Tokçuluk’un Çocukları


 01 Aralık 2022



 

Bütün gece gölün kıyısındaki konakta bekçilik yapan Tokçuluk, mısır tarlalarının arasından geçerek güneşin doğduğu sıralarda evine geldi. Ailesi sadece dört kişiden oluşuyordu. Eşi Anipa, isimleri birbirine benzeyen iki oğlu ve kendisi. Dokuz yaşındaki oğlunun adı Munarbek, küçük oğlunun adı ise Aybek.

Tokçuluk eve geldiğinde kapı kilitliydi. Kapıdan kimsenin dışarıya çıkmadığını düşündü. Tokçuluk, delikten tel sokarak kapıyı açtı ve lavabodaki soğuk suyla yüzünü yıkadı. Karısı ve çocukları kahvaltı sofrası etrafında sohbet ederek sabahın sakin anlarını yaşıyorlardı. Tokçuluk ise evin içinde sessizce kendine ait yere çekildi ve dizlerini bükerek oturdu. Karısı çay doldurup kocasına sessizce uzattıktan sonra çocuklarına bakarak konuştukları konuya devam etmek için nerede kaldığını hatırlamaya çalışıyordu.

Böylece annesiyle oğulları havadan sudan konuşuyor, bazen de tartışıyorlardı. Tokçuluk onları dikkatle dinlese de pek bir şey anlayamadı. Sanki bir yabancı gibi aile içindeki konuşmalardan uzaklaşmıştı. Bunu hissediyor, çayını da sessizce içiyordu. Anipa gibi çocukları da babalarının gelmesini pek fazla önemsemediler. Böylece küçük aile kahvaltı esnasında dünkü durumdan dolayı babasını cezalandırıyordu. Tokçuluk, her şeyden önce altı yaşındaki oğlunun olayı anlayarak annesiyle ağabeyinin tarafını tutmasına kırıldı. Çayın sıcaklığıyla ilgileniyormuş gibi mırıldanıp babasına bakmıyor, onunla konuşmuyor, gözleri annesinin gözlerine göre hareket ediyordu sanki. Çocuğa bak sen!

Tokçuluk, Aybek’in böyle davranmasının sebebini karısına bağlıyor, ona içten içten küsüyordu. Daha sonra bu küskün hali devam etti. Sanki kendisi suçlu değilmiş gibi onların küsmesi gerekirken tam tersine onlara küsüyor ve yüzünü asıyordu. Çayını içtikten sonra yatak odasına girip sırtüstü uzandı.

Tokçuluk gözlerini açtığında ikindi vakti gelmişti. Uyandığı gibi ailesinin seslerini dinlemeye başladı. Onlar hep birlikte bahçenin içinde üzüm topluyorlardı. Her zamanki gibi yine birlikteydiler. Tokçuluk ise onlardan ayrı bir yabancı gibi yatağında yalnız oturuyordu. Sakalı gür, gözleri şişmiş bir haldeydi. Ağzının içi zehir gibi kokuyordu ve uzun zamandır da dişlerine fırça sürmemişti. Kolunu kıpırdatacak hali yoktu. Biraz sonra sessizce bahçeye girdi. Yazın en sıcak zamanıydı. Yaprağı hareket ettirecek kadar rüzgâr yoktu. Annesiyle oğulları bir şeyler konuşarak ara ara gülüşüyorlardı. Üzümün dalları gür olduğu için onları görmekte güçlük çekiyordu. Bazen birisi hareket ettiğinde yeşil dalların tepesi sallanıyordu. Tokçuluk uzun süre hareketsiz bir şekilde durdu. Bir şey diyemedi. Sessizliğe o kadar alışmış ki kendi sesinden bile korkuyordu. Gece bekçisinin kısılmış sesi bu sessizliğe ve ailesinin bu durumuna yakışır mı hiç? Çok pişman oldu. Sonra bir iki adım atıp yavaşça Aybek diye seslendi.

- Aybek, dedi bir kere daha. Bahçedeki konuşmalar kesildi. Kimse sesini çıkarmadı, hareket de etmedi.

- Munarbek, dedi Tokçuluk sesini alçaltarak. Kimse cevap vermedi.

- Munarbek! Munarbek diyorum...

