TIKAÇ


 01 Temmuz 2022



Hemen hemen her yaz ben bir bölge merkezine balık tutmaya giderdim. Ve neredeyse her gittiğimde orada balıklara ölüp biten bir arkadaşa rastlamıştım.

...İlk karşılaşmamız bundan dört yıl önce oldu. Yaz ortasının güzel bir gününde ben, tam balıkçılar gibi, büyük kauçuk çizmelerle, eski yağmurlukla ve eski başlıkla, omuza büyük gelen demet oltalardan taşıyarak, sırta tıkıştırıp doldurulmuş sırt çantası asarak yük arabasında, bölge merkezinin pazar meydanına geldim. İnmemle birlikte en önce markete girdim. Gülmek için acele etmeyin, sizin düşündüğünüz her şey sırt çantasında vardır, unutulmamış, ama... işte tuz unutulmuş, hayırsız, tuz almak gerekti. İşte bu tuzu aldığım sırada bir kişi bana laf attı:

―Arkadaş, balığa mı?

Ben dönüp baktım: Biraz daha yan tarafta başına beyaz kasket, üstüne siyah ceket, ayağına krom çizmeler giymiş yuvarlak yüzlü, güçlüce bir kişi dikelip duruyordu.

―Evet, balığa ― dedim ben.

―Uzaktan mı ?

―Kazan’dan.

―Pekiyi, pekiyi... Bizim nehir balıklı, tarançaları güzel yakalayabilirsin.

Benim ağzım tutulacak tarançaların kendilerini görmüş gibi yayılıverdi.

―Öyle mi? Keyifli haber. Kendi tecrübenizden yola çıkarak söylüyorsunuzdur değil mi?

―Yok, ― dedi bu arkadaş, cimrice gülümseyerek. Olta atmışlığım yok. Teker teker tutmak benim ilgimi çekmiyor.

“Yüksekten atıyor bu ağabey”, diye bir an düşündüm ben ve onun özel araç gereçlerle iş yapan balıkçı olduğuna hemen orada inandım.

―Demek paragat atıyorsunuz?

―Hiçbir şey atmıyorum ben, kardeşim! ― dedi o ve benim fazlasıyla meraklı durduğumu görmüş olsa gerek, soruverdi: ―Neden o kadar hayret ettiniz?

―Siz teker teker tutmak benim ilgimi çekmiyor, dediniz. Öyle olunca...

―Doğru, bana balık kilolarca değil; kentallarca, tonlarca gerek.

―Tonlarca! Bağışlayınız, kim oluyorsunuz peki siz?

―Bölge Gıda Fabrikasının müdürü. Anlıyorsunuzdur artık, balığı tek tek tutmak benim plana uymaz. Nehri boylu boyunca büyük ağ ile arşınlayarak balık tutmak ― işte benim planım.

Biz dükkandan çıktık. Ayrılmadan önce direktör arkadaş belki övünmek, belki beni utandırmak isteyerek:

―İkinci gelişinizde nehir kıyısına gitmeniz de gerekmez, ― dedi. ― Turna balığı mı lazım, çapak balığımı ― bizden alıp gidersiniz.

―Balıkçı hiçbir zaman balığı satın almaz, ― demiş oldum ben, o ise “Biliyoruz!” dercesine bana kurnazca göz kırpıverdi.

Biz ayrıldık; o kendi yoluna gitti, ben kendi yoluma gittim. Bölge merkezinden büyük şose yoldan geniş dere yatağına çıkarak ırmağa doğru adımladım. Bir üç kilometre kadar gidince ırmağın köprüsüne geliverdim. Ben kendim balık tutmak için yeri, genellikle, köprünün etrafında ararım. Köprünün etrafında, mesela, girdap yerler denk gelir, öyle yerde su derin olur, yavaş akar. İşte şimdi de, köprüden yüz metre kadar daha aşağıda, böyle genişçe bir girdap yeri buluverdim. Olta atmak için pek uygun olan açık yeri de varmış: Sarp kıyı altında yassı kumluk, su kıyıdan hemen derinleşiverir, dibinde balık yerine tutulup sürüklenip çıkarcasına dip çamuru, bitki kökleri gibi şeyler de görünmez. İki tarafta ise turna ağabeyin sinip yattığı kamışlık uzanır. Şanslı yer olsun!

Ben arkamdaki sırt çantasını çıkarıp bir yaban gülü çalılığının dibine bıraktım da kendimi koruyarak aşağıya indim ve sudaki balıklardan kim olduğumu, ne amaçla geldiğimi saklamak ister gibi usulcacık oltaları çözmeye başladım.

Yine de benim bu ilk gelişim ziyadesiyle verimli geçti: İki gün sahil boyunda yatarak sabah akşam karnım şişene kadar balık çorbası içip, beraberimde eve de bir üç kilo balık alarak döndüm.

