HaftanınÇok Okunanları
Emrah Yılmaz 1
FEYZA TUĞÇE FIRAT 2
ZEHRA TAŞDEMİR 3
KEMAL BOZOK 4
HİDAYET ORUÇOV 5
NIKA ZHOLDOSHEVA 6
Ayşe Solmaz 7
Edirne’den Çıktım Yola…
Sultan Selim’in minarelerinden saba makamında mahzun bir ezan sesi yayıldı şehre; Eski Cami’yi, Üç Şerefeli’yi, Bedesten’i, Ali Paşa’yı, Kervansaray’ı aştı; Tunca ile Meriç’i geçti, suyun öte yanında bıraktığımız Türklüğün öksüz yurtlarına ulaştı. Gün daha doğmamıştı, şehir henüz yeni uyanıyordu. Eli bas- tonlu ihtiyarlar namazlarına, gözleri mahmur işçi kızları fabrikalarına yetişmeye çalışıyordu. Edirne’ye ne zaman ve nasıl geldikleri tam bir muamma olan martılar, ihram giymiş hacılar gibi ‘susmuş taşın ve konuşan hacimlerin şairi’nin elinden çıkmış o muazzam kubbeyi tavaf ediyorlardı.
Hayatımın en önemli yolculuklarından birine çıkarken, evimin Selimiye’ye nazır sokağında sabah ezanını uzun uzun dinledim ve ister istemez “O kadar makam içinde en mahzunu saba mıdır?” diye içimden geçirdim. Beni böyle düşünmeye iten, sadece ezan ve selanın uhrevi çığlığı değil; muhacereti, kopup gelmeyi ve bir daha asla geri dönmemeyi anlatan en güzel Rumeli türkülerinin de saba makamında olmasındandı..
Belki ezanın tesiriyle, belki de rahmetli anneannemin içime ektiği muhacirlik duygu- sundan, Selimiye’nin huzurunda bir yolcu- luk telaşı kaplayıverdi beni. Zira bütün kenti, cennetteki Tuba ağacı gibi sarıp sarmalayan bu eşsiz yapının huzurlu manevi gölgesinde doğmuş, büyümüş ve hayatımın önemli bölümünü bu gölgenin serinliğinde geçirmiştim. Ne zaman ufukta bir seyahat ihtimali belirse içimde bir endişe uyanıverir, daha ilk adımı atmadan geriye nasıl döneceğimi düşünme- ye başlarım. Söyleyin erenler, kim böylesi bir huzuru terk edip gidebilir ki?
Ancak bu kez yıllardan beri planlayıp bir türlü gerçekleştiremediğim ve eksikliğini her daim hissettiğim bir yolculuğa çıkıyordum: Sibirya’ya, Tuva’ya gidiyordum. Önümde beklemelerle beraber yaklaşık otuz küsur saatlik bir yol vardı ve bunun ilk merhalesi İstanbul’a ulaşmaktı.
Temmuz ayında Edirne’den İstanbul’a giden bir otobüse binerseniz yol boyunca sadece, ekini hasat edilmiş anızları, henüz çiçeklen- miş gündöndüleri ve havada kıvrıla kıvrıla uçan hacıkuşları görürsünüz. Çorlu’ya kadar bu manzara hâkimdir. Çorlu’dan sonra ise İstanbul’un nasıl da bir kanser gibi yayıldığı- na şahit olursunuz; havanın kokusu bozulur, suyun tadı kaçar, o manzara yerini kendisini adeta kemiren sanayiye bırakır. Bu üç saatlik otobüs yolculuğu, insanı gayriihtiyari tedir- gin eden bir gar-ı zulumat’ın üzerine kurulu Esenler Otogarı nam mahşer meydanında ta- mamlanır. Peşinden başka bir otobüsle, bu- danmış kuzey ormanlarının arasından geçip yeni havaalanına yönelirsiniz.
Muazzam bir kalabalık var havaalanında. İnsan selinin arasından geçip valizimi teslim ettim, bir banka oturup gidenleri, gelenleri; ayrılanları, kavuşanları; bekleyenleri, bekle- nenleri, sadece oradan geçenleri seyretmeye koyuldum. Nedense sonra havaalanındaki ta- belalara bakarken aklıma kelimeler ve tarih- leri geldi.
Evet, kelimelerin de tarihi vardır. Bu işle özel- likle etimoloji ilgilenir ve İngilizler bu işte ol- dukça mahirdir. Pek çok İngilizce sözlükte bir kelimenin ilk defa, ne zaman, kimin tarafından ve hangi eserde kullanıldığı kayıtlıdır. Mesela havaalanının İngilizcesi airport, ilk defa 1919 yılında Amerika’da Bader Field denen yerde kullanılmış; turquoise “turkuaz” sözcüğünün ise sahneye çıkışı 1560 yılında Orta Fransız- cada gerçeklemiş. Farsçadan Türkçeye ge- çen köşk kelimesi 1620’li yıllarda Fransızca ve İngilizceye “kiosk” olarak ulaşıvermiş…
Ben de kendi kelimelerimin tarihini düşünü- verdim o an: Acaba Tuva adını ilk defa nere- de duydum, nerede okudum, bu kelime ne zaman şahsî kamusumun bir mensubu oluverdi?