Tokçuluk hemen sinirlenmişti. Bir defa daha cevap alamazsam geri dönerim diye düşünürken karşısındaki sık üzüm dallarının arasından büyük oğlu göründü. Kasları daha çıkmamış yorgun çocuk, üzgün üzgün bakıyordu. Tokçuluk, oğlunun ne kadar kızgın olduğunu görmek için onun gözlerine dikkatlice baktı. Ancak nasılsa çocuktu. Babasına kötü bir niyeti yoktu ve gözleri günahsız tertemizdi. Sadece biraz kırgınlık ve alınganlık vardı, çocuğun bakışlarında. “Niye sokakta yatıyorsun baba?” diye soruyordu gözleri. Tokçuluk, oğlunun bu kadar büyüdüğüne şaşırıyordu. Sonra boğazı düğümlendi ve sesi kısıldı. Ağzına acı bir tat gelerek gözünün içinde sıcaklık hissetti.

Zagotpunk’tan birisi gelecekti, dedi oğluyla barışmak istemiş gibi, ama Zagotpunk’un sahibine sesiyle kızıyormuş gibiydi Tokçuluk.

- Gelmedi, dedi babasının yalan söylediğine sinirlenen Munarbek.

- Dün gidip konuşmuştum. Üzümünü topla, arabayla gelip alırız demişti.

Çocuk sessizce babasını suçlayarak bakıyordu. Tokçuluk ne yapacağını bilemedi. Pantolonunun arkasına baktı. Pantolonundaki kurumuş çamur lekesini dün görmüştü. Şimdi onu temizleyip oğluna ne diyeceğini bilemeden öylece kaldı.

- Ne kadar topladınız, derken eğildiğinde ağzına acı tat gelip yüzünü buruşturdu.

- Hepsi çürüdü, dedi Munarbek.

Oğlunun kabaca cevap vermesine sinirlendi. Ama dışarıya belli etmedi. Ben Zagotpunk’a gidip birisini göndereyim, diye mırıldandı ve geri döndü.

Tokçuluk’un ailesi Zagotpunk’tan gelecek kişileri iki gün beklediler. Artık güneşin yüzünü kara bulut örtmüştü. Böyle hava durumu değişirken çocukların da morali bozuluyordu. Tokçuluk ise bugün işe gitmedi. - Hamama gideceğim, dedi, orada kalpağını kaybetmiş. Şimdi koridorda sırtüstü uyuyordu. Anipa öyleden sonra okula gitti, bir saat dersi vardı.

Sabahtan beri dışardaki işlerle uğraşan Munarbek, Aybek’e sinirlenip küçük yumruğuyla bir defa vurdu.

Günahsız çocuğa “-Niye beni takip ediyorsun?” diye bağırdı. Zaten Aybek’in morali bozuktu, bağırıp çağırarak ağlamaya başladı.

- Sen bu poşeti taşı! diye bir poşetteki üzümü ona verdi. Kendisi üzüm dolu kovayı eline alıp dışarıya çıktılar.

Aybek hala ağlıyor, gözyaşlarını silmiyor, yolu görememesine rağmen ağabeyinin peşinden gidiyordu.

Elindeki poşet ağır olduğu için Munarbek yan tarafa doğru eğilip kovasını yere koyuverirdi. Sonra diğer tarafa eğilerek yoluna devam etti. Biraz dinlenip geride kalan kardeşine sinirlendi: 

- Yerde sürükleme, yukarı kaldır! Hepsi eziliyor!

Aybek ise poşeti yerde sürükleyerek getiriyordu. Sanki ağabeyinden intikamını alıyormuş gibi elini yukarı kaldırmıyordu. Ağlamıyor, fakat gözyaşlarını da sümüğünü de silmiyordu. Ağabeyini sinirlendirmek ve kendisini acındırmak için böyle yapıyordu. Munarbek, gerçekten de onun haline dayanamadı. Üstelik gölün öbür tarafından yukarıya doğru da insanlar geliyordu. Kovasını yere bırakıp kardeşinin burnunu gömleğinin ucuyla temizleyiverdi. Boğulup nefes alamayan Aybek bağıracaktı, ama ağabeyi sus diye omzuna bir yumruk daha vurdu. Görüyor musun insanlar geliyor! Ağlayacaksan onlarla geri dönersin. Aybek hemen susup o tarafa doğru bakınca ağabeyine aldandığını anladı. Ama yine de ağlamaya niyeti yoktu:

- Senin üzüm sattığını anneme söyleyeceğim. Gebertir seni!

