevsim bitene kadar, sonraki yörük için yol tutana değin sırasıyla anlatıyordu. Hiç değilse çocuklarda bir temel oluşturmak için, içlerinde bir kıvılcım bırakmak için çabalıyordu.
Sınıfta her yaştan çocuk olduğu için bazısı bazı konuyu hiç anlamıyordu ama nasılsa abileri, ablaları onlar büyüdüğü zaman onlara da anlatacak kadar iyi dinliyorlardı. Hele bir Eren vardı ki sınıfta… Zehir mi zehir… Aydemir’in anlattığı her şeyi yalayıp yutuyordu.
Mevsim kıştı ve yörükler kışlaklarındaydılar. Bu mevsimi burada, Kocacık’da, kışlakta geçirip, Nevruz ile beraber gelen yılın ilk günleri ise yaylalara göç edeceklerdi. Yörüğün yetişkinleri göç hazırlıklarını yapıyorken Aydemir öğretmen yörük çocuklarına Dede Korkut’tan başlayıp tüm Türk destanlarını, Türk hikâyelerini, Türk masallarını, Türk kahramanlarını, Türk mitolojik yaratıklarını, Türk bilginlerini, Türk komutanlarını, Türk gelenek ve göreneklerini anlatıyordu. Onlara Atatürk’ü anlatıyordu. Atatürk’ün bir toplumu nasıl kurtardığını, halkın ne mücadeleler verdiğini. Türk’ün canını verdiğini ama bir karış toprağını vermediğini anlatıyordu. Matematiğin, kimya, fizik ve biyolojinin hayatımızda nerelerde kullanıldığını ise anlata anlata bitiremiyordu.
Onlara, “Çok iyi dinleyin. Öyle iyi dinleyin ki kardeşlerinize, çocuklarınıza hatta çocuklarınızın çocuklarına da anlatasınız,” diyordu, “Bakın ben doğudan geldim buralara, amacım Türkler arasına birlik tohumunu ekebilmek. Belki bir gün, burada büyüyen bir birlik çiçeği de rüzgâra; doğuya uçursun diye tohum verecek… Anlıyorsunuz değil mi beni kardaşlıklar?” diye sorunca da hepsi birden coşkuyla başlarını “Evet” anlamında sallıyordu.
Eğlenceli ve neşe dolu insanlardı yörükler, geceden geceye de sürgün yollarında doğup, Özbek topraklarında büyüyen ve Anadolu topraklarında eğitimini tamamlayan Aydemir, kopuzunu çıkartıyor, Eren ise klarnetini kapıyor birbirlerine kulak kabartıp doğaçlama ritim tutarken, yörüğün gençleri ateşin etrafında dönerek dans ediyorlardı.
O gün Aybüke, Aydemir öğretmenden aldığı kitapları yine şaşırtıcı derecede çabucak bitirmiş, kapıda dikilmiş, yenilerini almak için dersin bitmesini bekliyordu. Aydemir öğretmen ile yaştaşdı Aybüke o sebep ders dinlemekten daha çok kendisine verilen kitapları büyük bir açlıkla okumayı tercih ediyordu. Dersi dinlemeye utanıyordu. Çünkü zaten al al olan yanakları, Aydemir öğretmen ona baktığı an daha da bir başka kızarıyordu. Anası babası ya da kardeşleri yoktu Aybüke’nin. Sağ olsun yörük halkı; bir gün göç yolu üstünde, kundak içinde ölüme terk edilmiş olarak buldukları Aybüke’ye, dört elle sahip çıkıyordu.
O gün Aydemir öğretmen Ahmet Yesevi’nin tahta kılıcının hikmetini anlatıyordu. Anlatılanlar ilgisini çekti Aybüke’nin ve hemen oracıktaki bir taşın üstüne çökerek dersi dinlemeye devam etti.