Aslında,Türkiye dışında da Türk olduğunu, ilk defa seksenli yıllarda rahmetli Barış Manço’nun sunduğu bir 23 Nisan programında, Ayrılık şarkısını yanık yanık okuyan bir Azerbaycanlı çocuk ile öğrenmiştim. Aynı yıl- ların sonunda ise Edirne’ye, Kapıkule’de tren- den iner inmez neredeyse çığlık atarak “vata- nım” diye toprağı öpen Bulgaristan Türkleri sığınmıştı.
“Türk dünyası” tabirini ilk defa doksanlı yılla- rın başında bir lise öğrencisi iken duymuş ve gördüğüm ilk Türk dünyası haritası karşısında bir hayli şaşırmıştım. Şaşırmıştım çünkü ilko- kulumdaki kabartma haritada o zamanlar yeni yeni bağımsızlıklarını kazanan Türk cumhuri- yetlerinin yerinde iç karartan ve insanın ru- hunu daraltan bir akronim yazıyordu: SSCB.
Tuva’ysa karşıma lisans öğrencisiyken, şimdi adını nedense hatırlayamadığım bir dergi- de çıkmıştı: Sibirya’da bir ülkeydi Tuva. Rus- ya Federasyonuna bağlıydı. Kuzeybatısında Hakasya Cumhuriyeti, batısında Altay Cum- huriyeti, doğusunda Buryatya ve güneyinde Moğolistan vardı. O ülkede yaşayanlar ken- dilerine “Tıva kiji” diyordu, sayıları azdı; Eski Türkçeye en yakın lehçelerden birini konuşu- yorlardı, Şamanizm ile Lamaizm’e inanıyor- lardı ve kimileri – aklımda böyle kalmış- geyik biniyordu.
Tuvalarla asıl ilgim doktora tezimde başladı. Heyhat ki, çalışacağım saha ile ne bende, ne de öğrencisi olduğum üniversitenin kütüpha-
nesinde herhangi bir kitap vardı. İmdadıma Türklüğe muazzam hizmetleri olan merhum Turan Yazgan hocamızın kurduğu vakfın kü- tüphanesi yetişti. O gün yüzü görmez odada, neredeyse hepsi rahmetli hocamıza imzalan- mış ve çeşitli Türk lehçelerinde yazılmış çok sayıda kitap mevcuttu. Monguş Kenin-Lop- san, Kızıl-Enik Kırgız Kudajı, Aleksandr Darjay ve Eduard Mijit ile tanışmam, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfının kitaplığında olmuştu. Daha sonra kendi çabalarım ve arkadaşları- mın, hocalarımın katkılarıyla Tuvaca derlemi- me çok sayıda Tuvaca kitap katıldı.
Ancak eksik olan bir şey vardı: Tuva’ya git- mek…
İşte şimdi bu eksiği tamamlamak için İstanbul Havaalanında saniye sayıyordum.
Moskova’dan Kızıl’a
Öğleden sonra saat üçe doğru kalktı Moskova uçağı. Havaalanındaki yetmiş iki buçuk mille- tin yerini Ruslar; o kadar dilin yerini de Rusça aldı. Daha önce Kiev’e gitmek için geçtiğim Karadeniz’in üstünde üç buçuk saat uçtuktan sonra Moskova Şeremetyevo Havaalanına in- dik. Bizi bir otobüse koydular, az ötede indir- diler; ancak ikinci sınıf bir restoranın ardiye kapısı olabilecek kadar dar bir kapıdan ge- çirdiler ve pasaport kontrolüne aldılar.
Sırada önümüzde Moskova’dan aktarma ya- pacak Amerikalılar, arkamızda ise muhte- melen buraya çalışmak için gelmiş iki uçak dolusu Özbek ve Türkmen vardı. Rusların Amerikalılara düşman gözüyle baktıkları bi- linse de için için onlara hayran olduklarını, doksanlı yılların başında Moskova’da açılan bir fast-food restoranın önündeki kuyruğu gösteren fotoğraftan bilirdim. Sıradaki Ame- rikalılar büyük bir nezaketle, daha fazla ara- mızda beklemesinler diye alınıp götürüldük- lerinde buna iyice emin oldum.
Geriye biz kaldık. Rus görevliler, eski vatan- daşlarına ‘çerniy çelovek’ (kara adam) diye söylenip onları ‘belaya diniya’yı (beyaz çizgi) geçmemeleri konusunda neredeyse hakarete varan sözlerle uyarıyorlardı. Bekleyenlere ise maişet kaygısıyla susmak kalıyordu.
Bu havaalanında D terminali (iç hatlar) ile F terminali (dış hatlar) arası Dersaadet ile Fizan arası gibi geldi bana. Havaalanın her iki ter- minalinde de restoranlar ve kafeler için kori- dorlar feda edilmiş, yolculara yeteri kadar yer ayrılmamış. D terminalinde boş bulabildiğim bir derkenara iliştim ve gece on ikide kalka- cak Abakan uçağını beklemeye başladım.
