Tarihe Kazınan Mertlik: Kazak Bozkırlarının Savaş Ahlakı


 01 Şubat 2021



Azerbaycan ve Ermenistan Çatışmasını Eski Dönemlerde Kazak Bozkırlarında Yaşanan Olaylarla Kıyaslayınca

Hiç Defnedilmemiş Naaş

Ekmeğimizi medya (basın yayın) sektöründen kazandığımız için çeşitli ülkelerin kanallarının, web sitelerinin neyi nasıl sunmakta olduğuna dikkat ederiz. Yani, karşılaştırmak, değerlendirmek için. Mesela, Rus medyasının bu konuda sundukları, diğer ülke medyalarının sunduklarıyla pek uyuşmaz. Tabii, gerçekleri tespit etmek kolay değil. Aral ve Zaysan gölleri bölgesinde yaşayanların dilinde dolaşan bir deyimde dendiği gibi “Balıkçı olmak istersen, balık ağının gözeneklerini yamamayı öğren”.

“Gözenek yamamak” derken, biz de kısa, önemsiz gibi gözüken bilgiyi, haberi bile gözden kaçırmak istemeyiz. Fransa’nın RFI haber sitesi, Azerbaycan’ın Karabağ’ındaki Kelbecer bölgesindeki Ermenilerin panik içindeki hareketlerini haber olarak sundu. Gazeteci, söz konusu bölge Azerbaycan tarafına geçmeden bir gün öncesi buraya gitmiş. 

Müthiş ve taraflı bir röportaj. Burada röportajı bütün hatlarıyla aynen tekrarlayarak sunmak, anlatmak, aslında bir tercümeden farksız olurdu. Biz, röportajı okurken, bir yandan orada anlatılan olaylardan bazılarını geçmişimizle, halkımızın eski dönemlerde yaşadığı olaylarla kıyaslıyorduk. 

Gazeteci Kelbecer’e giden yolun durumundan, kiliseyi son kez ziyaret edip orada selfi çeken halktan bahseder ve röportajının orta kısmında Levon adında bir Ermeni ile konuşur. Levon oğlunun mezarını kazıp, naaşı çıkardığını söyler. 

– İşte, burada arabamda tabut, tabutta da oğlumun naaşı. O, bir kaç yıl önce vefat etmişti. Burada defnetmiştim, ama şimdi onun naaşını burada bırakamam. Erivan’a götürüp, yarın orada yeniden defneceğim, der Levon. 

Bunu dinlerken aklımda ilk kıyaslama belirdi. Gözümün önünde bir olay canlandı. O dönemler ağaç dalını at olarak kullanıp oynayan çocuklardık. Küçük çocuk dünyayı tanımaya önce kendi köyünün etrafından başlar. Köy yakınlarında eski mezarlar vardı. Kara taşlardan örülmüş. Bütün Tarbagatay bölgesinin kuzeyindeki tepelerde her şeyden önce bu mezarlıklar göze çarpardı. Bölgemizin eski dönemlerden beri insanlara yurt olan bir yer olduğu bunlardan anlaşılırdı. 

Doğmak varken, ölmek de var. Öleni de gömmek var. İnsan öylesine rastgele defnedilmez, sonra üzerinde bir işaret bırakmak, taş dikmek veya duvar örmek makbuldür. Göçebe halkın yazılmamış yasasıdır bu! Rahmetli ne kadar itibarlı, ünlü biriyse, mezarı da o kadar büyük ve gösterişli yapılır. 

Bitkilerin bol yetiştiği bozkırda açık denizde yüzen bir gemi misali uzaktan siyah gölge gibi gözüken mezarlardan bir kısmı Cungarlarındır (Kalmuklarındır). Sivri kenar köşelerine büyük beyaz taşlar konulmuş. Hem duvar örme tarzı da farklı. 

Evet, Kazaklar ata yurtlarını işgalden kurtararak geri aldığında çekilmek zorunda kalan Kalmukların iki üç kuşağı burada dünyaya gelip bir kaç kuşak atası burada defnedilmişti. Ama Kalmuklar, daha sonra ata yurdunu özgürlüğüne kavuşturmak uğruna mızrağını eline alıp kılıcını kuşanan Kabanbay Batur’un komutasındaki kalabalık Kazak ordusuna karşı koyamayarak çekilmek, bu toprakları bırakıp gitmek zorunda kalmıştı. Çoluk çocuğunu, evini, mal mülkünü alarak güneydoğuya doğru göçmüşler. Ama burada defnedilen yakınlarından hiçbirinin mezarını kazıp naaşını götürmemişler.

