Tarlada Yalnız Bir Kadın


 01 Ocak 2020


Bir tütün tarlasında gördüm seni. Öyle. Yapayalnız. O yalnızlık beni bile sıktı. Asfalt yol, tarlanın hemen altından geçiyordu. Bu yoldan çok kez geçmeme karşın sanki seni ilk kez görüyormuşum gibime geldi. Özellikle sana bakma gereğini duydum o an. Seni bir öykü kahramanım olarak gördüm. Büyük bir tarla ve bu tarlanın içinde yapayalnız bir kadın… Yakın tarlalarda insanlar vardı ama onlarla konuşma ya da selâmlaşma olanağın yoktu. Aslında, bütün bunların seninle hiçbir ilgisi de olmayabilirdi. O an bana öyle geldi. Belki de senin yalnızlığında kendi yalnızlığımı bulmuş olabilirdim. Gerçek, bunun tersi de olabilirdi.
İlk izlenimim şu: Seni ilk kez görüyordum. Belki bir daha hiç görmeyebilirim. Ama o duruşun, asfalt yoldan geçen arabalara bakışın içime iş ledi. Daha doğrusu bunun böyle olmasını ben istedim. Yaşlı bir kadın olamazdın. Dal gibiydin o soluk feracenin içinde. O kısacık zaman süresi içinde belinin inceliğini bile sezmem, benim için ne denli önemli biri olduğunu göstermez mi?.. Sen istediğin kadar, hayır, öyle değil, ben genç bir kadın değilim, de. Ben seni öyle görmek istiyorum. Saçların… Onlar, düz siyah. Onları öyle terli, boynuna yapış yapış yapıştıklarını görür gibi oldum. Gözlerinin rengi balköpüğüydü bana göre. Öylesini yakıştırdım sana. Hatta senin gözlerini, yıllar önce bir fabrikada gördüğüm o Çerkez kızının gözlerine benzettim. İşçi bir kız. Onun o bakışlarını unutamıyorum. Sevmenin çok ötesinde bakıştı onunkiler. Belki de çekilmez bir yaşamın için de görüyordu kendini. Benim sevgi dolu bakışlarımda bir umut ışığı görmüş olabilirdi. Gençliğim, yakışıklılığım, hiçbir derdim, sorunum yok muş gibi görünüşüm… Keşke öyle olsaydım. Bilmiyorum, belki de öyleydim. Sorun şu: Biz insanlar birbirimizin yaşamlarına neden imreniriz bu denli. Belki de kendimizi bilip başkalarını bilmediğimizden.
Bir gemici karısı olabilirdin. Aklıma gelen ilk olasılık… İnsan yalnız kalınca, kendini yalnızlıkların içinde bulunca böyle bakar uzaklara. Bir daralma duyar çevresinde. Bu darlığı yırtmak için uzaklara, daha uzakla ra varmak ister. Ne ki, insanın gördükleri, ufkunun genişlemesi çoğu kez yüreğini daha da daraltır. Ben öyle oluyorum bazen. Şimdi, biraz önce buradan kırmızı bir araba geçti; görmüş sündür. Ağır ağır gidiyorlardı çünkü. Çevrelerine bakınarak. Kadında güneş gözlüğü vardı. Kolları, sırtı çıplaktı. Kolunu adamın boynuna dolamıştı. İnanır mısın, o görüntü birden içimi daralttı. Önce iyiydim. Ama o an mutsuzmuşum gibime geldi. İçimde oluşan kimi boşlukların ayrımına vardım o an. Bu, sende de öyle olmuştur belki. Yoksa sana haksızlık mı ediyorum. Hiç oralı olmamış da olabilirsin.
Öyle uzaklara bakıyordun. Her şeyleri görmek, bilmek istercesine… İçinden gelen bir istekti bu. Sana acı verdiğini, gönlünün derinliklerinde oluşan küçücük mutluluk çemberinin daralacağını bile bile böyle bir isteğe karşı koyamıyordun.