Havaalanları ilginç yerler, her türden insan var. Özellikle fıçının dibini görmüş küfelik Rusların uçağa binmeye çalışmaları, bine- meyince de ortalığı birbirine katmaları; uça- ğı kaçıran koket Rus kadınlarının “feryad ü figan” edip yalvarmaları, istedikleri olmayın- ca da tulumbacı gibi küfrü basıp gitmeleri oldukça ilginçti. Abakan uçağını beklerken beni tebessüm ettiren en güzel şey ise muhte- melen Karadenizli bir hemşerimiz ile evli bir Rus kadın ve çocuklarının halleriydi. Oradan oraya koşuşup Türkçe kahkahalar, çığlıklar atan saçları sapsarı, gözleri masmavi çocuk- lar annelerinden Rusça afili bir azar yediler, boyunlarını büktüler, küsüverdiler. Anneleri dayanamayıp sonradan öğrendiği belli olan Türkçesiyle “Yavrum, kıyamam!” diyerek ikisi- ni de alınlarından öptü, gönüllerini aldı. İşte dedim, anne şefkatinin dili Türkçe… Başka dile benzemez gözünü sevdiğim.
Moskova’dan Hakasya’nın başkenti Abakan’a gitmek aslında altı saat sürüyor, dört saat de saat farkı var. Gece on ikide başlayan yolcu- luk Abakan saati ile sabah onda tamamla- nıyor. Nasıl geçecek bu zorlu yolculuk diye düşünürken, yan koltuğumda oturan Hakas Türkü anne ile iki yaşlarındaki kızı dikkatimi çekti. Çoktan uykusu gelmiş bu Hakas kızçesi, kendi koltuğuna sığamıyordu bir türlü. Ba- bayım, halden anlarım; koltuğumu bu şirinlik abidesine bırakıp uzun yolculukları kaldıra- mayan başka yolcularla beraber koridora çık- tım, yolculuğun bir iki saatini uyuyan yolcular arasında ve yerden kim bilir kaç metre yuka- rıda volta atarak geçirdim.
Sabah saat tam onda Abakan’a indik. Güzel ve derli toplu bir havaalanıydı burası. Valizi- mi aldım, kapıya yöneldim. Kapıda bir taksici ordusu bekliyordu ve hepsi Rus’tu. Çoğu altın ya da platin dişli, kalın zincirlere takılmış gös- terişli Ortodoks haçları taşıyan ve vücutlarının görünen yerleri silme dövmeyle kaplı taksici- ler, bağıra bağıra Abakan’a ya da Krasnoyar- sk’a yolcu arıyorlardı. İçlerinden birine “Kızıl” dedim. Tam o anda hayatımda gördüğüm en semiz Tuvalı (muhtemelen taksi kâhyası) Rus- ları bir hışımla lobut gibi dağıtıp geçti. Kızıl? diye sordu. İye, Kızıl’ga taksi herek.(Evet, Kı- zıl’a taksi lazım) dedim. Şaşırdı, Tıvalaar sen be? (Tuvaca konuşuyor musun?) diye sordu. İye dedim, Tıvalaar men. Dışarıdaki banklar- dan birini gösterdi, Biçii mana, nol’ sezen tos, utpa! (Biraz bekle, sıfır seksen dokuz, unut- ma) deyip telefonla birini aradı ve kaşla göz arasında kaybolup gitti.
Çaresiz, “Nol’ sezen tos ne ola ki acep?” deyip bekledim. Belki yirmi-yirmibeş dakika sonra 089 plakalı yedi kişilik bir araba geldi. İçinden şoförüm Ölçey-ool indi. Kabalığın ve teklif- sizliğin taksicilik mesleğinin küresel bir kuralı olduğunu iyice öğreniş oldum. Kızıl be? diye sordu. İye! dedim. Kat’i bir dille ve neredey- se bağırarak Mun beş çüz akşa (1500 akçe, ruble) dedi. İtiraz etmedim, Boop-tur, çaa! (Tamam, haydi) diye cevap verdim. Valizimi şoförün açtığı bagaja koyup ön sağ kapıya yöneldim. Arkamdan bağırdı: Bo maşinanın çolaaçızı sen sen be? (Bu arabanın şoförü sen misin?). Şaşırdım, ama çabucak anladım ne demek istediğini: Araba sağdan direksiyon- luydu. Doksanlı yıllarda trafiği sağdan işleyen Japonya’dan bir sürü ikinci el araba ithal edil- mişti buraya. Sibirya soğuğunda bizde epey revaçta olan Avrupa arabaları iş görmüyor diye almışlardı bunları. Yüzümde tebessüm, geçtim sol ön koltuğa oturdum. Soldan işleyen bir trafikte sağdan direksiyonlu bir arabanın sol ön koltuğunda oturmak epeyce heyecanlı oluyor. Ne zaman yolda bir kamyonun ardında mahsur kalsak, önünü göremeyen Ölçey-ool, bana Maşina bar be? (Araba var mı?) diye sordu: Bar! (Var!) dedim, bekledi; Çok! (Yok!) dedim, sollayıp geçti.
Abakan’a uğrayıp tren garından diğer yolcu- ları aldık. Arabasının bütün koltuklarını dol- duran her şoför gibi mesrur olan Ölçey-ool Kızıl’a sürdü arabasını. Yorgundum, yaklaşık yirmi altı saatten beri hiç uyumamıştım ancak yolculukla ilgili hiçbir şeyi kaçırmamak için direndim. Gözlerim pencereden dışarıya sabitlenmişti.
