Tarla Kuşunun Yuvası


 01 Şubat 2021



Adamkul Finlandiya’dan dönüyordu. Helsinki havaalanında Adamkul kendisine on gündür eşlik eden iyi kalpli yazar Elia’nın gitmesini rica etti fakat hava durumundan dolayı uçak Moskova’ya uçamıyordu. 

Sonra Adamkul havaalanının bir köşesine geçerek camdan gelen giden uçakları seyretti. Seyre daldığında bu yerde geçirdiği günleri gözünün önünden geçti: tarla ve dağları gezerek deniz kenarında yüzlerce kilometre yol yürüdü, iyi kalpli insanlarla konuşarak fikir alışverişi yaptı, misafir olarak türlü türlü lezzetler tattı ve şimdi bunların hepsi doğu ülkesinde sadece bir hatıra olarak kalacaktı.

Bütün gördüklerinin hepsi nasıl aklında kalsın, onların içinden duygularıma dokunanlar yeni eşya gibi gözümde canlanır,- diyerek dergiye bakarken kendi kendine düşündü. Bu yüzden sıcacık yerinden kalkıp bir yerlere gitmeyi istersin. Fakat düşüncelerinde neler gizli neler açık kim bilir. Eğer hatıranda kalırsa deniz, martılar, dalga çarpan büyük kayalar, iyi kalpli Elial ve gözleri dolu kaygılı annesi kalır. Yaşlı kadın Tamper şehrinin kenarındaki ormanın içindeki köyde doğmuş ve hâlâ da orda yaşıyormuş. Kocası savaşta vefat ettikten sonra gülmeyi unutmuş diyorlar. 

Bir asır yaşamış kaplumbağanın kabuğu gibi pürüzlü çınarın gölgesinde akşamleyin oturduğumuzda Elial’in söyledikleri Adamkul’un yarasına tuz basmış gibi acıtarak tüm vücudunu ürpertmişti. 

  • Bu güzel dünyada, demişti Elial o zaman, ananın gülüşü sönmüşse ondan daha kötü hiçbir şey yoktur ki...

Elial Adamkul’a annesini anlatmasını istemişti. Bir gecede anne hakkındaki düşünceleri söyleyip bitirmek ne mümkün...

...Anne bu sonsuza dek bitmeyen destan değil mi? Annesini hatırlayan Adamkul’un içi ısındı, ılık dalga arasında dalgalandı. Sürekli ses çıkaran uçakların sesi duyulmadan havaalanın içi sessiz gibiydi, Adamkul’un göz önüne erkenden saçlarına ak düşen annesi canlandı. Evlatsız geçen geceleri uykusu bozulan zavallı anne, yola bakarak oğlunun gölgesine hasret kalmıştır. 

Şimdiki zamanda yolculuk yapmak eskisi gibi zor değil, yurtdışına gitmek demek görülen dağı aşmak gibi, fakat bu uzak yolculuk Adamkul’un işi ile ilgili olduğunu çok kez söylese de annesi hiç inanmamıştı. Bir yere gitmeden önce köye gelip annenin duasını alarak git diye hatırlatırdı.

Annenin bu hayır duası belli olsa da, Adamkul bir yere gitmeden önce annesiyle buluşmadan giderse, dönene kadar kalbi rahat etmez, kaynaktan doyasıya su içememiş çöl geçen gezer gibi tedirgin olurdu.

Belki de o şimdi büyük kazanda süt pişirmiş, torunu için küle patates gömmüş bir şeyler yaparak ocak başındadır.  Patatesi ateşten alıp, otlara koyup yanıklarını üfler, sonra dut yaprağına koyup torununun oyunu bitene kadar bekler. Beklerken bir bağlama beyaz bezden olan basma yazmasını yayarak oğluna fal bakıyordur.

Fakat onun Helsinki havaalanında böylece oturduğunu nerden bilsin. Sonra evdekilere bir kaç günden beri sol gözünün seğirdiğini söyleyip, oğlum sağ salim gelerek beni sevindirir diye söylüyordur.

