Taş Yağmuru


 01 Kasım 2024


Önce korkunç bir ses duydu. Nereden geldiği belli olmayan bu ses diğer sesleri yutarak büyüyor, dalgalar halinde gökyüzüne yayılarak yankılanıyordu. Sesin ne taraftan geldiğini öğrenmek için başını yukarı kaldırdığında, aniden kafasına çarpan taşın darbesiyle adeta beyninde yıldırım çaktı ve bilincini kaybederek yüzükoyun, taş misali yere kapaklandı.

Epey zaman sonra kendine geldiğinde, taşlandığını zannedip elleriyle yerden güç alarak zorla ayağa kalkmak istese de buna fırsat bulamadan, az önce olduğu gibi şiddetle başına çarpan taşın bütün vücudunu sarsan katlanılmaz ağrısıyla birlikte dehşet verici bir telaşa kapıldı. 

Gökyüzünden taş yağmaktaydı. 

Bir yerlerden acı feryatlar yükseliyor; birileri dehşet içinde bağırıp nara atıyor, bir başkası yakınını kaybetmiş gibi içli bir sesle haykırıyor, taşlanan, ümitsiz bir ses ile Tanrı’ya yalvararak yardım diliyordu.

Sırtına çarpan taşların altından güçlükle sürünerek çardağın altına girdi. Taş yağmuru buraya kadar ulaşmadığından burası biraz daha tehlikesizdi. Aynı zamanda buradan gökyüzünü seyredebiliyordu. Elini yavaşça başında, yüzünde ve boynunda gezdirdi. Akan kanın taşları boyadığını fark edince epeyce yaralandığını anladı. 

Taş yağmuru altında, taşlanmış, dışlanmış hayatının mirası olan zulmetler içindeki hafızası birdenbire aydınlandı. Açtığı kapılar şiddetle yüzüne çarpılırken, arkasından atılan, acısı hâlâ sırtını sızlatan kara taşları hatırladı. Yılların gerisinde, ömür sarayından koparak omzuna yüklenmiş olan taşların baykuşlar öten harabeliği uzadıkça uzuyordu. Bir zaman gelip, kendisinin de taşa dönüşeceği korkusuyla ömrünün her anını, önüne çıkan herkese taş atarak, nefesi taş çatlatan taş kalpli insanların arasında çürütmüştü. Kalbine taş basarak, içinde biriken haddinden fazla tamahın taşı bile çatlattığını bildiğinden, taştan yumuşak ne bulduysa onunla yetinerek kaderine razı olmuştu. 

Maviliğini kaybederek bomboz taş rengine boyanan gökyüzüne düşen bulanık lekenin gölgesi altında zamanın durduğunu, yıllarca ömrünü tüketen, bir türlü vazgeçemediği arzularının yok olduğunu anlayınca içinin burkulduğunu hissetti. 

– Bu zulüm böyle kalamaz. Tanrı gökyüzünden taş yağdıracak...

Ta çocukluğundan beri, dünyada zulmün arşa yükseldiği zamanlarda, halk arasında söylenen Tanrı’nın gökten taş yağdıracağı konusundaki beddua ve lanetleri duymakla birlikte bu sözleri çok da önemsemezdi. Şimdi ise insanlar, açıkça Yaratıcının gazabına uğramışlardı. Yağmur şiddetlendikçe gökyüzünden dökülen taş parçaları da büyüyor, etrafa garip bir koku yayılıyordu. Daha önce duymadığı bu kesif kokuya bir türlü katlanıp alışamıyordu. Sanki dünyanın havası azalıyormuş gibi nefesi tıkanıyor, boğuluyordu. 

Gittikçe şiddetlenen taş yağmuruyla birlikte, bütün sesleri bastıran gök gürültüsünden kulaklar sağır olmaktaydı. Önceleri de gök gürültüsünü duyduğunda farkında olmayarak gizli bir telaşa kapılırdı. Fakat şimdi, taş yağmurunun getirdiği gürültü her zamankinden çok daha farklıydı. Semada öyle bir uğultu vardı ki sanki gök kubbe sökülüp yeryüzüne dökülecekti.

Gök gürültüleri arasından kulaklarına kurt ulumasına, köpek inlemesine, kuş çığırtısına benzer sesler geliyordu. Aklı erdiğinden beri dünyada böylesine bir ses duymadığından donup kalmıştı. 

Sığındığı çardağın üstü baştanbaşa gökten yağan taşlarla kaplanmıştı. Etrafında da irili ufaklı taş yığınları oluşmuştu. Böyle devam ederse, çardağın çatısı taşların ağırlığına dayanamayacaktı. Yağmur daha da şiddetlenmeden kendisine daha sağlam bir yer bulmalıydı. Şimdi ne yapmalı, nasıl kurtulmalıydı? Bu düşüncelerle içini bir korku kapladı. 

