TOPRAK


 01 Mayıs 2021



Murat annesinin son sözünü duyamadı. 

İsveç’te bir iş gezisine gitmişti. Uzun yola çıkmadan önce Oş’a gelip annesinin başucunda uzun süre durdu. Altı aydan beri yatalak olan annesinin durumu günden güne kötüleşiyor, derisinin rengi değişiyordu. Dudakları kurumuş, çene eti kemikten sıyrılıp düşecek gibi sarkmıştı. Yüzünde hayat ışığı sönmek üzereymiş gibi hissediliyordu. Kırış buruş dudakları titriyordu. İçinde yuva yapmış bir yılan gibi hastalığın verdiği azap, ruhuna bile nefes aldırmıyor, gece gündüz kadıncağızı acıyla inletiyordu. 

Dünyası tersine dönen yaşlı kadının her yanını ecel kaplamış, arsız sarı bir sarmaşık gibi sarıp sarmalamıştı. Gözlerini yumsa bile gördüğü beyazlık çiğ gibi düşüp göz pınarlarından yaş olarak akıyordu. Uzun bir rüyaya benzeyen ve mücadele ile geçen ömrü ağlayarak biten bulut gibi tükeniyordu. Düşünceleri, hayalleri rüzgârda sallanan ip gibi asılı, her gün vurulduğu iğne de artık kurumuş vücudunun nefes almasına yetmiyordu.

Murat annesinin elini tuttu. Onun uzun, zayıf parmaklarından hayat suyunun çekildiğini hissetti. Yarım yıldan beri yaşlı kadının vücudunda ölümle hayatın mücadelesi yaşanıyordu. Yatağa yapışıp kalan zayıf vücut tükenmekteydi. Her gün üç defa vurulan iğne kadıncağıza azap veren hastalığı biraz bastırıyor ancak gecenin karanlığı ile birlikte hastalık yeniden azıyordu. 

O sabah erkenden gelen doktor, annelerinin etrafında toplanmış kızlarına ve uzun bir yolculuğa çıkacak olan Murat’a ihtiyarın en fazla iki hafta ömrünün kaldığını açıkça söylemişti. Bunu duyduğunda ortanca kız gözyaşlarına boğuldu. O da uzaktaydı. Ailesi ile Rusya’da çalışıyordu. Annesinin ağır hastalığına dayanamamış, işleri olduğu gibi bırakıp bir haftadır annesinin başucundan bir yere ayrılmamıştı. Hayatın çilesine, işin gücün arkasından koşarak annesinden uzakta geçen yıllarına üzülüyor, “Keşke yanı başından hiçbir yere ayrılmasaydım.” der gibi hıçkırarak ağlıyordu. Doktorun son söyledikleri acısını daha da arttırmıştı. Murat, kız çocuklarının annelerine daha düşkün olduğunu anlamıştı. Ağlamak istiyordu ama ruhu sıkışıyordu. Erkeklerin kalpleri daha mı katı oluyor acaba? Annesinin bu hâline içinden geldiği gibi üzülememiş, acısını içinden çıkaramamıştı. Annesi, Murat’ı diğer çocuklarından daha çok severdi. Belki de erkek çocuğunun ayrı bir yeri vardı. Zavallı kadın, Murat’a değer verir, her baba ocağına geldiğinde “Kurbanın olayım!” lafını ağzından düşürmezdi. Murat’ın yeri her zaman ayrıydı. Ellisini aşsa da annesi oğlunu daha kundakladığı günlerdeki gibi görürdü. Belki de gerçekten erkek çocuğun yeri kızlardan başkadır. Annesi boylu poslu, irice bir kadındı. Hafızasını zorladı. Daha önce annesinin hiç bu kadar hastalandığını hatırlamıyordu. Yıllar her zaman ayakta, ev işleri bir taraftan diğer işler bir taraftan yorulmak nedir bilmeden çalışan kadının gücünü kuvvetini çalmış, kadıncağızı yatağa mahkûm etmişti. Yaşlılığında bile güzel olan bu kadının göz alıcı bir yüzü ve kalın, kara saçları vardı. Ancak hastalık hepsini alıp götürmüş, gözünün feri sönmüştü. Önceki ziyaretinde yaşlı kadın çok daha diriydi. Konuşuyor, hâl hatır sorabiliyordu. “Nasılsın, kurbanın olayım, çocukların nasıl, eşin iyi mi?” diye hâlsiz de olsa fısıltıyla konuşabilmişti. Şimdi ise etrafında oturan kızlarına başıyla “Sizler biraz dışarıya çıkın!” der gibi bir işaret vermiş, kızları da ikiletmeden ayağa kalkıp dışarı çıkmıştı. Hastanın odasında anne oğul kalmıştı. İhtiyar kadın zayıf elleriyle oğlunun ellerini tuttu ve nefesi giderek soğuyan ağzına doğru çekerek cansız dudakları ile öpüp kokladı. Bu öpmeler kupkuruydu. Murat, annesinin saçlarını kokladı ve elleri ile saçlarını okşayıp kırış kırış olmuş yüzünü sevdi. Anne, oğlunun elini sıkıca tutuyordu. Damarları dışarıdan görünen hâlsiz elleriyle oğlunun elini dudaklarına götürdü ve kadıncağız belki de son defa kederle oğlunun elini öptü. O anda yaşlı kadının gözünden iki damla yaş aktı. Vücudundaki bütün su çekilmiş gibi kupkuru görünen kadın bu iki damlayı sanki canı pahasına sıkıp çıkarmıştı. İki damla gözyaşı. Oğluna olan bütün annelik kırgınlığı bu iki damla ile çıkıp gitmişti sanki. Annesi ses çıkarmadan içte içe gözünden yaş akıtmadan ağladı. Vücudu da titremedi. Murat gözlerinde biriken yaşları akıtamadı. Ana oğul o hâlde donup kalmıştı sanki. Yaşlı kadın gözleri ile konuştu. Murat’ın “Anne!” diye başlayacağı sözler ağzından uçup gitmişti. Yaşlı kadın bütün gücünü toplayarak belki de bu son buluşmada konuşmak istiyordu. 