Tarlanın üst yanında büyük bir ağaç vardı. Ne ağacı olduğunu ayırt edemedim. Altında da bir at arabası. Bu at arabası sizin olacaktı. Bir kamyonetiniz vardı ama onu tek başına kulla nıp buralara kadar gelemezdin ki… Her ney se. Yolda giderken senin o gölgede geçirdiğin kimi anları düşündüm kendime göre. Haksızlık ettim mi, etmedim mi, bilemiyorum.
Yorulunca doğru o ağacın gölgesine gidiyor dun. Suyun oradaydı. Gidip oturuyordun ora ya. Başındaki bezi çıkarıp boynunu kuruluyor dun önce. Suyunu, biraz dinlendikten sonra içiyordun. Düşler kuruyordun durmadan. Kendi çalıştıklarını ev harçlığı olarak harcayacak, kocanın kazandıklarını da bankaya yatıracak tınız. Daha sonra güzel ve kazancı bol bir iş tutup bu sıkıntılardan kurtulacaktınız. Bunları düşününce, bir an için çektiğin bütün sıkıntıları, yalnızlıkları unutup gidiyordun. İşte böyle anlarda açıyordun kimi kez, yanına aldığın küçük el radyosunu. Kayınvaliden yanına radyo almanı pek hoş karşılamıyordu ama olsun. Açıyordun radyonun en hafif sesini. Güzel bir şarkı ya da türkü rastladı mı, sesi biraz daha açıyordun. Laf aramızda, ayrılıktan dem vuran şarkılar gözlerini yaşartıyordu hep. Durmadan gözlerini kuruluyordun.
Sanıyorum, seni gördüğümde vakit öğleye yaklaşıyordu. Öğle sıcağında tütün çapalanmaz; bilirim. Birazdan eve gidecektin talikayı koşup. Önce bir duş alacaktın yeni yaptırdığınız banyoda. Yorgun vücudunu bol köpüklü suyun içine bırakıyordun öyle. O an kocanı özlüyordun. Saçlarının uzunluğu, parlaklığı hoşuna gidiyordu. O güzel vücudunu hüzün karışımı bir hayranlıkla seyrediyordun. İnsan kimi kez hiç gereği yokken kendi kendine şarkı söyler. Senin banyodan çıkışında, havlu ile kurulanırken kendi kendine bir şarkı mırıldandı ğını düşünüyorum. Neşeli bir şarkı oluyor bu. Ya da ben sana öylesini yakıştırıyorum. Sonra, o açık mavi geceliğini giyip biraz da dinlen meyi hak etmiş olmanın verdiği bir rahatlıkla yatağına uzanıyordun. Bu geceliği kocanla birlikte aldığınız gün geliyordu aklına. Bütün ayrıntılarıyla. Gidip bir pastanede dondurma yiyişiniz. Sana en beğendiğin parfümü alışı. O tatlı sevişmeleriniz… Derken bir gerçek… Ah, Gülderen ah, işte yine yalnızsın. Belki daha güzel bir adın vardır. Bilmiyorum. Sana en

beğendiğin bir adla seslenmeyi isterdim. Yine gözlerin yaşlı, atıyordun kendini yatağa. Çok uzaklardan gelen bir kadın sesi… Öyle, hüzün dolu... Sen bu sesi duymak istemiyorsun ama o gelip seni buluyor işte: “… neyleyim yârsız döşeği…” kulaklarını kapatıyorsun iyice. Ha yır, ben böyle düşünmüyorum, diyorsun. Yanlış bu. Bana kötülük etmek istiyorlar.
Şu aklımızdan geçirdiklerimizin tümünü dışa vurmamız olası mı? İşte bu yüzden sevilmez kimi şarkılar. Kimilerinde bunun için ağlanır. Sanıyorum, bize kendimizi, gerçek kimlikleri mizi gösterdikleri için. Ben bile bu şarkıyı çoğu kez dinlerim de sevmem. Nedenini de tam ola rak bilemiyorum.
O gün arabamı sürerken aklımda hep sen vardın. Sesini işitir gibi oluyordum. Kimi kez oldukça öfkeli bir ses: Öf!.. Ne çekilmez bir ya şam bu. Her gün yalnız, tek başına tarlaya git, çalış, yorul, eve gel, yemek hazırla, otur, ye, iç… Yarın yine tarla… Yine aynı işler… Böyle mi sürüp gidecek bu…
Yoksa sana yine mi haksızlık ediyorum. Pek sanmıyorum. İşte yine içinin karardığını his sediyorsun. Bir şaşkınlığın dik ortasındasın. Güya bir sürü düşünce. Hepsi bir soruda birleşiyor: Ne yapsam. Ne yapsam da bu çıkmaz dan kurtulsam?.. Gidip televizyonu açıyorsun. Ne iyi oldu da aldık bu uydu antenini. Böyle düşünüyorsun. Bir sürü kanal. Kontrol (kuman da) elinde... Durmadan kanal değiştiriyorsun. Ben ne yapmak istiyorum? Böyle soruyorsun kendine. Ne yapmak istediğimi biliyor muyum? Kendi kendini böyle yanıtlıyorsun. Dur. Kendi kendine komut veriyorsun. Bir Türk filmi… Yakışıklı bir delikanlı, güzel bir kız. Berrak bir deniz ve bir kumsal… Kız koşuyor önde. Delikanlı kızı yakalıyor ve yere düşüyorlar. Birbi lerine yaklaşıyorlar… Dizi filimler, o deli dolu müzik programları, moda gösterileri, insanın hayal bile edemeyeceği güzel kadın vücutları, çıplak kadınlar, uygunsuz filimler… Bunalıp gidiyorsun. Bir düş mü yaşadıkların, gerçek mi; ayırt etmekte güçlük çekiyorsun. Bereket ki, o “mutlu son”la biten filimler yaşama bağlı yorlar seni. Elimde olsa, sana şaşırtıcı görüntü ve sağır edici gürültüleri izlemeni yasaklaya cağım. Yaşamı öyle kırık bir aynanın içinden izlemenin ne anlamı var? Ne olur, kafanı böyle şeylerle karıştırma.