“Bir kılıcın tahta olması hiç önemli değildir öyle bir bileğin, öyle bir yüreğin eline geçer ki gün gelir ejderhaları devirir. Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet’inde "Tiğ-i bâtin birle nefsni yançtım muna" yani ‘Batın kılıcı ile nefsi parçaladım" diyerek de bunu anlatmak istemiştir. Nefs ki en büyük ejderhadır. Hacı Bektaşi Veli’nin veliliği ile başlayan kılıcı kuşanma ritüeli Sarı Saltuk, Abdal Musa, Kızıl Deli, Hacim Usta’nın da beline kuşanmıştır. Ayrıca kılıcın; Koçu Baba, Gül Baba, Garip Musa, Hasan Dede gibi pek çok yerel ismin de eline geçtiği söylenmektedir, bu velilerin her biri çok mühim işler başarmıştır. Kılıç Fatih Sultan Mehmet’e de manevi destek olarak sunulmuştur derler; Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethederken kılıcın manevi gücünden faydalandığı söylenir,” dedikten sonra Aybüke’ye baktı ve sınıfa:
“Bugünlük bu kadar haydi bakalım dağılma vakti,” dedi.
Sınıf ahalisi bu iki kırmızı yanaklı gence bilmiş gözler ile bakarak ve aralarında fısıldaşarak dağılırken Aydemir Aybüke’ye yaklaştı, karşısındaki daha küçük bir taş parçasının üzerine oturdu:
“Ne çabuk bitirdin daha beş gün önce vermiştim bu kitapları,” dedi.
“Farkında olmuyorum okurken zamanın,” diye karşılık verdi Aybüke göz göze gelmemek için yere bakarken.
Aydemir:
“Nasıl buldun?”
Aybüke dizlerinin üstünde ve en üstte duran Müfide Ferit’in kitabını göstererek:
“Öğretmen! Senin ismini anan buradan mı koymuş?”
“Evet.”
“Sen de isminin hakkını iyi veriyorsun yani.”
Gülümsediler. Aybüke:
“Peki hayat hikâyen nedir senin öğretmen?”
“Karışık… Üzücü… Dinlemek istediğine emin misin?”
Aybüke başını salladı. Aydemir:
“Türkçe veya Türkçe’den gelen yer isimlerinin değiştirildiği, camilere ibadet etmek için gitmek, çocukları sünnet ettirmek, kurban bayramında kurban kesmek, oruç tutmak, cenazelerin İslami hususlara uygun defnedilmesi gibi bütün islamî uygulamaların kaldırıldığı, Bulgaristan’ın tam anlamıyla kimliğini kaybetmek istemeyen Türkler için bir cezaevine dönüştüğü o zamanlarda… Kırcaali olayları ile beraber Bulgarların asimilasyon çabalarına Türkler karşı durunca, pek çok ölenler oluyor bizim taraftan. Annem ile babam mücadelenin en başındakilerden oldukları için her ikisini de Belene Ölüm Kamplarına kapatıyorlar. 1984. Burada çeşit çeşit işkenceler görüyorlar ve kamptaki çoğu Türk ölüyor, 1987 de bu kamplar dışardan gelen tepkiler ile kapatılıyor. Tepki önemlidir! 1988’de tam da annem bana hamile kalmışken tabii bu arada mücadeleleri de devam etmekte iken babamı bir uyduruk sebepten öldürmüşler mücadelesinden rahatsızlık duyan kişiler. Adı ‘Ayşe’ olan anam, adı ‘Natali’ olmasın diye mücadeleye devam ederken kendi gibi pek çoğu ile beraber zoraki sürgün ediliyor, ben de senden farksızım aslında; doğum yaparken sürgün yollarında ölüyor anam. Çok gürültülü bir sessizlik nem tuttu Aydemir’in gözlerinde. Aybüke:
“Sonra?” diye sorana değin kendine gelemedi.
Aydemir:
“Bir tane bile fotoğrafı yok biliyor musun annemin. Bir akrabam bile yok. Varsa da nerede bilmem… Sonra; bana geçici olarak sahip çıkanlar, beni Özbek bir aileye evlatlık vermişler. Hiçbir şeyim eksik değildi çok şükür. Tanrı çok büyük. Beni evlat edinen aile çok iyi baktı bana. Sahip çıktılar. Okuttular. Ev aldılar. Araba aldılar. Çok mutlu bir çocuk olarak büyüsem de hep bir tarafım noksan kaldı içimde. O sebep iki okulum da biter bitmez attım kendimi Balkanlar’ın eteğine. Balkanlardaki Türk kardeşlerime anlattıkça hafifliyorum. Bilgimi paylaştıkça noksanlığım kapanıyor sanki.”