− Allah’ımdan razıyım. Yaşayacağım kadar yaşadım, güleceğim kadar güldüm. Çok şükür. Binlerce şükür. Kadının sesi iyice hâlsizleşti. 

− Beni yaradanım yanına çağırıyor… Anne bu karara kendisinin de boyun eğdiğini belli etmek ister gibi tebessüm etti. 

Yaşlı kadın yumruk kadar küçücük kalmış başını kaldırıp “Yastığın altına bak, sana bir emanetim var.” dedi. Biraz başını kaldırmaya çalıştı. Murat elini yastığın altına soktu. Eline küçük bir kese değdi. Keseyi aldı…

− İçini aç, dedi yaşlı kadın. Murat keseyi bağlayan ipi çözüp keseyi açtı. Kesenin içinde bir avuç toprak vardı. “Toprak!” 

Dermansız yaşlı kadın “Bu toprağı bir ay önce Alay’a, Kabılan Köl[1]’e gittiğimde aldım.” dedi.

Hâlsiz kısık sesiyle “Ata yurdumuzun toprağı, oğlum… Dünyada iyilik de kötülük de beraber… İçeçek suyum, görecek günüm tükenir de birden dönüp gidersem, mezarıma bu bir avuç toprağı koy, ata yurt toprağı, ölüyü toprak soğutur derler, oğlum…”  dedi.

 

Keseyi sıkıca tutup toprağı derince kokladı. Murat toprağın kokusunu da neden keseye böyle sıkıca bağlanıp saklandığını da anlamadı. Gözü açık, nefes alırken dahi dünyada hapsolduğunu anlamadı… Annesinin yanında karanlık çökene kadar oturdu. Toprağı pardösüsünün sağ cebine koydu ve belki de annesine moral vermek için gereksiz bir şaka yaptı: “Anacığım, ben gelene kadar ölme olur mu?”

Yaşlı kadın usulca fısıldadı: “Bunu ancak Allah bilir, geçen ömür, sönen ateş. Sen sağ salim varıp gel.” deyip zayıf ellerini yüzüne götürerek sessizce “Âmin!” dedi. Murat, vedalaşırken artık yüzü boz renge bürünmüş annesine göz ucuyla baktı. Hem anne hem de oğul bu sessizlikte birbirlerini son defa gördüklerini anlasalar da bunu kimse açığa vermedi. Ümit, kör ümit dedikleri belki de bu idi. Yaşlı kadın hâlsizce “Allah’a emanet!” der gibi çenesini kıpırdattı… 

***

Murat nedense toprağı Bişkek’e götürmüştü. 

Yurt dışındayken, bir tan vakti annesinin dönüp gittiği haberini aldı. Murat’a bunu karısı haber vermişti. Onunla çok kısa konuştu. Önce Stokolm’den Moskova’ya, Moskova’dan da Oş’a uçacağını söyledi.

Karısı ise Bişkek’ten Oş’a geçecekti. 