 

      *    *   *

İkinci yaz da ben bu bölge merkezine, aynı yere balığa gitmek istedim. Yola hazırlandığım sırada daha önce bölgenin marketinde rastladığım “Bölge Gıda Fabrikası” nın müdürü birden aklıma düştü. Nehirdeki balıkları ağla tutup bitirdi mi acaba diye şüphe ediverdim ben... Ama tamamen hazırlanınca, balığın bize kadarı da kalmıştır hele, diyerek yola çıktım.

Okuyuculara belirtmek gerek ki gerçek balıkçı daima alıştığı yere gider. Ve biz de geçen yılki yerimize, daha önceki köprünün dibine gelerek güzelce yerleştik.

...Güneş tuhaftı. Söğütlerin tarafına sessizlik konmuş, suyun üstü misket yuvarlanacak kadar pürüzsüz, ne bir şakıldayan ses ne bir hareket var! Sadece zaman zaman oltanın ucuna dört kanatlı kız böceği gelip konar, ya da suyun ortasında bir balık sırtını parıldatarak suya dalıverir.

İşte bu munis, huzurlu sessizlikte artık biz, balıkçılar, “Şak!” enseye, “Şak!” şakağa, ”Şak!” koltuk altına sertçe vurarak, meczup biri gibi şamandıralardan gözümüzü alamadan otururuz. Olağanüstü huzur! Yüzlerce sivrisineğin canını cehenneme gönderdiğim sırada bir tarança da tutuluverir. Parıldatarak kıyıya fırlatırım onu. Sonra yine “Şak!” enseye, “Şak!” şakağa...

O gün akşama doğru bölge merkezi tarafından gelen tepesi brandalı, geniş tekerli kahraman “GAZ-67”  arabası köprüye yaklaşınca tık diye durdu. Arabadan iri yarı bir kişi inerek bana doğru gelmeye başladı. Gelince bu, yaklaşır yaklaşmaz bana gülümseyerek laf attı:

―Naber, balıkçı! Tutuyor muyuz?

―Kim deyip duruyorum, bu şu “Bölge Gıda Fabrikası” nın müdürüymüş meğer!

―A-a, direktör arkadaş! Merhaba!

O benimle el sıkışarak selamlaştı da siyah kovanın yanına çöktü.

―O-o-o! Tarançaları epey çekip götürmüşsün meğer. Kızıl kanat da, levrek de varmış, peki turna yok mu, turna?

―Turna suda daha.

―Neden daha çabuk kapmıyor ha, akılsız! Neyi bekliyor?

―Turna artık sizden dolayı kalmamıştır.

Müdür, kinayeyi anlamadan, bana baktı. Ben geçen yılki konuşmayı ona hatırlatmak için acele ettim:

―Siz büyük ağ ile nehrin bütün balığını tutmaya niyetlenmekteydiniz ya.

―Haa! ― dedi bu uzatarak. ― Onu diyorsunuz! Olmadı o, niyetlenmekten öteye gidemedi. Sizin şansınız.

―Neden öyle ki ?

―Benim planımdı o, fakat kendim gidince, plan da havada asılıp kaldı.

―Siz şimdi “Bölge Gıda Fabrikası” nın müdürü değil misiniz?

―Yok, ben şimdi “Levazım Müdüriyeti” başındayım! ― dedi o, mahsus gururlanarak. ― Aniden terfi ettiriverdiler, haydi, tedarik işini yoluna koy, dediler. Önceki müdür, adı batsın, yeme içmeyi çok severdi, onu yemekhane müdürü yaptılar.

―Kısacası, bölge halkını balıkla ağırlamak nasip olmamış yani!

―Olmadı, delikanlı!

―Öyleyse, kendiniz için tek tek tutmak uygun olur artık?

Bu defa müdür kinayeyi anladı.

―Aa, pek keyifli iş bu tek tek tutmak! ― dedi o, bütünüyle sevinerek. ― Bir süre rahatlayayım, muhakkak gitmeye başlayacağım. Kendi tuttuğun balığın lezzeti de tamamen başka oluyor tabii, doğru mu?

―Pek doğru!

―Hakikaten, severim ben balığa gitmeyi, çok severim! Fakat burada bizim gibilere boş zamanı hiç arttırmazlar; sonra ciddi ağabeyler, balığa gittiğimi söylediğim zaman ona ciddi olmayan iş olarak bakarlar, şüphesiz. Bakarlarsa baksınlar! Gelecek yıl sağ olursak, bu sahil boyunda hep beraber otururuz!

O böyle kendisinin balık tutmaya olan ilgisini samimiyetle anlattı da, “Araba bekler.” diyerek aceleyle gitti. Gitmeden önce ben onun soyadını da öğrenebildim: Sabircanov imiş.