Artık kurtuluş yolu bulunmadığını, her şeyin bittiğini düşünüyor, son zamanlarda yaşananları zihninden geçirerek neden gökten taş yağdığının sırrını, sebebini anlamaya çalışıyordu.  Belki de kıyamet kopmuştu. Farkında olmadan zihninden geçen bu düşünceyi kovmaya çalıştı. 

Çardağın altından, gözlerinin önünde harabeliğe dönüşmekte olan avluyu, çevresindeki bahçeleri kalp ağrısıyla seyrediyordu. Bütün yeşillikler taşların altında kalmış, çayır çimen taş yığınına dönüşmüştü. Yağmur şiddetlendikçe taş parçaları havada birbirine çarparak dağılıyor, toz zerrecikleri etrafı kapladığından hiçbir şey görünmüyordu. Büyük bir taş, dehşetli bir gürültüyle yakınlarda bir yere düştü. Bir süre sonra, toz duman yatışınca, taşın düştüğü yerde derin bir çukur açıldığını gördü. 

Gökyüzünden iri taşlar yağdıkça küçük çakıl taşlarını etrafa saçıyordu. Bazen bu çakıllar sıçrayarak onun sığındığı çardağın altına kadar ulaşıyor,  böyle olduğunda korunmak için elleri ile yüzünü ve gözlerini kapatıyordu. 

Yağmur kısa zamanda dinmezse sığındığı çardağın altında, etrafını kaplayan taş yığınlarının arasında kalacak ve tamamen dünya ile alakası kesilecekti. Ara sıra korkuyla başını kaldırıp gökten yağan taşların ağırlığından direkleri bel vermiş, çatısı aşırı yükten çökmüş çardağı seyrediyordu. Çardağın çatısının taşların ağırlığına güç yetiremeyeceği ve yağmur bu şekilde devam ederse, çatının üstüne çökeceği apaçık belliydi. Çardak çökerse buradan sağ kurtulması imkânsızdı.  Sağ kalsa bile buradan çıkıp taş yağmurundan korunacak kuytu bir yer de bulamayacaktı. Her ihtimale karşı, çardak üstüne çökmeden buradan çıkıp başının çaresine bakmalıydı. Çardağın altında, üç dört ay önce evin avlusuna döşemek için alıp getirdiği yassı düz taşlar yığılmıştı. Aceleyle bu taşları üst üste dizerek çift sıra duvar ördü ve bir insanın yerleşeceği boyutta mezara benzer bir sığınak hazırladı. Sonra bu düz taşların nispeten kalın olanlarından seçerek, ördüğü alçak duvarın üstünü örttü ve açık bıraktığı baş taraftan sürünerek sığınağa girdi.

Düşüncesinde yanılmamıştı, çok geçmeden çardak, üstüne yağan taşların ağırlığına dayanamayarak gürültü ile yıkıldı. Toz duman yatıştıktan sonra, şimdi bulunduğu yerin çok dar olmakla birlikte tehlikesiz olduğunu anlayınca rahatladı.

Birçokları gibi ekmeği taştan çıkan, her adımda çaresizlikle yüz yüze kalarak başını hangi taşa vuracağını bilmeyen bir insan ömrü yaşamıştı. Nereye yüz dönmüşse, ya yolu taşlı kesekli olmuş, ya da yoluna taş konduğundan bir türlü düze çıkamamıştı. Havaya taş atıp altına başını tutan, inatçı insan kalabalığında taşların ağırlığını omuzlarında, zamansız bükülen belinde hissetmişti. Bir ara her şeye tükürerek başını alıp başka diyarlara sığınmak istemişse de dünyanın kanla çizilen sınırları, aşılmaz taş duvarlara dönüşerek onun yolunu kesmişti. Şimdi ise bu dar zamanda, iki taş arasında yalnız kendisinin değil, yıkılan dünyanın, vicdanı taşlaşmış insanlığın kaderine acıyordu. 

Artık feryat, imdat ve yakarış dolu sesler tamamen susmuştu. Muhtemelen dünya taş yağmurunun altında tamamen mahvoldu, diye aklından geçirdi ve bu düşünceyle çok sarsıldı. Eğer taş yığınlarının altından sağ salim kurtulup çıkarsa ne yapacaktı? Nereye gidip nasıl yaşayacaktı? 

***

Gece sabaha kadar, bazen şiddetlenip bazen zayıflayan yağmurun altında, geleceğinden umutsuz bir halde, bundan sonra kaderin onu nereye sürükleyeceği düşüncesiyle zihnini yordu. Her taraf kapkaranlık, taş gibi soğuk olduğundan kendini mezardaymış gibi hissediyordu. Sanki kurtulmak için sığınak değil de mezar yapmış ve mezar taşını da ara vermeden yağan taş yağmuruna havale etmişti. Sığındığı yer daracık olsa da elini kolunu hareket ettirip bir o yana bir bu yana dönebiliyordu. Ancak bir türlü uyuyamıyordu. Yalnız sabaha doğru taş gibi uykuya dalarak gözlerini dinlendirebildi.