* * *

Uzaktaki çocukları gelsin diye annenin bedenini bir gün beklettiler. Murat alacakaranlıkta Kara Su’ya ulaştı. Rusya’daki akrabaları da buradaymış. Kız kardeşlerinin sesleri kulakları sağır edercesine “Anaaaa, canım anaaam…” diye geliyor, üzüntülü ve kederli kadınlar ağlıyorlardı. En küçük kız kardeşi bir ağıt söylüyordu. Sesi herkesten baskın geliyordu. Murat annesinin yattığı bozüye[2] girdiğinde ölünün başındaki kız kardeşlerinin ağlama sesleri yükseldi. Annesini yatırdıkları yatağın yanında diz çöktü, cansız elini sıktı ve titredi. Ağlamak istiyordu ama gözlerinden yaş gelmedi. Gözyaşı kaçmıştı. Oradakilerden biri annesinin yüzünü açtı… Gözleri yumulmuş, derin uykuya dalmış olan annesinin yüzü ona sanki mutluymuş gibi başka bir güzel göründü. Annesi bu güzel tebessümle ebedi âleme göçmüştü… Erkek ses çıkarmadan içten çeker acısını. Gözüne yaş, diline acı bir söz getiremeden içinde kalanları çıkaramamış, sıkıntı ile kalakalmıştı. Ne bağırabilmiş ne de ağlayabilmişti. Bütün vücudunu sarıp sarmalayan bir güç içindeki irini dışarı salmasına müsaade etmedi. Sabah erkenden ananın toprağa verilme işleri sırasında aklına kese içindeki toprak geldi… Anasının emaneti. Kötü haberi duymasıyla bir anda her şeyi unutmuştu. Dün gece karısına söylese o bile getirebilirdi toprağı. Öğleyin emanetin sahibi gömülecekti. 

* * *

Bişkek’te kalan on yaşındaki kızına telefon açtı. Şehirde büyüyen kızına kesenin yerini zar zor anlatabildi. Kese içindeki toprağı çalışma masasının son çekmecesine koymuştu. Kız zar zor buldu. “Baba, bu kili ne yapacaksın ki, bu kil.[3]” dedi. Aynı gün şoförü de Oş tarafına uçacaktı. Şoförüne telefon açıp evine gitmesini, kızının ona bir şey vereceğini söyledi. Ne olduğunu uzun uzun anlatmadı. Kısaca “Onu mutlaka alıp gel.” dedi. Öğleye doğru şoför geldi. Annesini yıkadılar, cenaze namazı kılındı, cansız beden tabuta konulunca kızlarının ağlama sesleri daha da yükseldi. Bu ağlama sesleri kız kardeşlerinin sesleriydi. Birçok insan tabuta omuz vererek mezarlığa doğru yürümeye başladı. Köy mezarlığına gelene kadar tabuttan ayrılmadı Murat, kimseye de yerini vermedi. Kur’an okundu, “Ana”yı mezarın içine yerleştirdi. En sonunda da keseyi açtı ve toprağı yerine koydu. Emanet toprağı mezara koymadan önce annesini kucaklayıp kokluyormuş gibi toğrağın kokusunu içine çekti, anasının kokusunu aldı, toprağın kokusunu aldı… İlk defa toprak kokusunu duyumsuyordu. Mezara toprak atmaya başlanmıştı. Elleri ile yeni kazılan mezarı toprakla doldurmaya yardım etti.   

Oğul şimdi anlamıştı. “Ana”, ata yurt toprağını bağrına basıp uyumak istemişti. 

* * * 

 

Annesi öleli bir yıl olmuştu. Hayat kendi meşgalesi içinde akıp gitmiş, bu defa da bir iş gezisi için Japonya’ya gelmişti. Uzak doğu ülkesindeki bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Japonya’yı nasıl hayal ettiyse öyleydi ancak kendi gözleri ile görmüş olmanın ayrı bir tesiri vardı. Döneceği gün Tokyo’dan iki yüz kilometre kadar uzaktaki Fuji Dağı’na gidip görmeye karar verdi. Bu dağ hakkında çok okumuş çok şey duymuştu.  Ünlü Japon ressam Katsusika Hokusay’ın “Fujinin 36 Görünüşü” ismi ile anılan resimleri ile ilgili çok şey öğrenmişti. Ressamın bu dağa olan sevgisi sonsuzluğun sembolü gibi gelirdi ona. Fuji Dağı ta uzaktan göründüğünde anasının koynuna bastırıp uyuduğu Alay Dağlarının görüntüsü geldi gözlerinin önüne… Fuji’yi Japonlar kutsal olarak görüyor, bu dağa gelip içlerindeki sırlarını döküyor, ruhunu arındırıyor hayata dair yeni bir sayfa açıyorlardı.