Abakan’dan çıkar çıkmaz önce şehirle aynı adı taşıyan ve Yenisey’in bir kolu olan Aba- kan Irmağını geçiyorsunuz. Hemen sonra Yenisey’in kendisi ile ilk defa karşılaşıyor, çok geçmeden de Minusinsk’e varıyorsunuz. Burası, tıpkı Abakan ve Kızıl gibi Eski Türk- çe araştırmaları açısından çok büyük önem arz ediyor. Zira Yenisey Yazıtları’nın önemli bir kısmı Kızıl Ulusal Müzesiyle beraber Aba- kan’daki Hakasya Ulusal Müzesi ile buradaki N. M. Mart’yanova Bölgesel Bilim Müzesinde sergileniyor.
Yenisey Irmağı yol boyunca dallanıyor, bu- daklanıyor, genişliyor, daralıyor ama Kazant- sevo’ya kadar sizi hiç bırakmıyor; nereye kay- boldu dediğiniz anda bazen yolun sağında, bazen solunda birden bire beliriveriyor. Siz Sayanları tırmanmaya başlıyorsunuz, Yenisey ise daha güneyden kendisine başka bir yol buluyor, Kızıl’a kadar yollarınız ayrılıyor.
Sayanlar… Altay Dağları, Tanrı Dağları, Pa- mir Dağları gibi Türk coğrafyasının en kutsal zirveleri. Büyük bir iştah ile seyrediyordum bu dağları… Zira ben dağsız memlekette büyü- düm. Dağdan gelenler, ardında bağlar olan memleketimde biraz afallar, gök yere düşmüş sanar. Ben dağ görgüsünü Cemal Süreya’nın da dediği gibi Ağrı Dağı’nı görmekle kazan- dım. Iğdır’da öğretmenlik ederken, çalıştığım köyler, Büyük Ağrı, hemen arkasına sığınmış Küçük Ağrı ve yâd ellerde kalmış Alagöz Dağı ile kuşatılmıştı. Sayanlara efsunlanmış gibi bakışım, bundandı.
Ölçey-ool, altı saat süreceğini söylediği yol- culuğumuzda Tanzıbey diye bir kasabada tek bir mola verdi. Sahibi Ermeni olan küçük bir restoranda diğer yolcular öğle yemeği ye- diler. Yarım saatlik aradan sonra kaldığımız yerden yolumuza devam ettik. Uçsuz bucak- sız ormanların, ormanların seyreldiği yerde zirvelerden aşağıya doğru süzülen buzulla- rın arasından yol aldık. Üstümüzde, Kırklareli Üniversitesi, Kayalı Kampüsünün binalarına yuva yapmalarından aşina olduğumuz de- eldigenler (çaylak kuşları) bütün alıcı kuşlar gibi döne döne uçuyordu. Yolda ikinci du- ruşumuz ise zaruretten oldu. Ölçey-ool’un maşinası tam da Oyskoe Gölü’nün yanında bozuluverdi. Çolaaçı arabası ile boğuşurken biz de bu huzurlu gölün yanında mecburen de olsa bir mola vermenin ve biraz nefes ala- bilmenin keyfini sürdük.
Zarurî molamızdan yaklaşık bir saat sonra kendimizi Tuva Cumhuriyeti’nin sınırları için- de bulduk. Sayanlara indik ve Turan’a kadar cetvelle çizilmiş gibi dümdüz bir yola girdik. İşte Tuvaların ajık-delgem hovular “geniş bozkırlar” sözüyle ne kastettiğini o zaman idrak ettim. Ormanlar arkamızda kalmıştı, bulunduğumuz yerden ufka kadar uzanan uçsuz bucaksız otlakta yılkılar otluyordu, ka- darçı / hoyçuların (çoban) ardında koyun sürüleri geziniyordu. Muhteşem bir huzur hâkimdi bozkıra. Bir yamaca oturup saatlerce seyredebilirdim bu manzarayı.
Bir saat sonra birdenbire Kızıl tabelası çıktı önümüze.
Nihayet! dedim. Vuslat vaki oldu.
Kızıl’da
İç geçirerek baktığım Tuva fotoğraflarından aşina olduğum kutsal Dögee Dağı sol yanı- mızda kaldı ve hafif eğimli bir yoldan Kızıl’a girdik. Kızıl, Tuva Cumhuriyetinin başkenti. Bii-Hem ve Kaa-Hem nehirlerinin birleştiği Hem-Beldiri denen yerde kurulu. Tuva’da komünistler yönetime gelince şehrin adını Krasniy Gorod (Kızıl Şehir) olarak değiştirmiş. Sonradan şehrin adı Kızıl olarak kalmış.
Kızıl’a girmeden Yenisey Nehri ile tekrar bu- luşuyorsunuz. Tuvalar, bu nehre Ulug-Hem (Büyük Nehir) adını veriyor. Kızıl’a adım atarken nehrin üzerinde telaşlı bir tadilata maruz kalan bir köprüden geçtik. Seçimin yaklaş- tığını da buradan belliydi. Yol boyunca pek çoğuna tesadüf ettiğim o tek katlı, panjurları yeşil ya da mavi boyalı, ahşap evlerden olu- şan bir mahalleye vardık. Kızıl’da ciddi bir ko- nut sorunu olduğunu da o zaman öğrendim. Yeterince yeni ev yoktu. Kızıl ahalisinin önem- li bölümü, aslında hepsi birer yazlık olan bu ahşap evlerde kalıyorlardı. Merkezi ısıtmadan yoksundular ve kışın yakılan kalitesiz kömür nedeniyle Kızıl’ın havası, çekilmez derecede kirli oluyordu.