“Yolcu evinden kırk adım uzaklaştıktan sonra artık misafir sayılır” dedikleri gibi annesi için oğlu da yolculuk yaptığı zaman misafire dönüşürdü. Belki eskiden böyledir. Yolculukta ne kadar iyi insanlara karşılaşırsan da, yabancının işi yabancıdır. Yabancı yerde evdeki huyunu gösterir misin? Eskiden misafirin işi başından aşkındı: bindiğin atını çok yol yürüterek zorlama, gece yolunu kaybetme, yolunun iyi gitmesini dile... öyleyse de eskilerin sözleri hala gücündeymiş,- diye söylendi Adamkul hava durumundan dolayı uçağın gecikip yattığını düşünerek,- belki şu an Moskova’da erken sonbaharın sis karışık yağmuru başlamıştır. Böyle yağmuru eskiden Adamkul üniversitede okurken severdi. Altay’da doğup büyüyen sınıf arkadaşı delikanlı Eston ile kiraladığı Mahalovka’daki tahta evin penceresinden yağmur günleri, bulanık sis arkasından görünüyordu. Topladıkları otlar, birbirine yakın kurulan, döşenen yoldan sanki topluca kaçmış gibi alçak küçük evleri, onların arkasında sanki büyük adımlarıyla geliyormuş gibi apartmanları izleyerek oturmaktan sıkılmazdı.

Güneş kuşluk vaktini geçmişti.

Yanındaki yolcuların yaşları biri küçük biri büyük, yüzleri bambaşka olsa da, nedense onları birbirine benzeten bir şey vardı. O bunların açıklığı, konuşma tarzı, sonra içten gülmeleri Elial gibi dikkatli dinlemeyi bilmeleri gibi benzerliklerdi. Bunların hepsi Elial’e benziyorlar. Sonra Adamkul iri kalıplı, iyi niyetli, çok konuşan ve düşünceli meslektaşını hatırladı. O şu an arabasıyla evine gitmiştir çoktan. Annesi yalnız yaşayan köydeki evinde, Elial doğduğunda babası oğluna adayarak kırmızı çam fidanını dikti. Sonra babası sevinerek eşi ve arkadaşlarına her çocuğum doğduğunda ağaç dikeceğim, gelecekte çiftliğim orman olur diye övünürdü. Ama o tek kırmızı ağaç yalnız büyüyerek/yetişerek yıllar boyunca Elial’nın fikrine ihtiyacı var gibi rüzgârda sallanıp durdu.

Eğer o kırmızı ağaç (ladin) olmasaydı belki de ben küçükken yalnızlığımı pek hissetmezdim. O her zaman hatıramda dedi Elial, o gün Adamkul ile gece konuşurken onu kesmeyi de düşündüm. Ama annemi kıramadım. Geçenlerde yine onun yanına iki ağaç diktim ikisi de küçük ladindi. O ikisini çocuklarıma bağışladım. Babamın isteğini yerine getireyim dedim.

Adamkul kendine geldiğinde bu dünyada ne kadar çok benzer kader, acı, savaşın getirdiği üzüntü var diye düşündü. Annesi hamileyken babası savaşa gitmiş. O babasını hiç tanımıyor, ölü ya da hayatta olduğunu bile tasavvur edemiyor, hatta fotoğrafı da yoktu.

Böylece oğlu babasını bilmeden, görmeden büyüdü, babası da oğlu olduğunu bilmeden öldü.

Bir defasında Adamkul küçükken annesine babasının kime benzediğini sordu, annesi oğlunu kucakladı sonra da annesinin gözyaşı Adamkul’un çenesine akmıştı.

Oğlu kaç defa aynanın önüne geçerek kendisini babasına hiç benzetemiyordu. O günden bu güne kadar Adamkul’un kalbindeki yara iyileşmedi.

Kader, zor bir çocukluk yazmış, sadece yaşına göre çocuk idi hayat onları çok erken yaşta büyüttü. Sefil annesi yalnızlıktan ve zor hayattan çocuklarını koruyarak büyüttü. Her zaman hem sözüyle hem de işiyle çocuğuna hem anne ve hem de baba oldu. Bahçeyi sulamak için eteğini beline bağlayıp, bacağı çamur olmasına rağmen suyu geçerek büyük taşları atarak su yolunu açardı. Adamkul ise küreğini alıp suyla yarışarak koşardı. Küçük görünen bahçeyi sulamak bazen hiç bitmiyordu ve Adamkul yorulduğunda yatağına uzanıyordu. Yazın sıcak günlerinde bahçeyi sulamaya akşam başlayıp gece bitiriyordu. O anlarda onların çiftliğinde her ağaç, her ağaç dalı, her ağaç yaprağı sihirli hissediliyor ve bu yeşil dünyayla derin nefes alıyor gibi izlenim bırakıyordu. 