Hokusay Fudzi’nin dört bir tarafından resmettiği gibi bu dağa hangi taraftan bakarsan bak büyük bir sırrı saklayan gizli bir dünyaya benziyor… Tan attığında Japonlar Fuji’den güneşi karşılıyor. Yuvasından çıkan alev topu Fuji’den yükselip Batıya doğru yol alıyor. Onun yolu, bembeyaz karı, masmavi buzları ile uzaklarıdaki yüksek zirveli dağların olduğu kendi vatanından da geçiyor.  Murat Fuji Dağı’nın eteklerinden bir avuç toprak aldı. Toprağın kokusunu hissetti. Toprağın kokusu Murat’ın karma karışık olan dünyasına Japon şair Saigyou[4]’nun hayatını getirdi. Zavallı şair üç satır şiir yazacağım diye yıllarca tek başına evreni dinlemiş, Fuji Dağı’nın eteklerinde harap bir kulübede tek başına yaşamış ve burada tek başına ölmüştü. Yalnızlık ruhunun tapınağına dönüşmüş, insanlardan uzakta yaşayıp Fuji’nin ormanlarını süsleyen kuşları ile, şırıl şırıl akan berrak suları ile, rüzgârda titreşen yapraklarla, geceleri gökyüzünün lambası ay ile, gündüz ise güneşle konuşarak asla yalnız kalmayan Saigyou’yu düşündü. 

Saigyou’nun üç satırlık şiirinin, Fuji’nin rüzgârından çıkıp gelen satırlarını şimdi daha iyi anladı. Hayattayken insanlardan uzakta yaşayan şair öldükten sonra ünlenmiş, efsane hâline gelmişti. Yücelmek için ölmek mi gerekiyordu.  Murat’ın yüreği Saigyou’yu piri kabul eden Basyo’nun üç satırlık şiirini duyumsadı.

Fuji’nin bağrından gelen rüzgâr, 

Şehre götüreceğim seni bir tabuta koyup 

En değerli hediyedir.

Bu üç satırı mırıldandı, yüzünü Fuji’den gelen tatlı rüzgâra döndü ve “Eğer buraya gelmeseydim bu satırları asla anlayamayacaktım.” diye düşündü… Avucundaki bir avuç toprakta kaybettiği dünyayı özlüyordu. Anası ata yurt toprağını bağrına basıp derin uykusuna dalmasaydı, Murat buradaki toprağa ne özel bir mana verecek ne koklayacak ne bunları düşünecek ne de uzaklardaki vatanını özeleyecekti. Bir avuç toprak vatan özlemini içine sığamaz kılmıştı.  Yarın kendi vatanına dönecek. Kaç defa bu kutsal topraklara gelmek istemişti. İşte, şimdi yetmişine geldiğinde bu dağı canından çok sevip Fuji’nin otuz altı farklı resmini çizen Hokusay’ın dağında duruyordu. Dağın çevresi, muhteşem silüeti, bağrından çıkıp gelen rüzgârı, ihtişamı Murat’ı bir süre hayallerinin beşiğinde salladı. Hayallerinde annesi ile beraber Fuji’nin bağrında yürüdüler, güneşin ilk ışıklarını herkesten önce karşıladılar, anası yüzünü ışığa döndü, güneşten gelen nurla yüzünü yıkadı. Dağın ucu bulutlara değen zirvesinde hayallerinin içine dalıp gittiler… Yasunari Kavabata’nın yazdığı bin kanatlı turnalar gibi, annesi de bir turnaya dönüştü… Yüksek bulutların arasından baktı ve mavi denizin yarışan dalgalarını bir kuşun yüksekliğinden izledi... Hayal dünyasında titreyerek bu kutsal yerin güzelliğini hissetti ... Bütün evrende yankılansın istedi, "Anaam!"  diye bağırmak istedi ... Gözleri tamamen açıktı ve ta uzakta dağ eteğindeki deniz dalgaları üzerinde mavi suların içine dalıp gitti… Dağ eteğinden bir avuç toprağı eline aldı ve bir keseye koyup sıkıca bağladı. Kalbinden bu toprağı anamın yattığı yere götüreyim diye geçirdi. Kim bilir belki de anasının ruhu da burada onunla birlikteydi. “Annem de bu yerin toprağını annem de hissetsin.” dedi… Akşama doğru Fuji’den Tokyo’ya döndü. Ertesi sabah uçağı vardı. 