Böylece Tarbagatay’ın her köşesinde eski Kalmuk mezarları kaldı. Hayattayken bahadır mıydı, zengin bir  bey miydi, yönetici miydi yoksa sıradan bir hizmetçi miydi, orası bilinmez. Kimin defnedildiği belli değil. Üç yüz yıldır o mezarlardan hiç birinin kenarı bile tahrip edilmedi. Tabi, rüzgâr ve yağmurun yol açtığı tahribat dışında, insan eliyle kasıtlı olarak yapılan bir tahrip izine rastlanmaz. Düşmanın mezarını kazıp naaşına aşağılayıcı saldırıda bulunmak, halkımızın karekterine, bakış açısına aykırı bir davranıştır. 

Azerbaycanlılar da Kazaklar gibi Türk boyundan, Müslüman bir halk. Onların defnedilen naaşı mezardan çıkarıp herhangi bir aşağılayıcı saldırıda bulunacağını düşünmek bile günah olur, sanırım. Atayurdunu işgalden kurtarmakta olanlar, böyle bir davranışta bulunamaz diye düşünmekteyim. Hele küreselleşen haber alma ve iletişim sisteminin koca samanlıkta küçük iğneyi bile bulabildiği bir dönemde, altın sandıkta saklasan dahi gizli bilginin anında beş kıtaya hızlı yayıldığı bir dönemde.   

Öyleyse, Ermeniler Kelbecer topraklarını sahiplerine geri teslim ederken yirmi yıl boyunca defnedilen insanlarının naaşlarını neden götürmekte diye düşündük. Bizim topraklarda eski düşmanlarımızın mezarları da duruyor ve burada da kalabilirdi. Geri çekilip göçen Kamuklar ile Ermenileri kıyaslamamıza sebep olan ilk konu buydu.

 

Kaçandan Kalan Baspan 

Fransız haber sitesinde Kelbecer’de askeri çatışmaların yaşanmadığı belirtilmiş. Üç taraflı anlaşma gereği, gönüllü olarak boşaltılması gereken bölge. Buradaki evlerden birçoğu otuz yıl önceki savaşta tahrip olmuş. O dönemden beri sadece dört duvarı durmakta. Gazeteci, o dönemler, Azerbaycan ve Kürt kökenli sakinlerin kutlu mekânlarını bırakıp karla kaplı geçit üzerinden yaya kaçmak zorunda kaldığını belirtir. 

Şimdi ise, Ermeniler öyle değil. Mal mülkünü tek iğne bile bırakmadan toplayıp arabalarına yüklemiş. Sadece köpeklerini bırakmakta. “Onlar kendilerine yeni sahip bulur” diyorlar gazeteciye. Keşke, bu röportajı biz yapsaydık, bu kısmına “Köpek yedi hazineden biri, yani sahibine uğur ve talih getiren hayvandır. Dolayısıyla bırakılmaması gerekirdi” diye eklerdik. Sanırım, Fransızlarda öyle bir sözcük ya da atasözü yoktur. 

1990’ların başında Birinci Karabağ Savaşına kadar ilçenin nüfusu 50.000 imiş. Bunlardan yüzde 97’si Azerbaycan Türkleri. Bu, Sovyet döneminde yapılan son nüfus sayımının verileri. Ermeniler buraya yerleşeli sadece 20 yılı aşkın bir süre geçmiş. Onlar savaş döneminde kendileri tarafından harap edilen Azerbaycanlıların evlerini onarmayıp yeni konutlar inşa etmiş. 

Fransız gazeteci bu bilgileri verdikten sonra kilise yanında Vazgen adında bir inşaatçı ile konuşur. Onun evi yakın dönemlerde inşa edilmiş. Gazetecinin: “Evini ne yapacaksın?” sorusuna: “Yarın ateşe verir ve çekip giderim. Artık burada kimse kalmaz” der Vazgen.

Bunları okuduğumda yine uzaktaki köyümü, onun üç yüz yıl önceki eski geçmişini düşündüm. Bölgemizdeki bir yer ismi de Baspan (bir daha ayak basmam) idi. Baspan! Bu, tarihî bir isimdir. Tarihî bakımdan en az Kamukkırılgan kadar önemli bir yerdir. Yalnız pek tanınmamış, tanıtılmamış. Kabanbay Batur komutasındaki kalabalık Kazak askerleri Tarbagatay’ın kuzey kısmını işgalden kurtarırken çekilmekte olan Kamuklar “Bu topraklara bir daha ayak basmam” diye ağlamış diyorlar.  Baspan ismi buna bağlı olarak verilmiş. 