Yoldaş Sabircanov güzel, şen gönüllü birine benziyor, ancak gerçek balıkçı olmasa gerek ― konuşmayı çok seviyor.

Bu gelişimde balık çorbasını daha az içtim. Buna karşılık eve altı kilo balıkla döndüm.

       

         *   *   *                                                                                                                                                                   

...Yine güzel yaz ayları geldi çattı. Yine dere kenarındaki kır yerinin patikalarında yürüyesim geldi. Üstelik, rüyama da su kıyısına gelip olta atmamı bekleyerek ağızlarını açıp duran yayın balıkları girmeye başladı. Dayanamadım, iznimi aldım da çabucak şu yayın balıklarının yanına gitmeye acele ettim.

Alışıldık yer. İşte yeşil çimenlikte geçen yıldan kalan yusyuvarlak ocak yeri, işte kara yanmış taş, işte çalılığın dibinde konserve tenekesi yerde ters dönmüş durur. Evet, bir yıl ömür göz açıp kapayana kadar geçip de gitmiş.

Bu kez nehrin etrafında nedense değişiklik de var gibi geldi. Köprüden taş, kerpiç yükleyen arabalar devamlı geçip duruyorlar. Nehrin tepesinden, pek net işitilmeyen uğultulu bir ses de duyuluyor. Arabasına su “içirmek için” duran bir şoförden ben bu canlanmanın sırrını öğrendim: Beş kilometre tepede bölgeler arası hidroelektrik santrali kurmak için hazırlık sürüyormuş. Arabalar taşları, kerpiçleri buraya taşıyorlar; şu uğultulu ses ise ― kolayca kuruveren tahta yarma makinesinin sesiymiş.

İkinci gün pek erken, balıklar kendini kaybederek dans etmiş ve ben hangi oltanın ardından gözleyeceğimi bilemeden, pek gönülden bağlanarak balık tuttuğum sırada, kara aygırı koşturan araba köprüden hızlıca, gürültü ederek çıktı. Çıkmasıyla birlikte yoldan kıyıya doğru dönerek sahilin başında durdu. Arabadan branda bezinden yağmurluk giymiş biri inerek bana doğru gelmeye başladı. Ta uzaktan elini sallayarak bağırdı:

―Olmaz böyle, kira ücreti ödetmek uygun olacak size, yer ettiniz muhtemelen, ha?

Bu ― “Levazım Müdüriyeti” direktörü Sabircanov’du.

―Merhaba, dostum!

―Merhaba, yoldaş Sabircanov!

O benimle çoktandır tanıdık olan dost gibi el sıkışıp selamlaştı.

―Hoşunuza gitti, diyorum, sizin bizim Mişe tarançaları, her yıl geliyorsunuz!

―Gelmesen, tarançaların hatrı kalır elbette.

―Öyle mi? Peki, peki! Nerede, övün haydi öyleyse!

Ben bugün sabahleyin tuttuğum, sağlam ipe takarak su kenarına gönderdiğim yarım kiloluk çapak balığını alıp gösterdim.

―Vay-vay-vay! Bak sen şuna üstelik çapak balığı! Bunun yanına bir yarımlık rakıyı koltuk altına sıkıştırıp gelmek uygun olurmuş... Ölürüm yanlayıp balık çorbası içmeye.

―Lütfen buyrun! Balık çorbasının alasını pişiririz.

Sabircanov çömeldiği yerden kalkıp kafasını sallayıverdi:

―Ah, vakit, vakit yok! Parayla da satılmaz elbette!

―İş pek çok mu ki öyle?

―Boyunu aşmış birader! Nu niçěgo . Çok geçmeden balık kendimizde olacak. Balık çorbası içmeye bize gelirsiniz.

―Nereye size?

―Bizim kolhoza, “Dostluk” kolhozuna, buradan sadece 12 kilometre...

Benim yüzüm aniden sahil kıyısına gelen balık yüzü gibi oluverdi, muhtemelen.

―Neden o kadar şaşırdınız? ― diye sordu yoldaş Sabircanov da.

―Durun hele, geçen yıl elbette siz “Levazım Müdüriyeti” başındaydınız?

―Geçen yıl tabii o! İşte bu yıl ise, kolhozları büyütünce beni büyük bir kolhoza başkan yapıverdiler. Haydi, Sabircanov, gidip kolhozu güçlendir, dediler.

―Bak seeen!

―Nesi tuhaf? Bizim gibi yönetici çalışanlar için hiçbir şey değil o. Çağırırlar da emrederler, vesselam! Evet, işte şu, bizim kolhozun büyükçe bir barajı var, bu yıl ilkbaharda bine yakın “aynalı sazan” denen balıktan gönderdik. Sonbahara yakalayıp istiflemeye başlıyoruz, lütfen buyrun gelin! Bohçana da birkaç kilo koyuveririz.