Ölçey-ool, bu evlerin arasındaki toprak yollar- da dolaşarak diğer yolcuları evlerine dağıttı. En sona ben kaldım. Mihmandarım Ernazar Bey’in Moskovskaya Caddesindeki Mini Ote- line 9 Temmuz, Salı günü, yani yola çıkışımın üzerinden neredeyse otuz dört saat sonra vardım. Şoförüm mun beş çüz akşa’sını aldı, bir sonraki yolculuğumda kendisini tercih et- mem için kartoçkisini bıraktı ve çekip gitti.
İki üç saat dinlenmeden sonra otelin sahibi Ernazar Bey ile buluştuk. Ernazar Bey, üniver- siteyi Türkiye’de okumuş, mühendislik fakül- tesini birincilikle bitirip diplomasını rahmetli Süleyman Demirel’in elinden almış. Türkiye Türkçesini harika konuşuyor. Aslında bir iş a damı olsa da, kendisi eski bir parlamenter. Tam bir Tuva vatanseveri. Tuva’nın derdi, onun derdi. Kızıl’da bulunduğum süre için- de bizi yalnız bırakmadı ve takdire şayan bir rehberlik yaptı.
Mihmandarım daha o akşamüstü Kızıl hakkın- da bir oryantasyona tabi tuttu beni. Arabaya atladık, kent merkezine vardık. Kent merkezi dediğim Tuva Cumhuriyeti Ulusal Müzik ve Drama Tiyatrosunun (Muzdramteatr) bulun- duğu Halk Meydanı (Ploşçat Arata). Meydan; Çuldum, Lenin, Koçetova ve Tuvinskih Dobro- vol’tsev (Tuva Gönüllüleri) Caddelerinin ara- sında geniş bir dikdörtgen. Lenin Caddesi- nin meydana komşu olduğu yerde sağ kolunu yukarı kaldırmış klasik bir Lenin heykeli var. Tuva Gönüllüleri Caddesinde İkinci Dünya Savaşı’na katılan Tuva askerleri temsil eden bir süvari heykeli bulunuyor. Çuldum Cadde- si ise Devlet Merkezi binalarına komşu.
Bütün eski SSCB ülkelerinde, tüm kentlerin ve daha küçük yerleşim birimlerinin merkezlerin- de illa ki böyle kravdatlar, ploşçatlar vardır. Sovyetler Birliği, okuyup gördüğüm kadarıyla meydanlardan asla korkmamış, bilakis mey- danları sevmiş; üretmek istediği Homo Sovieti- cus insan tipini şekillendirmek için bu meydan- ları kullanmış ve Orta Avrupa’dan Çukotka’ya kadar her bir şehre kamu binalarına, müzelere veya tiyatrolara komşu olmak kaydıyla, içinde mutlaka bir de Lenin (veya Marks ya da Stalin) heykeli barındıran ve planları birbirine benze- yen geniş meydanlar yerleştirmiş.
Halk Meydanının tam merkezinde yer alan ti- yatro binası geleneksel Asya mimarisinden iz- ler taşıyacak şekilde yapılmış. Bu tiyatro, ola- bildiğince geniş bir repertuara sahip. Sezon bittiği için maalesef tiyatroyu değerlendire- medim. Tiyatronun yanında, kamu binalarına komşu bir Kalmuk tarzı Mani Dua Tekerleği (Mani Hürtüzü) var. Pagoda tarzı küçük bir çatıya sahip olan bu büyük silindirin üzerinde Sanskritçe dualar bulunuyor. İnsanlar, bu te- kerle beraber üç ya da yedi kere dönüp yol- larına devam ediyorlar.
Kızıl’da bu meydana benzeyen bir alan daha mevcut. Yine Lenin ile Koçetova Caddeleri- nin arasında, Halk Meydanına oldukça yakın bir mesafede. Bu meydanın tam ortasında ise Kızıl’a gelen herkesin görmesi gereken Tuva Ulusal Müzesi var. Ziyaret saati bittiği için o gün müzeyi gezemedik ama müzenin etra- fındaki meydanda dolaştık. Müze binasının Lenin Caddesine bakan tarafında Monguş Buyan-Badırgı’yı geleneksel kıyafetleri ve elinde biyir (divit) ile tasvir eden bir heykeli bulunuyor. Buyan-Badırgı, Tuva’nın kaderini çizenlerden birisi. 1911 ihtilalinin ardından ortadan kalkan Mançu egemenliğinden son- ra bölgenin Çarlık himayesine girmesi için uğraşan Buyan-Badırgı, Tannu-Tuva Cum- huriyetinin kurulmasında büyük bir rol oyna- mış ve bu devletin ilk hükümet başkanı olmuş. Ancak 1924’teki Hemçik Ayaklanması ile ilgili suçlu bulunmuş, 1932 yılında başka halk ön- derleri ile birlikte tutuklanarak idam edilmiş. 2007’de, itibarı iade edilen Buyan-Badırgı için Ulusal Müze’nin hemen yanında güzel bir heykel dikilmiş ve adı Kızıl’ın en önemli otellerinden birine verilmiş.