İster Baspan olsun, ister başka bir yer olsun, bu bölge, doğasıyla da dillere destan. Bir kaç kola ayrılarak akan Boğas, akıntılı Bazar ve ona dökülen balığı bol Taldıbazar nehirleri. Vadilerde şırıl şırıl akan dere ve pınarlar. Sulak yerde tabii, ağaç ve yeşillik de bol yetişir. Her taraf ağaçlıktır. Hayvan sürüleri için dulda, rüzgar ve soğukların etkisinden uzak, kuytu bir yer. Koyun ve at sürüleri kar altında kalan gür otu yiyerek kıştan çıkabilir. Göçebe yaşam süren bir halk için bundan daha elverişli, uygun bir yer bulmak zor. Kalmukların da burayı terk etmek istemeyip direnmesinin sebebi budur. Kazaklar gibi göçebe bir toplum olan Kalmuklar, büyük Asya kıtasında Kazaklarla uyum içinde yaşayamadılar, anlaşamadılar. Birinin gitmesi, diğerinin kalması gerekti. Böylece Cungar Hanlığı tarih sahnesinden silindi. Sadece “bu topraklara bir daha ayak basmam” diye ağlayıp üzülmesinden dolayı “Baspan” yer adı meydana geldi, Kazak topraklarında ve halkın hafızasında ebediyen yer edindi. 

Röportaja sebep olan Kelbecer, herhalde, Ermeniler için artık “Baspan” adıyla anılacak. Tabi ki, kendi dillerindeki şekliyle. Bu, bizim kıyaslama yaptığımız ikinci konuydu. 

 

Eşi Görülmemiş Mertlik

Fransız gazetecinin röportajındaki Vazgen, bundan sonra konuşmasında şöyle devam etmiş: “Yirmi yıl boyunca insanlar burada ev yaptı. Yaşadı”. 

Karabağ’ın asıl sınırları dışında yer alan Kelbecer gibi kadim Azerbaycan yurdunda Ermenilerin ev yapmaya başlayalı sadece 20 yıl olduğunu Vazgen kendisi ifade etmekte. Ermeniler Karabağ topraklarına ayak basalı henüz iki yüzyıl geçmedi. Bölge tarihini, bu konuları 1991’de arabuluculuk yapan heyete gazeteci sıfatıyla eşlik ettiğimiz iş gezisinde detaylı olarak öğrenmiştik.

Söz konusu iş gezisinde Azerbaycanlı bilim insanları, bölgeye Ermenileri yerleştirme işlemlerinin Rusya’nın etkisiyle gerçekleştiğini birkaç kez belirtmişti. 19. yüzyılın başlarında İran Şahı ve Rus Çarı üst üste savaştı. Kafkasya’yı paylaşamadılar. Her savaş, barış anlaşmasıyla sonuçlandı. 

Önce Gülistan, ondan sonra 22 Şubat 1828’deki Türkmençay Antlaşmaları gereği, İran’ın halen Azerbaycan adıyla anılan bölgesinde yaşayan Ermeniler Rusya’nın işgal ettiği Karabağ, Nahçıvan, Erivan Hanlıklarına göç ettirilmiş. Bu işleri organize etme görevi Rus Ordusu mensubu albay Lazarev’e verilmiş. Lazarev, İran’dan Rusya’ya taşınmak isteyenlere yardım olarak para dağıtmış. 

O sıralar Rusya’nın İran Şahı Sarayındaki elçisi, Rus yazar Aleksandr Griboyedov mensubu olduğu Dışişleri Bakanlığına bir mektup göndermiş. Mektubunda Ermeni piskopos Nerses’in sözlerine atıfta bulunarak “8 bin Ermeni aile, Araks (Aras) nehrini geçerek bizim eyaletlere yerleşmiş” diye yazmış. 