―Teşekkürler! Kim bilir, belki, geliveririz.

―Pajalıstı , rica ederim. Peki, şimdilik hoşça kal! Aygırı orada at sinekleri sardı.

Böyle dedi de yoldaş Sabircanov, tam da becerikli başkanlar gibi pardösünün eteklerini sallayarak gitti.

 

        *   *   *

Biliyor musunuz, yoldaş Sabircanov ile yine bir kere daha rastlaşmak denk geldi. Aynı köprünün dibinde. Geçen yıl oldu bu, son rastlaşmamız oldu.

Çay kaynatıp içeyim diye, sahilin başında ıvır zıvır toplayarak yürüyordum. Bakıyorum; köprüden kutular, iple sarılmış bohçalar, kova, kap kacak, yemlik gibi şeyler yüklemiş ve arkasına kızıl inek takmış bir yük arabası “tıngır mıngır” geliyor. Arabanın yanından dizgini tutarak bir ağabey gidiyor. Epey arkasından ise başını aşağı eğmiş, ellerini arkaya koymuş yoldaş Sabircanov’un kendisi adımlıyor. Ben onu hemen tanıyıverdim ve bağırarak laf attım. O yukarı uzanıp baktı da, atı tutan ağabeye bir şey söyleyip bana doğru gelmeye başladı.

Araba köprüden geçtikten sonra durdu.

Biz el sıkışıp selamlaştık da yeşil çimenliğe oturduk. Sabircanov kasketini çıkarıp terlemiş alnını sildi, sonra cebinden sigarasını çıkardı. Evet, bu defa yoldaş Sabircanov’un keyfi daha bir başka gibi, şen şakrak bir biçimde, ağzına ne gelirse onu söylemeye atılması anlaşılmaz kendisinde. Yine de ben mahsus kandırarak sormuş oldum:

―Yoksa pazara inek satmaya mı gidiyorsunuz?

―Göç ediyorum, kardeş, tekrar bölge merkezine... ― dedi Sabircanov, en son sözüne vurgu yaparak.

―E kolhoz?

―Kolhoz ne? Bir yıl güçlendirdin, yeter, şimdi burada lazımsın, derler. Ağız da açtırmazlar. Böyle, kardeş, ekin ektirmeye başlayamadım, şimdi işte kerpiç dövdürmeye başlamak uygun gelir.

Pek tuhaf geldi bu iş bana, yoldaş Sabircanov’a bir an acıyıverdim.

―Kimsiniz peki siz, mesleğiniz süresince kimsiniz? ― dedim, kendim de anlamadığımdan kızıverip.

―Tıkaç! ― dedi Sabircanov, birden kestirip atarak.

―Nasıl o öyle... tıkaç?

―Şöyle şimdi; nerede bir gedik orada tıkaç biz, nerede bir şey aksamaya başlasa, oraya çabucak götürüp tıkarlar bizi... İşte kerpiç fabrikasına yönetici lazım oluvermiş. Haydi, Sabircanov, dön, fabrikayı devralıver!

―Tuhaf, tuhaf...

―Tuhaftır o... ― dedi Sabircanov, her nasılsa, sadece ağzının bir kenarıyla gülümseyerek sigarasını çizmesinin tabanına basarak söndürdü de yerinden kalktı.

―Oldu, lafla peynir gemisi yürümez derler, kımıldamalı.

El sıkışıp vedalaştığımız sırada o yine açılıverdi:

―Fakat yine de biz sizinle balığı tek tek tutacağız hele!

―Hay hay, denk gelir mi acaba, siz elbette işte hiç de göç etmekten kurtulmazsınız?

―Elbette hayır! ― dedi Sabircanov, aniden cesaretlenerek. ―İşte dönüp bir yere sağlamca yerleşeyim de, ondan sonra demir sopayla kanırtsalar da kımıldamam, vesselam! Yeter! Hoşça kalın!

―Hoşça kalın, yoldaş Sabircanov!

Araba miskin miskin gıcırdayarak hareketlenince, ben oltalarımın yanına vardım. Bugün balık yakalamanın da nedense bir tertibi düzeni yok. En büyük oltaya taze yem koyup tükürerek misinayı havada sallayıp nehrin ortasına fırlattım. Kurşun ağırlığı şap diye suya giriverdi. Kızıl şamandıra önce hızlıca yüzdü, sonra, zıplayıp ayak üstü kalktı. Hatta, yolunu kaybeden bir izmarit balığı gelivermez mi damağına... tıkaç olasıca!

 

                                                                                                                                    1953

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 187. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 187. Sayı