* * *

Narita Havaalanı. Murat, pasaport kontrolünden geçti, bavulunu bagaja verdi. Japonya’nın havaalanlarında yolcular için sıkıntı az oluyor. Sıra yok ya da çok az. Uçağa bineceği salona geçip oturdu. Diğer yolcular da salonda oturuyorlardı. Biraz sonra uçak havalanacak. Murat’ın yanına yaşlı bir kadın oturdu. Bir ara salonda bir duyuru yapıldı. Murat bunu duymadı bile. Yaşlı kadın annesi yaşlarında görünüyordu. Japonlara has selamlamayla başını eğerek kibarca Murat’la selamlaştı. Bu sırada bir duyuru daha yapıldı. Murat’ın ismi anons ediliyordu. Kendi ismini duydu ama ne dendiğini anlamadı. O sırada duyuruyu yapan polis kıyafetli iki kişi geldi ve Murat’a pasaportunu sordu. Ceketinin iç cebinden pasaportunu çıkardı. Japonca bir şeyler anlattılar ama Murat anlamadı. Nihayetinde kibar bir şekilde “Lütfen bizimle geliniz!” der gibi bir işaret yaptılar. Murat, İngilizce “Nereye?” diye sordu. Başıyla “Bizimle gelin!” şeklinde bir işaret daha yaptı görevli. Hayret! Acaba yanlış uçağa mı binecekti. Kendisi de ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Uçağı karıştırması mümkün değildi, bineceği uçak buydu. Kafasından bir sürü garip düşünce gelip geçti. Acaba onu nereye götürüyorlardı. Görevlilerin kibar davranışlarından çok da korkulası bir şeyler olmadığını seziyordu ama… Murat, dar bir polis odasına girdi. Odanın ortasındaki masanın üzerinde bir valiz duruyordu. Dikkatle bakınca kendi valizi olduğunu anladı. “Bu bagaj sizin mi?” “Evet, benim bagajım” dedi kaygıyla. Bacaklarının titrediğini hissetti. “Açınız!” dedi polis. Murat valizini açtı. Elbiseleri, aldığı birkaç hediyelik eşya, göze batan başka da bir şey yok. Polis elbiselerin arasından Murat’ın dün Fuji Dağı’ndan aldığı toprak kesesini bulup eline aldı ve “Bu nedir?” diye sordu. “Bu toprağı ben Fuji Dağı’ndan aldım.” dedi Murat aceleyle. Polis toprağı selefon bir delil poşetine koydu. “Bu toprağı alamazsınız!” dedi ve İngilizce ekledi “Uçağı bekletmeye lüzum yok, yolcuyu salona götürün.” Hiç kimse ona ne olduğunu anlatmadı. Sadece toprağı aldılar ve onu serbest bıraktılar. Murat uçağa bineceği salona anons yapan kızla birlikte geldi. Yolcular da ona, ne olduğunu anlamamış gözlerle bakıyorlardı… Uçak kalktı. Pencereden Japon adası görünüyordu… Büyük Okyanus’un ortasında koca bir kara parçası ihtişamla duruyordu. Yaşlı kadın farklı bir sevgi gözüyle izliyordu memleketini. Murat da baktı adaya, düşünceliydi. Yanında oturan yaşlı kadına dönüp “Bir avuç toprağı hatıra olarak kendi ülkeme götüreyim, demiştim… Ama polis el koydu.” dedi. Kadın bir süre bir şey söylemedi, yavaşça başını eğip “Japonya kutsal bir yerdir, biz bir avuç dahi olsa toprağımızı başkasına vermeyiz.” 

* * *

Murat uçakta, bağrında yuva yapan, damarlarında gezinen Basyo’nun üç satır şiirini hatırladı…

Kiraz çiçeğine yetişemez, 

Yüzü söndü bulutların arasındaki serapta, 

Utanıveren ayın…

Uçak uçuyordu… Büyük Okyanus’un ortasında anasının bir damla gözyaşı büyüklüğünce Japon adası duruyordu… 

 


 

[1] Oş şehrine bağlı Alay rayonu sınırları içindeki bir köy.

[2] Kırgızların yaşadığı keçe çadır… Günümüzde ölü gömme törenlerin vefat eden kişinin evinin önüne kurulur

[3] Çocuk bunları babasına Rusça söylüyor… 

[4] Saigyou-Hoshi (. 1118-1190). Japon şair ve Budist keşiş. Tank türünde yazdığı şiirlerle ünlüdür. (Akt)

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 173. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 173. Sayı