Söz konusu göçle ilgili daha ilginç bir bilgi mevcuttur. Kendilerinin taşınması için Çarlık Rusya’nın hazinesinden ödenek alan Ermeniler, İran topraklarında bırakacakları evleri ve dükkanlarını da satmayı başarmışlar. Dama oyunu oynayan Kazakların deyimiyle “İki defa yiyerek, dansa kalkmışlar”, ifadesi yerindeyse, bir taşla iki kuş vurmuşlar. İran Şahı bu durumdan haberdar olup şahın Ermenilerden herhangi bir mülk satın alınmamasına, alınsa dahi çok ucuza alınmasına dair fermanı ulaşıncaya kadar atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Kazakların deyimiyle “Pazarlık sakalını sıvazlayıncaya kadar sürer”, yani iş işten geçmiş. 

Bundan sonra Rus–Türk savaşları sonrası yapılan antlaşmalar gereği Ermeniler, artık Türkiye’ye tabi olan bölgelerden yukarıda adı geçen üç eyalete yerleştirilmiş. Burada yaşayan Müslüman ahali aksine Türk Sultanına tabi olmak üzere Boğazların yolunu tutmuş. 

İşte, şimdiki Karabağ ve etrafındaki bölgelerin son dönemlerdeki tarihi bu şekilde gelişmiş. Demografik durumu Ermenilerin kendileri değil, Türkiye ve İran’ı uzlaştırma yoluyla Rus İmparatorluğu değiştirmiş. 

Şimdi de, deminki röportaja dönelim. İnşaatçı Vazgen: “Ben buralara iç bölgelerden taşınalı sadece iki yıl geçti. Ama eşim burada doğum yaptı” diyor. 

Bu sözler bizi, yine Tarbagatay eteklerindeki köyümüzün etrafında üç yüz yıl öncesi yaşanan olaylara götürdü. Köyümüzün doğu tarafındaki yüksek dağ tepesine Dolankara derler. Eskiden atalarımız Babay, Adambay Biy’in (Kadı’nın) yurdu bu dağın eteklerindeymiş. Bir tarafında ise, mezarları duruyor. 

Bu dağ etekleri, otlayan hayvanlar için çok elverişli bir yer. Vadilerinde ot gür ve bol yetişir. Kar çok az yağar. Kışın karlı tipi şöyle dursun, hafif rüzgar bile esmez. Etrafı kalın ağaçlık. Hayvancılıkla uğraşan bir toplum için daha ne lazım ki?! Akar su da, otlaklar da bol. 

Bu dağ ismini, bir Kalmuk bahadırından almış. Onun dedesi, babası ve kendisi buralarda bir asır kadar yaşamış. Sonra ata yurtlarını geri almak üzere Kazak askerleri gelmiş, diye anlatırdı bizim yaşlılar. Dolan’ın köyüne yaklaşınca “Savaşacak mı, yoksa çekilip gidecek mi, cevabını bildirsin!” demişler. Ne güzel bir mertlik desenize! Çoluk çocuğunu ağlatarak hemen saldırabilir, yağmalayabilirdi. Hani, Karabağ bölgesi dışında Gence ve diğer kentlere haince füze saldırısı düzenleyenler gibi. 

Yoo, o dönemin savaş edebi de, töresi de farklıdır. Böyle önceden haber gönderir, anlaşamazlarsa ancak o zaman kılıç çekerlerdi. Dolan’ın cevabı şu olmuş: “Eşim yeni doğum yaptı. Bebek kırk gününü dolduruncaya kadar beklesinler”. Demek ki, bebek kırk gününü dolduruncaya kadar başka bir yere göçmemek, kırk günü beklemek gibi gelenek göçebe yaşam süren her iki halk için de ortak imiş.   

Her iki taraf da sözünü tutmuş. Tam kırk gün sonra Kazak bahadırları Dolan’ın köyüne gelmişler. Ortalıkta sadece bir çadır durmakta. Etrafta kimse kalmamış. Dolan Bahadır söz konusu çadırda kendisinin genç kızını bırakıp gitmiş. Bizim sülaleden bazı akrabalarımız işbu Kalmuk kızdan doğan nesildir. Buyurun, size böyle bir savaş! Savaşta bile değişmeyen mertlik, yiğitlik!

Şimdi de, bunu “Buralara iki yıl önce gelmiştim, eşim yeni doğum yaptı” diye kendi yaptığı evi ateşe vermekte olan Vazgen ile bir kıyaslayın, bakalım. Dolan mı mert, yoksa Vazgen mi? Terazi üzerinde hangisinin ağır basacağını ölçerek değerlendirmeyi size bırakalım. 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 170. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 170. Sayı