- Söylersen seni gebertirim, dedi Munarbek. O kendisinin bildiği çocukluk aklını küçük kardeşine anlatmak istedi.

- Annem öyle işte, babam da her gün sarhoş. Üzümün hepsi çürüyecek.

- Annem üzüm satmayın demişti.

- Sen ne biliyorsun ki!

Gölün kıyısına ulaşmak için mısır tarlasından geçmek gerekiyordu. Munarbek’in kalbini sızlatan da buydu zaten. Gür mısır tarlasının içinde her zaman bir şeyler saklandığı malumdu. Onlar küçük çocuklara düşmandır. Yan taraftan sarmaşık kaplı dalların içinden “Vah” diye çıkabilirlerdi. Bu yüzden Munarbek kardeşini kendinden uzaklaştırmadan elinden sımsıkı tutuyordu.

Kova gittikçe ağırlaştı, kolu kopacak gibi acıyordu. Aybek ise şişko bir çocuk olduğu için kovadan daha ağır gibi geliyordu. Çocuklar mısır tarlasının içine girdiğinde gökyüzünü kara bulut kapladı, rüzgâr sert esmeye başladı. Mısırın kocaman dalları sanki çocukların peşinden kovalıyormuş gibi çatır çutur ses çıkartarak sallanıyordu. Munarbek korkuyor, yeni bir ses işitince kovaya ayak bileğini çarpıyor ve canı acıyordu. Bir anda kovasını bırakıp sızlayan ayak bileğini sıvazlarken ağlayıverdi. Ama yüzünü kaçırıp gözyaşlarını kardeşine göstermedi. Biraz daha yürüyünce baktı ki Aybek poşetini bırakmış.

- Aptal! dedi Munarbek kardeşine yumruğunu gösterip. Poşet geride kalmış. Koşarak onu getirdi.

- Eve gideceğim! dedi Aybek. Ağabeyi onun sözünü dinlemedi bile. Onun eline poşeti verip bir kolundan kendisi tutup yola devam ettiler.

Kıyıdaki konağın yanında uzun tahtadan yapılmış iki sıra halinde banklar vardı. Munarbek kardeşiyle oraya geldiğinde bankta çiçekli örtüsü olan siyah elbiseli yaşlı kadın oturuyordu. Üzeri havluyla örtülmüş tabakta meyveler vardı. Yapacak işi olmayan ve bundan dolayı canı sıkılan kadın çocuklara bakıyordu. Konuşmuyor, çocuklardan gözünü de almıyordu. Kovasını bankın üstüne koyamayınca sinirlenen Munarbek kadına sert bir bakış attı, kadın ise gülümsedi. Sonunda Aybek ile Munarbek bankın bir köşesine yerleştiler. Çocuklar artık yaşlı kadına bakmasa da olurdu.

Hava durumu bozulduğundan herkes içeri girmişti. Konak tarafında kimse görünmüyordu.  Munarbek kardeşine yanıma otur demişti, ama inatçı keçi dinlemiyordu. Bir anda batı tarafta yer alan kocaman kara bulutların arasında şimşek çaktı.

Aybek, ben şimşekten korkarım, diyerek ağabeyinin yanına geldi. Munarbek onu kendine çekerek kucakladı.

- Eve gitmek istiyorum, dedi Aybek uykulu sesiyle.

- Baksana, şu kadın sana bakıyor diye cevap verdi kardeşine. Sonra Aybek’le kadın birbirlerine bakarak oyalandılar. Batıdaki kara bulut ise onlara git gide yaklaşıyor, sanki biraz sonra tüm ışığı kapatıp dünyayı karartacak gibi üstlerine geliyordu. 

Biraz zaman geçtikten sonra yukarıdaki köyden konağa doğru yürüyen birkaç insan göründü. Kadın çocukları unutup gelmekte olan insanlara umutla bakıyordu. Onlar gelip üzüm seçmeye başladılar. Munarbek’ten üç salkım üzüm aldılar. Yaşlı kadının meyvelerini beğenmemiş olmalılar. 

- Aslanlarım, hanginize vereyim? Hanginiz parayı daha çok seviyorsunuz? dedi üzümü alan adam parasını vermek istemeyip de çocuklarla alay edici ses tonuyla.

Bunu anlayan Munarbek parayı almadan sırtını döndü. Adam bir somu  Aybek’in kulağına taktı ve üçü kahkahayla oradan uzaklaştı. 

- Ey çocuk, dedi kadın onlar gittikten sonra. Üzüm sattığın için okuldan atılırsın...