Suyun bahçe arasında akışı ruhu sakinleştirip, suyun pürüzsüz yayılması örümcek ağı gibi parlıyordu. Bunun gibi gecelerde anne oğul otururdu. Anne dörde ayrılmış kâğıda tütün koyduktan sonra yakıyordu. O andaki alev uzun sürerdi. Böyle zamanlarda anne oğul sessizce birbirlerine olan duyguları hissederek otururlardı. 

Hasat zamanı bittiğinde işçi hakkı olarak her gün verilen buğdayı alarak annesi evin arkasındaki tepeye çıkarak buğdayı uçururdu. O zamanda Adamkul annesine yardım etmek için düdük çalarak rüzgâr seğirirdi. Rüzgâr dalga gibi gelip buğdayın çöplerini yusufçuğun kanatları gibi uçurup gidiyordu. Buğdayın kırmızı taneleri kalıyordu. Oğlunun bu hareketine annesi çok mutlu oluyordu. 

Kışa hazırlanmak için Adamkul annesiyle birlikte odun toplamaya da gidiyordu. Yılan gibi yollardan dağa tırmanıp dağın diğer tarafından iki top odun topladı. Adamkul annesinin arkasından yavaşça yürüyordu. Annesi her zaman önden yürürdü. Masaldaki canlılar gibi yürüyordu. Bu sadece bir günlük hayatın görünüşü olsa da Adamkul’un aklından bu olay çıkmadı. Her zamanki gibi ağacı kaldırıp geliyordu. Her zaman yaptığı gibi annesi kıl ipin ucunu elinden bırakmadan kaldırıp ağaca yaslanarak gözü dalıp gitti. Adamkul ise akdiken içinden yemek için böğürtlen toplayıp geliyordu. O sırada ayağının altından kuş “pır” ederek uçuverdi. Baktı Torgay (tarla kuşu) imiş. Sonra kuş bataklığın üstünde havada pır pır ederek Adamkul’un üstünde ötüşmeye başladı. Çocuk belki de yavruları için huzursuzlandı diye düşündü. Bu tarla kuşları yuvasını çoğunlukla çalılara, büyük dağların arasına kısacası uzak görünmeyen yerlere yapıyorlar. İnsanların gözünün önüne yuva yapmış, belki anne kuşa bir şey olursa yavruları insanlar korusun diye düşünmüştür. Kısacası böyle. İnsanlar kuşları iyiliğin işareti diye biliyor.

Adamkul yuvayı çok aramadı o bir top çalının dibindeydi. Tarla kuşu, yuvasını atın ayağının izine yapmış. Şiddetli yağmur yağdığında yer yumuşasa da atın izi kaybolmuyormuş. Bu iz tarla kuşuna uygun bir yuva olmuş. Yuvanın içine yumuşak ve kuru otları, kuşun kanatları gibi yumuşak, olacak şekilde döşemişti. Yuvanın içinde top biçimindeki taşlara benzeyen yumurtalar vardı. Hiç beklemediği bu yuvayı bulduğuna Adamkul çok memnun oldu. 

Yumurtaları yok yerden bulduğuna sevinen Adamkul yumurtaları annesine getirdi. Annesi geri götürüp yerine koy diyerek çocuğun sevincini kursağında bıraktı. Anne tarla kuşu hapse düşmüş gibi ötüyordu. Adamkul’un tepesinde dolaşıyordu. Zavallı tarla kuşu! Bir anda senin ata-babalarının koparılmış tüyleri güneşin yüzüne doğru havalanarak dağdaki keçinin üstüne gölge düşürdü. Orak-tırmıklar develerin hörgücünü kesip tuttuğu yeri koparıp gökyüzüne çıkarıyordu.

Adamkul annesine kızdı. Bir müddet sonra annesi oğluna şunları anlattı: Tarla kuşu denen kuş büyülü, insana güç kuvvet veren bir tür efsanevi otun nerede yetiştiğini biliyor. Şifalı otu canlılara zarar vermeden, onları koruyarak hastalara getirip veriyor. Tarla kuşunun yuvasını onun için bozma dedim annem. Çocuk odunları toplayarak ben nerden bileyim anne? Tüh ya! İnsana güç kuvvet veren bir tür efsanevi otun babama ulaşmayanına baksana! Şimdi ben o otu tarla kuşundan alayım. Ben onu anneme vereyim de genç görünsün, başka insanlara da vereceğim. Tarla kuşum senin böyle sihirli olduğunu nereden bileyim.