Bu hüzünlü hikâye karşısında hayli düşüncelere dalan Aybüke, konuyu değiştirme gereği duydu ve tekrar kitaplardan bahsederek sordu:
“Kitaplarda… İdealleri için neden aşkından hep vazgeçti insan?”
“Kaya’dan ve Aydemir’den bahsediyorsun sanırım.”
“Evet. Yani neden ikisi de olmasın ki? Birlikten kuvvet doğar. Yalan olan ya da hep eksik olacak bir şeyi neden yaşamak zoruna kalsınlar ki?”
“Bir yolu bulunur mu diyorsun?”
“Tabii ki de. Mesela sen; böyle yalnız bir başına oradan oraya yetişmeye çalışırken, bilgilerini aktarırken neden yalnız olasın ki? Seninle aynı fikirleri paylaşan bir kişi de yanında olsa, hastalansan sana baksa, belki bitkilerden de anlıyordur, utacıdır, sonra; çamaşırını yıkasa, çorabını, kazağını örse, acıksan sana ekmek açsa, aş yapsa, çay demlese, ayran çalsa, ders zamanı çadırını hazırlasa, kitaplarını düzenlese, mesela sesi güzelse geceleri beraber yıldızları izlerken sana şarkılar söylese… Fena mı olur?”
“Hiç fena olmazdı doğrusu!” dedi Aydemir ve gülümsediler, her ikisinin de yanakları kızardı yine, kanlarını bir ateş bastı, kalpleri bir tavşan kalbi kadar hızlı atmaya başladı. Aydemir:
“Kitapta en çok hoşuna giden ne oldu?”
Aybüke hemen ezberlediği sayfayı açtı ve başına bir nokta koyduğu paragraftan okumaya başladı:
“Türk olan her yer memleketim, üzüntüde olan her insan sevgilim, ailem.”
“Sayfa 121,” diye tamamladı Aydemir alıntıyı ve sordu:
“Peki ne yapmalıyım?”
“Yalnız gitmemelisin sonraki yörüğe. Seninle aynı kafadan bir insanı da götürmelisin yanında ki sana yoldaş olsun, evdeş olsun, hayattaş olsun bıraksın yüreciğini avuçlarının içine. Yüzbaşı Pars ile Almıla gibi.”
“Sen… Sen gelir misin benimle?”
Büyülü, ışıl ışıl, kırmızı bir elma kadar kızardığının farkına varamayan Aybüke hızla kalktı oturduğu taşın üzerinden. Dili tutulmuştu. O dilbaz kız nereye kaybolmuştu? Bir iki saniye sadece baktı Aydemir’in gözlerine ve ciddi olduğundan emin olduktan sonra hızla koşarak oradan uzaklaştı. Aydemir ardından bakakaldı:
“Şimdi bu evet mi yoksa hayır mı demek?” diye düşünerek.
Çalıların ardında onları izleyen çocukların kıkırdama sesleri geldi ve birden kendilerini tutamayarak kahkahalar içinde oradan koşarak uzaklaştılar.
Bütün varlıklar için; uyanış, diriliş ve yaradılış günü olarak kabul edilen Nevruz Günü gelmişti. Allı, morlu, çiçekli bayramlıklar giyildi, her bireyin nöbetleşerek karıştırdığı kazanlar kaynadı, yemekler pişti ve hep beraberce yendi. Danslar edilip ateşin üzerinden atlanarak tüm yılın uğursuzluğu defedildi. Yarışlar yapıldı, küsler barıştı, herkes birbiri ile helalleşti… Ölenler anıldı… Tütsüler yakıldı… Şarkılar söylendi… Dilekler tutuldu. Yeni yıl sevinç, neşe ve büyük umutlar ile karşılandı.