- Sana ne, dedi Munarbek içinden. Sonra kardeşinin kulağındaki parayı alıp attı ve yaşlı kadına sırtını dönüp oturdu. Aybek ise karnı aç olduğu için üzüm yiyordu.

- Eve ne zaman döneriz, dedi ağzındaki acı üzüm yaprağını tükürürken.

- Sus! Hiç bir yere gitmiyoruz, dedi. Munarbek onu banktan yere itti, gömleğinin tozunu temizledi. Etrafta kimse yoktu. Kadın ise tabağını havluyla örtüp kendisi uyuya kalmıştı. Hareketsiz bir şekilde kocaman başörtüsüyle yüzünü de kapatmıştı. İki çocuk orada uzun süre oturdu. 

Biraz sonra Munarbek poşetteki üzümü eline aldı ve Aybek’in omzuna elini koyup birden - Haydi eve gidiyoruz, dedi. Beraber yukarıya doğru yürüdüler. Az sonra kadın başını kaldırdığında ortalıkta çocuklar yoktu. Kovadaki üzümü bankın altına bırakmışlardı.

Çocuklar mısır tarlasına geldiğinde yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı. Mısır tarlasının ortasından geçen ince uzun yol yağmurda hemen çamur oluyordu. Munarbek de Aybek de hızlı yürüyemiyorlardı. Ayakları çamurda kayıyordu. Dağlardan taş düşüyormuş gibi gökyüzü gürlüyor, kardeşlerin korkudan kalpleri sıkışıyordu. Munarbek kardeşini koruyarak kucağına aldı. Aybek ise ağabeyinin küt küt atan kalbine başını koyup onu belinden sımsıkı kucaklıyordu. Sanki denizde yalnız kalmış insanoğlunun iki küçük yavrusunun gözlerini şimşek açıyordu. Acımasız yağmur ise kardeşleri toprağa, çamura karıştırıyor, intikam alırcasına onları eziyordu. Munarbek nereye koşacağını bilemeyip şaşkın şaşkın dururken rüzgârda yıkılan mısırın arka tarafında yer alan konak görünüyordu. Bankta yalnız oturan kadın da yoktu, adeta etrafta kimsesiz kalmışlardı.

Munarbek her ne kadar kardeşini korumaya çabalasa da Aybek’in elbisesi sırılsıklam olmuştu. Kendi elbisesinden de su akıyordu. Munarbek poşetteki üzümü yere döküp poşeti Aybek’in başına giydirdi ve öylece yollarına devam ettiler. Ama daha ilk adımını atar atmaz çamura düştü. Kardeşinin elinden sımsıkı tuttuğu için birlikte düştüler. Çocuk hemen ağabeyini suçlayıp bağırarak ağlamak üzereyken Munarbek korkudan hemen onun ağzını eliyle kapattı.

- Cadı gelir, dedi Munarbek kardeşini çamurdan çekip çıkarırken. Ağlarsan çizgi filmdeki cadı gelir! Bu dediğine kendisi de ürpererek cadı gelecekmiş gibi hissetti. 

Aybek ise ağabeyinin kucağından çıkıp etrafa bakmak istiyordu. Fakat Munarbek kardeşini sımsıkı kucaklıyor, rüzgâra da, çamura da, cadıya da vermek istemiyordu. Munarbek’in bütün vücudu ısınmaya, bedenini ise hissetmemeye başladı. Halsizlikten arada yere düşüyordu. Bazen cadının sesini duyar gibi oluyor, kalbi hızla çarpıyordu. Kardeşini kucağından indirse hemen felaket yüz verecek, kardeşini alıp götürecek gibi hissediyordu. Etraftaki mısır dalları rüzgârdan yere yıkılıyor, yıkıldıkça korkunç sesler çocuklara yaklaşıyor gibi oluyordu. Fakat çocuklara sıra gelmeden sanki kötü şeyler onları gözlemliyordu. 

Biraz sonra yağmur yavaş yavaş azalmaya başladı. Uzun ince mısır tarlasından geçen yol, suda kalmış sabun gibi erimişti.