O gün çocuk evine hiç yorulmadan hızlıca geldi.

Rüyasında tarla kuşunun sihirli otu gagasına aldığı göründü. O günden başlayarak Adamkul dağa her gün gitti geldi. Oynamak ve eğlenmek, gün geçirmek için değil annesine yardım ederek odunları almak için gidiyor. Sonra her gün yoldan geçerken çalının dibindeki ayak izine yapılan tarla kuşunun yuvasına kesinlikle uğruyordu.

Günler gelip geçti yumurtalar çatladığında sarı gagalı yavrular aydınlık dünyaya geldiler. Günden güne yavaş yavaş yavruların kırmızı et gibi olan kanatları büyüyüp gelişiyordu. Adamkul kendince bu büyümeyi fark etti. Şimdi tarla kuşunun otu ne zaman alıp geleceğini tarla kuşunu korkutmadan sabırla bekledi. Ne de olsa beklemeye değerdi. Ama yavruların yakında kanatları büyüyecek ve yuvadan temelli gideceklerdi. Sonra dağın bir tarafında bulunan atın ayak izindeki o yuvayı çok geçmeden kuvvetli yağan yağmur yine yıkayacak ve kısa süre sonra yavrular da tarla kuşu da uçup gitmeyecek mi? Doğrusu böyle de oldu. Tarla kuşu ise o otu alıp gelmedi. Benzer sihirli otu Adamkul’a getirmemesi mümkün! O tarla kuşunun ödünü patlatmasıydı günahı. O günahı iyi düşünen Adamkul ne yaptıysa da tarla kuşu gelmeyince beklemeyi bıraktı. O günden başlayarak tarla kuşunun gök aydınlığına çıkıp ötmesi, onun kendi dünyasını anlatması, teşekkür ederek gitmesiydi. O yavru kuşları kendi yanında uçuruyor çünkü bu zamanda ikisinin ortasında olmak sihirli beklemenin sırrıydı. Bu nedenle tarla kuşunun yanındaki bu durum yavruların dünyasında ebediyen kalacaktır.

Canlıların hepsinin akla uygun şeyleri, onların bu dünyadaki birçok işi yavru canlılara ömür veriyor. Tarla kuşuna bağlanmasının sırrı bu kerametli bekleyişteydi. İşin doğrusu önceden sadece ota sahip olsam diyordu.

Yetişkinlere gidip akıl aldığında Adamkul, insanoğlunun düşünceleri yine tanıdık düşüncelerdi. Merhamet otu ise insanlığın unutulan ölümsüzlüğüydü. Bu düşüncelerden birinde; canlı şeylerin hepsini sevmemiz gerek diyor annesi, bu yine merhamet otu yetiştirmeyle olur. Bunun özü, çiftçi adamın kaderi veya hayatın danışmanlığıdır. Şimdilerde ise tabiatı, insanoğlu tabiatı nasıl korumak gerek diye düşünerek kafa yoruyor. Şimdi bu düşünceler hayat dersi olarak Adamkul’a anne sütü ile nenesinin nasihati gibi geldi. Çocukluk dünyaya tohum olarak serpilip sonra derin soluklu damar gibi yayılır. 

Ölümsüzlük meselesi insanoğlunun asıl meselesi. Yerin tekrardan ne zaman yuva olacağını önceden söylemek zor. On milyon veya milyon yıl sonra yeryüzündeki hayat bitip tükendiğinde; bu gezegende hayatın ölümsüzlüğe sinip kalmayacağı açıkça tahmin ediliyor. İnsanın yaratılışı da yaşamın kalıcılığı da tamamen yok olursa bunların sürekliliği sağlanmaz. Yeryüzündeki hayatın bitmesi demek çocuk için anne-babasının ölümü nasıl derin tükenmeyen sır ise bu da buna benzer düşüncedir. Ancak öyle olsa da yerin doğal zenginliği sonuna kadar devam ederek tükenmeyecek mi? Ondan sonra insanoğlunun soykırım yapmaması, onun ölümsüzlüğünün doğru düşüncesi değil mi? Yeryüzünün yaratılışından bu güne yaşı beş bin kattan daha fazla olsa da yeryüzünün ömrü milyon yıl kaldı... Beş bin kat demek kolay! Sonuç olarak insanın ölümsüzlüğünü doğru düşünmek gerek. Sebebi ise insanoğlunun bu zamana kadar yaşam diriliğinin işareti gözlenmemiştir. 