Müzenin önünde ağaç kabuklarından yapı- lan ve benzerlerini Naadım festival alanıy- la müzenin içinde de gördüğüm ve Lakota yerlilerinin “teepee” dedikleri çadırı andıran alajı (alajı ög, bizdeki alaçık) ya da tos-çadır da denilen ağaç kabukları ile yapılmış bir ça- dır var. Onun yanında ise Tuvaların ög dedi- ği beyaz bir yurt bulunuyor. Bu ög’de aarjılı dondurma satılıyordu. Aarjı bizdeki çökeleğe benzer bir yiyecek. Beni asıl şaşırtan Tuvala- rın içine aarjı koymayı akıl ettikleri dondurma- ya Tuvaca bir isim bulamayıp Rusça “moroje- noye” demeleri. Tadını epeyce beğendiğim bu dondurmayı yerken, ona Tuvaca isim öne- rileri tasarladım. Ne yapalım, mesleğimiz bu.
Bir sonraki durak Çeçenlig Hüreezi idi. Hü- ree, Budist tapınaklarına Tuvacada verilen isim. Tibet Budizmi, yani Lamaizm (Tuvacada Sarıg Şajın “Sarı Din”) bölgede 13. yüzyılda Kubilay Han döneminde yayılmaya başla- mış ve Çin egemenliğinde iyice güçlenmiş. Tuva’da ilk hüree Erzin’de 1770-1772 yılla- rı arasında inşa edilmiş. Kızıl’dan önce bu toprakların başkenti olan Samagalday’da da bütün hüreelerden büyük bir tapınak mev- cutmuş. 1928 yılına gelindiğinde hüreelerin sayısı 22 olmuş. Stalin’in repressiyaları baş- lamadan önce Tuva’da 3500 kadar da Lama varmış. Repressiyalar başladığında ise tüm tapınaklar yıkılmış, lamalar ise ya sürülmüş ya da öldürülmüş.
Önünde durduğumuz bu tapınak bu nedenle yeni sayılır. Ulug-Hem’in kıyısında inşa edilen bu hüree de pagoda tarzı bir çatıya sahip, merdivenlerini Tibet usulü iki boyalı aslan bekliyor; giriş kapısının üzerinde altın yaldız- lı iki geyik figürü arasında Darma Çarkı da (Dharmaçakra) yer alıyor. Budizm’in önemli simgelerinden biri olan bu çarkın sekiz kolu, Nirvana’ya giden Sekiz Asil Yol’u simgeliyor. Hüreede, cam muhafaza içinde altın yaldızlı Buda heykeli bulunuyor. Tapınağa gelenler önce binayı tavaf ediyor, dua tekerlerini çevi- riyor, üst kattaki Buda heykelinin önünde dua ediyor (teyleeri), Dalay Lama’nın fotoğrafının önünde bulunan pirinç kâsesinden bir tutam pirinç alıp tabağa bırakıyor.
Tapınağın yanında kamgalal çüveleri (korun- ma nesneleri) satan küçük dükkânlar da var.
Dükkânlarda eregeler (tespih), çulalar (kan- diller), aynı ipe dizilmiş Lamaist dua bayrak- ları, çalamalara (ağaçlara bağlanan bezler, çaputlar) bağlanan mavi, beyaz, yeşil, sarı ve turuncu ipek bezler, bildiğiniz nazar boncuk- ları, tos karaklar (dokuz gözlü saçı kaşıkları) san salırı (çeşitli belalardan, felaketlerden kurtulmak için tütsü yakmak) için kullanılan ve hangi amaçla kullanılacağı üzerinde yazılı küçük paketler satılıyor.
Sonraki güzergâhımız ise Tuva’nın ve Kızıl şehrinin en önemli simgesi Aziya’nın Tövü (Asya’nın Merkezi) anıtı ve bu anıtın konul- duğu meydanıydı. Tam da Bii-Hem ve Ka- a-Hem’in birleştiği noktada, epeyce güzel bir meydan burası. Meydana adını veren de yakın zamanda yenilenen Aziya’nın Tövü anıtı. Yüksekçe bir kaidede yer alan üç adet kurt/aslan figürünün üzerine yerleştirilmiş bir Dünya küresi var. Onun üzerinde de Arjaan kazılarından çıkartılan ve ucunda bir geyik figürü olan altın saç tokasından esinlenilmiş bir sütun bulunuyor. Bu anıtın etrafında on iki hayvanlı takvime adını veren fare, inek, pars, tavşan, ejder, yılan, at, koyun, maymun, ta- vuk, it, domuz heykelleri bulunan bir havuz mevcut.
Burada iki heykel daha var. Biri kadın diğeri erkek iki İskit avcıyı canlandırıyor bu heykel- ler. İkisi de at üstünde. Kadın avcı sadağın- dan bir ok çekip fırlatmış; erkek olan ise bir eliyle atının yularını tutmuş, diğer kolunda bir şahin duruyor. Atların yanında da iki pars koşuyor. Ben bu av sahnesini son derece iyi canlandırmış, atların ve parsların hızını ve hareketini başarılı bir şekilde vermiş heykel- leri çok sevdim ve buraya her geldiğimde defalarca fotoğraflarını çektim. Ancak Tuva- lar, Buryat bir heykeltıraşın elinden çıkan bu heykeli benim kadar beğenmemiş, İskit tarzı bir heykelden ziyade Tuva kültürüne ait hey- keller istemişler.