Aydemir öğretmenin ayrılık vakti de gelmişti böylece. Kimbilir bir daha bu yörüğe ne zaman yolu düşecekti? Öyle çok gitmesi gereken, bilgilerini aktarması gereken yörük çocuğu, Türk çocuğu vardı ki, ömrü yettiğince yerine getirecekti görevini. Tek dileği bu aktarımı mümkün olduğunca çok çocuğa ulaştırmak, mümkün olduğunca çok çocuğun kalbine o kıvılcımı bırakmak için kendisine uzun ve sıhhatli ömürler vermesi idi Rab’binin. Artık veda konuşmasını yapmalıydı ve yeni aktarımlarda bulunmak üzere yürümeye devam etmeliydi. “Ben bu mevsim burada, sonraki mevsim başka yörükte görevine devam edecek olan, Türk’ü Türk’e unutturmamaya çalışan kara budundan bir erim sadece,” diye başladı konuşmasına. Tüm çocuklar hüzünlüydü. Sanki birine dokunsa bir şimşek misali; biri ağlamaya başlayacak ve bu hepsine sirayet edecekti de hepsi birden ağlamaya başlayacaktı bardaktan boşalmışcasına.
Sesi titrese de metanetle konuşmaya devam etti:
“Sizin de göreviniz bu olacak; yaşadıkça, nefes aldıkça, aktaracaksınız bilgilerinizi yeni nesillere ve onlar da kendilerinden sonraki nesillere… Ata yurdundan sürgün edilenleri unutma. Türk’ü azaltmak için yapılan katliamları unutma. Kimse Türk’ü tarih sayfalarından silemeyecek. Hafızalardan çıkartamayacak… Türk’ü mankurtlaştıramayacaklar. İzin vermeyeceksiniz buna. Büyüklerinizin elini, değerlinizin alnını öpmeye, küçüklerinizin başını okşamaya devam edeceksiniz; aşınızı, suyunuzu, bilginizi, çarenizi paylaşmaya devam edeceksiniz; her yeni yıla Nevruz ile girmeye, çok çalışıp hep işlemeye devam edeceksiniz. Hz. Muhammed’in sünneti olan; dürüst olmayı, hoşgörülü olmayı, sabırlı ve merhametli olmayı elden bırakmamaya ve Türk harsından ödün vermemeye devam edeceksiniz.”
Aydemir öğretmen omzundaki çantasından her öğrencisi için bir tahta kalem çıkarttı ve her birine hediye etti. Onlara bu kalemin hikmetini anlatan birkaç cümleyi daha söyledikten sonra sadece birkaç çuvalı dolduran kap kacağını, öte berisini aldı, kendisine verdikleri bir eşeğe yükledi ve yola koyuldu ayrılıktan dolayı hayli üzgün, yeni öğrencilere kavuşacağı için ise hayli heyecanlı idi. Yavaş yavaş başka yörüğe doğru uzaklaşırken kulağı ve kalbi ardındaydı Aydemir’in. Birden beklediği şey oldu ve Aybüke nefes nefese yanına koştu, sırtında bir bohçalık eşyası ile Aydemir’in elini tuttu. Aydemir rahat bir nefes verdi, elindeki sıcacık yüreği sıkıca kavradı ve bir daha birbirlerinin yüreğini hiç yalnız bırakmadılar.
“Bilin ki; şu elinizdeki TAHTA KALEM; tahta kılıcıdır Hoca Ahmet Yesevi’nin. Bu bir mürşitlik alametidir. Doğru yolu gösterecek olan birer klavuzsunuz artık hepiniz.
Savaşlar her zaman topla tüfekle olmaz; kalemle, sanatla ve spor ile de olur ama en çok yürek ile olur.
Tüm çabanız ve sizden sonraki bu tahta kalemlere sahip olacakların çabaları; Türk harsını unutturmamak, atalarımızı unutmamak olacak.
Bütün gayemiz ev hedefimiz:
Hiç kimse Aybüke’leri İvanka, Eren’leri Nikola yapamasın diyedir biliniz.”