Yeryüzü için merhamet otu, öbür dünya için ise bilince ve düşünceye sahip tek insanoğludur. Eğer insanoğlu soykırıma uğrasa yeryüzünde ucu bucağı görünmeyen, anlamsız düzlükten başka ne kalır? Bilinç ve düşünce ile beyin kalıcı olarak çürüyerek yok oluyor. Eğer yeryüzünde duygu ve düşünce olmasa, akıl üstü insan olmasa, dünyanın, galaksinin ve parlayan yıldızların kime gereği var? İnsan aklı duygu ve düşünce ile yeryüzünü güzelleştirir. Benzer yere kozmostan baktığında tarla kuşunun yuvası da görünüyor. Her insanoğlu da tarla kuşuna benzer tarihten beri, asırlardır tek başına geçmiş ömür izlerinde kendi yuvasını yapıp gelmiyor mu?  Eğer insanoğlu bu tükenmez âlemde de hayat gelişimine yer bulsa, bu yerde kendi yuvasını kurabilse, bu kendi ölümsüzlüğünü korumak demektir. Sonra o âlemi, benzer ölümsüzlüğe dolaşır bunun için ise vakit az olsa da vakit gerek. 

İnsanoğlu şimdi bölünüyor, savaşa hazırlanmak değil bir olmak gerek. Savaş insanı yok eder veya insanoğlunu bin yıl geriye götürür. Mağaradaki günlerimize geri döneriz. Bu soykırım değil de ne onu nasıl ayıracağız sen buna inanıyor musun Elial! Evet, sende inanıyorsun buna! İkimiz bu konu hakkında sabaha kadar uyumadan konuştuk. Sen hala bana benzeyen babamdan ayrılmadın mı? Ancak ömrü mum ışığı gibi söndürmek kolay değil! Çünkü merhamet otu ruha savaş açsa da onun geçmiş zamandaki hayatı küle döner. Sonra o masaldaki sihirli Anka kuşuna denk gelmiyor, o güle benzeyerek dik duruyor. Hayattaki tüm oluşum destanları, tüm kutsal şeyler aynıdır. Sen onu iyi bilirsin Elial. Gerçekte biz tüm insanoğlunun milyar yıldan beri süregelenleri ve gelecekteki ebedîliği kaybetmesine izin verir miyiz Elia?

Evinin yanındaki köknar ormanı gerçekten sesini çıkarmadan kalır mı? Annesinin kalbindeki heyecanla doğacak olan çocuk babasını görmeyecek mi? Bunun hakkında senin ne düşündüğünü biliyorum Elial! Nasıl bir cevap vereceğini de biliyorum Elial. Senin düşüncene katılıyorum insanoğlu merhamet otunu kesinlikle bulur. 

...Evet, bu göz kamaştıran sonsuz dünyanın ucu bucağı görünmeyen soruları onun kendi aklı diyorlar ya,  tarla kuşunun yuvasını düşününce yayılıp gitti düşüncelerim ya! Adamkul’un bilinçaltında bu düşünceler tekrar tekrar dönüp durdu. 

İşte şimdi uçak gökyüzüne havalanıp ev tarafına doğru geldiğinde uçağa baktığımda üst üste toplanan beyaz bulutları nakış işlerken annesinin elindeki iğne gibi hafifçe bulutlar arasına gittikçe ilerliyordu. 

Adamkul yerine oturduktan sonra evini hayal etti, girişe gelir gelmez çocuklarını kucaklamayı ve üstüne atlamayı düşündü. Kalbi ısınarak içinden gülümsedi. Biraz önce bahsedilen küçük kızını düşündü. Kışın yine köyüne geldi. Üç yaşındaki torununa nenesi; Meerim bizi özledin mi kurban olduğum?  Dediğinde avucuna otu alarak; “seni özledim anne, ateşi de özledim dedi.”

Sonra çocuğun bal diline güldü. Adamkul kızının söylediğine gözü dalıp gitti, doğduğun yerin çadırındaki ateşe özlem zordur. 

Adamkul sonu bitmez düşünceler arasında gözaltından tekrardan telaşlanarak annesini bekleyen oğluna baktı. Dağ içindeki küçük köyün ve yuvanın üstünde havada kanat çırpıp telaşlanan tarla kuşunun gölgesi(hayali) göründü.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 170. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 170. Sayı