Yaşamdan ne bekledim, ne buldum, diyorsun kendi kendine. Böyle düşünmen karamsarlığa çağrı anlamını taşır. Sonra, böyle düşünmen için daha çok erken. Bak, daha çocuğunuz bile yok. İnsanın, iyi bir yarın hazırlamak için böyle geçici sıkıntılara katlanması kadar doğal ne olabilir ki… Yeter ki, yarınını düşün, daha iyi, daha güzel bir yaşam kurmayı kendine he defolarak seç.
İşte bak, ne güzel, mutfağındasın. Bir yanda fokur fokur kaynayan tencere, bir yanda radyoda şarkılar. Pişirdiğin yemekten bir tabak da kayınvalidene götürüyorsun. Her ne olur sa olsun, onlar yaşlıdırlar, böyle şeylere sevinirler, diye düşünüyorsun. Dışarıda çocuklar. Gürültüleri insanı rahatsız ediyor gibi görünse de bütün bunlar bulunmaz birer değer insan için. Komşunun küçük kızı sesleniyor kapıdan. “Gülderen abla, annem seni kahve içmeğe ça ğırıyor. İşi yoksa gelsin de kahvelerimizi beraber içelim, diyor.” Bu çağrıdan hoşlanıyorsun. Bir sevinç tohumu düşüyor içine. Kahveleri içiyorsunuz. İnanmadığın halde arkadaşının baktığı kahve falı oldukça hoşuna gidiyor. O, sana yeni öğrendiği bir dantel örneği gösteriyor, sen de ona bir iğne oyası örneği çıkarı veriyorsun. Daha sonra kapının önüne çıkıyorsunuz diğer komşu kadınlarla birlikte. Karşıda asfalt yol. Vızır vızır arabalar. Serhan’ın sesi dolduruyor kulaklarını. “Güzel bir araba ala cağım gemilerden gelince. Akşamları birlikte gezeceğiz köyden uzak yerleri. Güzel güzel yerlerde yemek yiyeceğiz.” Gözlerinde belli belirsiz yaşlar. Hazla elem karışımı bir duygunun getirdiği yaşlar bunlar. Çocuklar oyunlarının yorgunluğu ve tadı içinde akşamın karanlığından habersiz.
Tam içeriye giriyorsun, telefon çalıyor. Ah, ne heyecan!.. Serhan’ın sesi. “Yarın akşam geliyorum. Gemimiz Atina’ya uğradı. İki günlük bir izin ama geliyorum. Altı ay sonra da hepten geliyorum artık…” içinde delicesine kıpırda yan sevinçler. Altı ay sonra yeni bir yaşamın başlangıcı. Öyle, ileriye, güzele dönük… Hele bir Serhan gelsin…
Pırıl pırıl bir gökyüzünün altında, tertemiz yağmur sularıyla yıkanmış yemyeşil çimenler üstünde görmek istiyorum seni. Kendine iyi bak Gülderen!..
 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 157. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 157. Sayı