Asya’nın Merkezi anıtı Tuvaların en sevdiği mekânlardan. Evlenen çiftler, aynı renk elbi- seler giymiş nedim ile nedimeleri ile birlikte gelin arabalarına doluşup bizdeki kadar gü- rültülü olmayan bir alay düzenleyerek soluğu burada alıyorlar ve düğün fotoğraflarını bu anıtın etrafında çektiriyorlar. Tuva’da herkesin bu anıtın önünde çekilmiş bir düğün fotoğrafı olduğunu söylediler bana. Ayrıca buradan Azimut Hoteli’ne kadar uzayan bir kordon yapılmış Ulug-Hem boyunca. Kay- kaylı, bisikletli gençler, çocuklarını gezdiren anne ve babalar, yavukluları ile buluşan üni- versite öğrencileri hep burada.
Kızıl’da kaldığım süre boyunca her gün bu- raya geldim. Ulug-Hem’in kıyısına oturdum ve anıtın tam karşısında olağanca heybetiyle duran ve sonraki günlerde tırmandığım Dö- gee Dağı’nı seyrettim. Dağın üstünde birbir- lerinden uzakta iki yazı var: biri Budizm’in besmelesi sayabileceğimiz Om Mani Padme Hum; diğeri ise Kiril harfleri ile Dögee. Daha önceden burada Lenin yazıyormuş. Dağa da Lenin Dağı adını vermişler. Bağımsızlık ilan edilince milliyetçi Tuva gençleri bir “şafak operasyonuyla” beyaza boyanmış bu taşların yeriyle oynamak suretiyle Lenin yazısını Dö- gee’ye tahvil eyleyivermişler.
Dögee ile Ulug-Hem Nehrinin arasında bü- yük bir inşaat faaliyeti vardı. Büyük bir tümen kurulmuş buraya. Askerî tesisler ve lojmanlar inşa ediliyor. Tıka basa zırhlı araçla dolu bir de araç parkı var. Akşam mesai bitince tümen- deki şimdilik çoğu Tuvalı olan askerler özel arabalarına atlayıp beni Kızıl’a geçiren köp- rünün üzerinde İstanbul’daki trafiği aratma- yacak bir hareketliliğe sebep oluyorlar. Bazı Tuvalar, kısık sesle de olsa, kızıyor bu tümene. Bir kere Dögee Dağının önünde kutsal kabul edilen bir bölgeye yapıldığı için bir rahatsız- lık var. İkinci sebep olarak da Tuva Cumhu- riyetinin ileride Rusya Federasyonunun kendi “Kırımları” haline gelme ihtimalini gösteriyor- lar. İkinci sebep yüzünden Tuva’daki Tuva çoğunluğu, buraya yerleştirecekleri asker nüfusuyla “dengelemek” istediklerini, yakın gelecekte maalesef Federasyon’un, yerel yö- neticilerin de yardımıyla Tuva’nın göreceli özerkliğini ilga edip Krasnoyarsk Oblastına dâhil etme planları bulunduğunu, bu ne- denle daha şimdiden Tuva Cumhuriyeti’nin bazı resmî kurumlarının kapılarına kilit vurup bunları Krasnoyarsk’a taşıdıklarını öğrendim. Öğrendim ve üzüldüm.
Ancak Tuvaların pek dillendirmediği ama ileri görüşlü Tuva aydınlarının zikrettiği bir tehlike daha var kapıda: Çin tehlikesi. Çin’de ve Tayvan’da devlet dairelerinde Büyük Çin’in içine Moğolistan ve Tuva’yı da ihtiva eden haritalar bulunduğunu duydum. 1911 ihtilaline kadar Tuva, Mançu Hane- danlığının egemenliği altındaydı. Çinliler, Büyük Çin meselesini gündemde tutuyorlar- mış. Özellikle Çin’de eğitim alan Tuva genç- leri, sosyal medyada bu haritaların bir hayli sık dillendirildiğini ifade ettiler. Henüz uzak bir ihtimal ancak bazı Tuva aydınları, Doğu Türkistan’ın hal-i pürmelalini görüyorlar ve için için ürküyorlar. Bu yüzden Rusya Fe- derasyonuna ve onun göreceli himayesine muhtaç hissediyorlar kendilerini.
Oryantasyonumuz bitti, biraz alışveriş yaptık ve otele geri döndük. İçeri girer girmez, bir yağmur başladı ve ben Kızıl’dan ayrılana ka- dar o yağmur her gece yağdı. Bu yağmurun sesini bir öpey ırı (ninni) gibi dinleyerek uyuyakaldım.
Tıvanın Nom Ündürer Çeri ve Tuva Cum- huriyeti Ulusal Kütüphanesi
Sabah, Kızıl’a benden bir süre önce gelen Hacettepe’nin girişken ve çalışkan asistanla- rından Uğur Altındaş ile buluşacaktık. Uğur, araştırma gezisinin en önemli vecibesini yerine getirmiş, Kızıl’ın güney batısında Çadan’da yer alan Üstüü-Hüree tapınağına gitmişti. Üstüü-Hüree hem Lamaizm ile ilgili uzun bir yürüyüşü içeren bir ibadet, hem de o dönemde düzenlenen festivalin adı.