Rüyasında, taş yağmurunun ördüğü duvarlarla çevrilmiş sarayın karşısındaki elçi taşının üstünde oturmuştu. Duvarların arasında kendini zindandaymış gibi hissediyor, hayalinde uzak ufukları canlandırmak istese de taş altında kalıp ezilen hafızası bulanıyor, hiçbir şey hatırlayamıyordu. Duvarlar ağır ağır, taş adımlarla üstüne yürüyordu. Sarayın etrafındaki viran olmuş evlerin harabeliğinde, siyah giysili birileri taşları torbalarla taşıttırıyordu. Yüzünde derin kırışıklar bulunan bir ihtiyar, dudaklarının arasından birisinin arkasından, adın taşlara yazılsın, bedduasını fısıldayarak kendisinin de sebep olduğu herhangi bir günaha ya da kandığı yalana göre başını taşlara vuruyordu. 

***

Uykudan uyanıp gözlerini açtığında önce nerede olduğunu kestiremedi. Bir süre sonra kendine geldiğinde bir gün önce meydana gelenleri hatırlayarak uykuyla birlikte unutmuş olduğu telaşına geri döndü. Hava alaca karanlık olsa da taşların arasından, taş yağmurunun azaldığı hissediliyordu. Gördüğü rüyanın etkisiyle iyice sarsılmış, değirmen taşı arasında ezilerek annesinden emdiği süt burnundan gelen insan durumuna düşmüştü.  Yaşamın anlamsızlığının esiri olduğunu, başı taştan taşa değdikçe her şeye boyun eğdiğini, bu dünyada kara taşların bir gün yeşereceği ümidiyle kandırıldığını anlıyordu. Dengesi bozulan yüklerin gurbete düşürdüğü taş gibiydi. Sürekli vücuduna dolanan taş bakışların soğuk pençesinde sıkılmaktaydı. Aslında başlar kadar taşların var olduğu bu dünyada ömrünü yele verip heder ettiğinin de farkındaydı. Belki de zamanında her şeyi etraflıca düşünerek taşları eteğinden dökmeyi başarsaydı, başı taşlı olmaz, bunca zorluklara göğüs germezdi. 

Taşın ağırından yapıştığı, kendisini, taşı sıksa suyunu çıkaracak kuvvette zannettiği çağlar geride kalmıştı.  Feleğin çarkı tersine devran ettikçe sözü taştan geçenlerin çemberi daralıyor, eli kolu bağlı olduğundan attığı oklar taşa değiyordu. Yalanın kanat çıkarıp uçtuğu, hakikatin ise bir taş altta, bir taş üstte konduğu dünyada her şey köşeye sıkıştığından kendisine bir çıkış yolu bulamıyor, ancak taş kayaya denk gelmiş gibi inadına da yenilmek istemiyordu.

Bir ömür boyunca ruhunu aydınlatan, hayallerinin ufkunda ışıldayan bilinmez, büyülü bir pencereden taş geleceğini beklemiş, bu taşla birlikte hayatına bir renk katılacağı, kaderinin değişeceği yönünde ümitlere kapılmıştı. Fakat bu ümitle beklemekten gözlerine kara sular inmiş, beklediği taştan bir türlü haber gelmemişti. 

Sabaha doğru, gecenin karanlığı eriyip griye dönüştüğünde artık yağmur dinmişti. Elleriyle taşları sağa sola ittirdi, zorlukla kendine yol açarak sığındığı yerden sürünüp çıktı. Gözleri önündeki manzaradan dehşete kapıldı. Köy, taş yağmurunun altında kaybolmuştu. Sadece köydeki yapılar değil, otlağın kenarından akıp giden ırmak, eski köprü, çay vadisi boyunca uzanan seyrek kayın ormanları, biraz aşağıda ise yıl boyunca suyu kurumayan kamışlı bataklık, bu yağmurdan sonra taşlarla kaplanmıştı. Bin yıllarca inşa edilen bütün yapılar yerle bir olmuş, taş üstünde taş kalmamıştı. 

Başını kaldırıp korku dolu gözlerle gökyüzünü seyretti. Hava aydınlık olsa da güneş görünmüyordu. Sema, bomboz bir örtüyle kaplanmış, taş yağmuru dünyanın bütün renklerini, kokularını, seslerini silip süpürmüştü. Taş yağmurunun yarattığı korkunç manzarayı seyrederken, şimdi ne yapacağını, başını hangi taşa vuracağını düşündü.