Munarbek kardeşini sırtında taşıyarak altından bulanık suyun aktığı köprüden geçmeye başladı. Ayakkabısı yağmurda çok fazla ıslanmıştı. Ezilmiş, ayağa yapışmış kurbağa gibi geliyor, Munarbek bu durumdan tiksiniyordu. Aybek ise ağabeyinin ter içinde olan omzuna yaslanarak uykuya daldı. Daha dokuz yaşına gelmemiş güçsüz ve halsiz Munarbek’in çukurdan atlarken dizleri bükülüyordu. Gözleri kararıyor, başı dönüyordu. Soğukta üşüyen zavallı çocuk bir anda durdu. Evine doğru dönüşte köprünün altında tanıdık bir kalpak gözüne çarptı. Yağmurda ezilmiş, eski bir ak kalpaktı. Munarbek babasının kalpağını hemen tanıdı. Kenarları kadifeden dikilmişti. Şimdi ise kenarları yırtılmış, sarı renge bürünmüş, eski bir kalpak halini almıştı. 

Tokçuluk ne zaman sarhoş halde evine dönse bu köprü cehennemin kıl köprüsü gibi canını sıkardı. İki tarafında tutacak bir şeyi yoktu. Sadece bir uzun tahtayı çukura biri sudan geçmek için koymuş, öylece kalmış bir köprü gibiydi. Ne kadar dikkat etseler de köprünün tam ortasına geldiklerinde köprü canlanmış da insanı üstünden atacak gibi sallanıyordu.

Çocuklar hızlıca öbür tarafa geçemezse çukura düşer ve üstü başı çamur olurdu. Çoğunlukla bu duruma Tokçuluk düşerdi.

Önceden bu köprüden geçmek Munarbek için zor bir şey değildi. Çünkü bu köprüde kardeşiyle çoğu zaman sallanarak oynarlardı. Ama bu sefer biraz tereddüt etti.  Köprünün altına ine çıka gözünü ovarak uykulu kardeşini sırtına taşıyıp geçmek onun için kolay değildi.

Uykulu bile olsa Aybek köprüden kendim yürüyeceğim, dedi. Sinirlenen Munarbek onun kalçasına vurarak susturdu. 

Böylece köprüden zorla geçip evine yaklaştığında aşağıda mısırın arasındaki cadıyı düşündü. - Ha dokun bakalım kardeşime, dedi sinirlenerek. - Karşıma çıksa iterdim, başına vururdum ve sopasını alırdım, diye cadıyla ilgili düşüncelere daldı.

Kan ter içinde kardeşini sırtında taşıyan Munarbek, evine zar zor ulaştı. Sağ köşede uyumakta olan babası kalkmış, yatağında oturuyordu. Sakalı gür, gözü şişmiş, ağzının içi zehir gibi kokan, dişleri uzun zamandır fırça görmemiş adam halsiz bir şekilde oturuyordu. 

- Zagotpunk’tan kimse gelmedi mi, diye zar zor çıkan sesiyle çocuğa sordu. 

Munarbek hiçbir şey duymadı. Sırtında taşıdığı kardeşini yatağa yatırırken o uyandı. - Üzüm sattığımızı anneme söylemeyeceğim, dedi uykulu bir sesle. Munarbek gülümseyerek kardeşinden memnun bir ifadeyle ona baktı. Bir şeylerle kardeşinin üzerini örttü, kendisi de yastığa başını koyar koymaz uykuya daldı.

Sonradan Tokçuluk sessizce çocukların girdiği odaya baktı. Bir oğlu yatakta, diğeri de yerde iki büklüm halde uyuyordu.

- Hey çocuk, üzüm alacak kimse gelmedi mi, diye soruyorum sana...

Önceki sorusu cevapsız kaldığı için Munarbek’e sinirlenerek yüksek sesle sormuştu, ama çocuklar yine cevap vermediler. Sonra kendininkine benzeyen kalpağı gördü. Kalpak ezilmiş, bükülmüş halde Munarbek’in elindeydi. Tokçuluk başındaki kalpağının yokluğunu o an öğrendi. Demek ki kalpak kesinlikle onunkiydi. Öyle düşünerek kalpağını almaya eğilirken ağzına acı tat gelip yüzünü buruşturdu. Suda çamurda kaldığı için keçeden yapılmış olan kalpak ezilmişti. Tokçuluk onun suyunu yarım yamalak sıktı ve iki kere sallayıp başına giyip merkeze doğru yürüdü.

O sırada derslerini daha yeni bitirmiş olan Anipa bir şeyler hissetmiş gibi hızla koşarak alel acele evine ve çocuklarına doğru koşarak geliyordu.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 192. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 192. Sayı