Uğur’un kaldığı ev, bana yakındı. Sözleş- tiğimiz saatte dışarı çıktım. Kaldığım otelin hemen karşısında, Buyan-Badırgı Otelinin yanında birkaç yıl önce inşaatı tamamlanmış bir Ortodoks kilisesi var. Kızıl’daki iki kiliseden birisi olan bu yapı klasik Ortodoks mimarisi ile yapılmış, güneş altında ışıl ışıl parlayan altın rengi kubbeleri mevcut. Kızıl’da ikamet eden az sayıda Rus’u iki yerde gördüm: birincisi askerî lojmanların bulunduğu semtte, ikincisi ise pazar sabahları bu kilisede. Çarşıda, pa- zarda, sosyal hayatın hareketli olduğu alan larda neredeyse hiç karşılaşmadım onlarla.
Buluşma noktası büyük bir market, banka şubeleri ve küçük restoranlardan oluşan bir sosyal alandı. Marketin içindeki fırında sabah kahvaltısı için beyhude yere simit veya ona benzer bir şey aradım. Bulabildiğim tek şey kruvasan (ayçöreği) oldu. Minibüs durağın- da oturmuş yokluktan Fransız usulü kahval- tı ederken yanıma Tuvalı bir adam yaklaştı. Baştan ayağı perişan olan bu adam sabahın o erken saatinde çoktan sarhoş olmuştu bile. Tuva’da ciddi bir alkolizm sorunu var maale- sef. Halka açık alanlarda, parklarda, bank- larda, ağaçların altında görürsünüz onları. Sadece erkekler değil kadınlar da bu illetin pençesine düşmüş. Yanıma gelen adam, muhtemelen içki almak için ihtiyacı olan bir- kaç rublenin peşindeydi. Kazak sen be? (Ka- zak mısın?) diye sordu bana teklifsizce. Şaşkın şaşkın Çok! (Hayır!) dedim. Sonra diğer Türk etnonimlerini sıralamaya başladı ilginç bir şekilde: Kırgız? Tatar? Özbek? Baktım, liste uzuyor, Men Türk men! (Türküm!) deyip kesti- rip attım. Gözleri ile elimdeki kruvasanlardan birini işaret etti. Birini ona verdim. Yanıma oturdu, verdiğim kruvasanı yerken alkolün de tesiriyle anlamsız, laf salatası tabir edilen sözler dizmeye başladı. Sırf bu gevezeyi sus- turmak ve başımdan savmak için Meen bir aytrııım bar silerge (Size bir sorum var). Tıva kiji kımıl? (Tuvalı kime derler?) diye sordum. Ayağa kalktı ve gülümseyerek Tuva Ulusal Marşını söyleye söyleye uzaklaştı:
Art-arttın ovaazınga / Geçitlerdeki ovaalara
Dajın salıp çalbargan / Taşını bırakarak dua eden, yalvaran
Tandı, Sayan ıdıınga / Tandılara (Taygala- ra), Sayanların kutsallığına
Agın örgeen Tıva men / Ak sütünü saçan Tu- vayım ben.
Men, Tıva men / Ben Tuvalıyım.
Mönge harlıg dagnın oglu men / (Zirveleri) Erimez buzlarla kaplı dağların oğluyum.
Men Tıva men / Ben Tuvalıyım.
Möngün suglug çurttun uruu men. Bitmez tü- kenmez suların olduğu ülkenin oğluyum.
…
Ben sorumun cevabını almıştım.
Uğur’la buluştuk ve 6 numaralı hatta çalışan bir minibüse bindik. Çoğunluğu kadınlardan oluşan muavinlere 10 ruble (yaklaşık 1 lira) bir ücret ödüyorsunuz. Minibüsler kalubela- dan kalma ama iş görüyor. Aracın içine sızan kalın bir mazot ve egzoz kokusu yolculuk bo- yunca ciğerlerinize bayram ettiriyor. Şoförler bizimkiler gibi. Vitesi tokatlar gibi değiştir- meleri, gaza tetiğe basar gibi basmaları, ani frenleri ve trafikte istedikleri gibi davranma- yanlara veryansın etmeleri her Türk vatanda- şının aşina olduğu şeyler. Virajlara akıl almaz bir hızla giriyorlar, siz de kendinizi bir sant- rifüjün içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. Bereket, arabesk dinlemiyorlar.
İlk hedefimiz Tıvanın Nom Ündürer Çeri (Tuva Yayınevi) ya da daha sonraki adıyla Tıvanın Yu. Ş. Kyunzegeş Attıg Nom Ündü- rer Çeri (Tuva’nın Yu. Ş. Kyunzegeş Adlı Ki- tap Yayınevi). Tuva, Tuvalar, Tuvaca ve Tuva kültürü üzerine çalışan herkes bu iki adı bilir. Bu alanlarda yazılmış akademik çalışmaların kaynakçalarında bu adlar bir leitmotif gibi tekrar edilir. Yayınevi, Şçetkinkina-Kravçenko Caddesi 57 numarada, iki katlı, oldukça eski ve bakıma muhtaç bir binada (Ben döndük- ten sonra binayı tadilat programına almışlar). Aynı binada Ulug-Hem dergisinin redaksiyon bürosu ile Tıvanın Çogaalçılar Evileli (Tuva Yazarlar Birliği) de ikamet ediyor.
Yayınevinin satış bürosu, bir ilkokul kantinin-