Ne tarafa yöneleceğini bir türlü kestiremediğinden, rastgele bir yöne doğru yürümeye başladı. Güneş çıkmış olsaydı en azından güneşin doğuşuna ve batışına göre semti belirleyebilirdi. Aslında yeryüzü taş yağmuru altında kaldıktan sonra semti öğrenmenin de bir anlamı kalmamıştı. En korkuncu ise aynen rüyasında gördüğü gibi ufkun önünü taş duvarların kaplamış olmasıydı. 

Her taraf irili ufaklı taşlarla kaplandığından yürümek de zordu. Adımını atarken ani bir hareketle ayağını burkacağından, düşüp bir yerlerini kıracağından endişe ediyordu. Buna rağmen durup bekleyemezdi, ne olursa olsun yürümek, taş yağmurunun olmadığı, insan yaşamının kararmadığı bir semte varmak istiyordu. 

Yağmur başladığında kafasına çarpan taşların ağrısı, bütün geceyi korku içinde, çardağın altındaki mezara benzeyen sığınakta geçirmesi, beyninde fırtınalar estiren düşüncelerin ağırlığı, yay gibi gerilmiş sinirleri onu tamamen yorup halsiz bırakmıştı. Yorgunlukla birlikte içini saran korku ve ümitsizlikten, bütün vücudunun tükendiğini hissedip başı dönüyor, gözleri karararak güçlükle ayakta duruyordu. 

Zaman, fark ettirmeden akıp geçmekteydi. Yollar uzuyor, mekânlar değişiyor, ancak bomboz taş yığınına dönüşmüş olan yeryüzünün tekdüze görüntüsü değişmiyordu. Yorulup takati kesilse de durup dinlenmek istemiyor, bir an önce dünyanın ezeli manzarasına kavuşmak ümidiyle bilinmezliğe doğru adımlıyordu. 

Bazen çaresizlik içinde, taş yığınlarının altından kendisi gibi sağ kurtulabilmiş insanlarla karşılaşacağını ümit ederek sık sık durup etrafı kolaçan ediyor, elini gözlerine siper edip bakışlarıyla uzakları tarıyordu. Ancak taş yağmurunun dümdüz ettiği bu sonsuz düzlükte kimseyi göremeyince yeniden yoluna devam ediyordu.

Gittikçe artan korku ve heyecan arasında bu taş örtüsünün üstünde adım atarken olup bitenleri bir daha zihninden geçiriyordu. Korkunç bir kâbus gördüğünü düşünerek sükûnet bulmaya çalışsa da her defasında önsezileriyle bunun acı gerçek olduğunu anladığından, kendisini kandırmak için aklından geçirdiği teselli dolu düşünceler kayboluyor, sürekli ümitsizlik kuyusuna yuvarlanıyordu. 

Ne kadar yol yürüdüğünü bilmiyordu. Ancak manzara hâlâ aynı olup uçsuz bucaksız taş örtüsünden başka bir şey görünmüyordu. Dünya yaratıldığı günden beri yaşam namına var olan canlı ve cansız her şey yıkılıp dağılarak taş yığınlarının altına gömülmüştü. Dünyanın rengi ruhu solmuş, yeşilliği, güzelliği ve tazeliği tamamen yok olup yerini kocaman bir bulanıklığa terk etmişti.

Tanrı’nın bütün yarattıklarını bir hamlede mahvetmek için gökten taş yağdırdığını ve şimdi üzerinden yürüdüğü bu taşların, dünyaya gelip dünyayı terk etmiş bütün insanlar için konulan birer mezar taşı olduğunu düşünüyordu. Bunun gerçek olduğunu hayal ederek mezarların üzerinde yürüdüğünü düşünüp karışık hisler yaşıyordu. 

Peki, neden Tanrı kendi yarattıklarına böyle amansızca davranıp onları cezalandırmış, hiç merhamet göstermeden onları yeryüzünden silmişti? Zira dünya yaratıldığından beri böylesi bir felaket görülmemişti. Acaba bütün bunlar insanlığı mahveden adaletsizliğe son vermek, dökülen kanları durdurmak, yeryüzünü düzene koymak ya da belki dünyayı yeniden yaratmak için miydi? Boşluğa yöneltilmiş bu soruların cevapsız kalması onu rahat bırakmıyordu. 

Mecrasından çıkmış zaman ağır ağır sürünmekteydi. 

Taş sessizliğinde, kulaklar sağır oluyordu. 

 ***

Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu. Başını kaldırdığında, kendisini kayalıklardaki taş mağaranın önünde, vücudu kıllarla kaplanmış çıplak, yarı vahşi insanların karşısında buldu. Dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler sormak istedi. Ancak kendisini korku ve hayretle seyreden bu insanların yaptığı el kol hareketlerinden onların dilsiz olduklarını anladı. 

Taş Devri’ne düşmüştü. 

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 215. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 215. Sayı