Ulu Çınar Babahan Muhammed Şerif


 01 Ağustos 2019

Özbekistan’ı ortaokuldayken haritalar ve kitaplar yoluyla tanımıştım. Daha sonra internetten yararlanarak bilgilerimi daha da artırmaya, zenginleştirmeye çalıştım. Soy gibi, dil gibi, din gibi, gelenek görenek gibi değerlerin, bizi birleştirdiğini anlıyor ve algılıyordum. Fakat bu beni doyurmuyordu. Bir Özbek ile tanışmak ve Özbekistan’ı ondan dinlemek, tanımak istiyordum. 1991 yılında Özbekistan, Sovyetler Birliği’nin egemenliğinden kurtularak bağımsızlığına kavuşmuştu. Buna, Irak Türkmenleri olarak çok sevinmiştik. Ancak bu sevincin tadını çıkaramıyorduk. Özbek kardeşlerimizle ilişki kurmaya, elimiz yetmediği için gönlümüzle yetiniyorduk. Çünkü bizim ülkede hâlâ dikte bir rejim vardı. Irak Türkmenlerine, köklerinin Türk dünyasının enginliğine uzadığını bildiği için, nefes aldırtılmıyordu. Türk Dünyası ile herhangi bir biçimde irtibata geçmeye müsaade edilmiyordu. Tarih 2003’e gelince, bu dikte rejim de dağılan Sovyetler Birliği gibi, ayaklar altında dramatik bir şekilde can verip vatandaşlarımızın önünde yeni ufuklar, yeni fırsatlar açılıyordu. Nihayet Türk Dünyasıyla ilişkiler başlıyor ve tarihin her döneminde olduğu gibi işbirliğiyle çalışmalar yeniden ortaya çıkıyordu. Biz de bu yeni ortamla kaynaşmayı ihmal etmiyorduk. Sağlanan her fırsatı en iyi şekilde kullanmaya çalışıyorduk. Türk Dünyası genelinde, her katıldığımız etkinlikte yeni dostlar ediniyor, yeni insanlarla tanışıyorduk.

Prof. Dr. Babahan Muhammed Şerif ile Balıkesir’de 5-8 Eylül 2018 tarihleri arasında düzenlenen Uluslararası Türk Kültürü ve Medeniyeti Kongresi’nin ilk günü bir kahvaltı sırasındatanıştım. Kongre her bakımdan muhteşem ve kalabalıktı. Türk Dünyasının, her köşesinden, her bucağından aşağı yukarı 300 araştırmacı katılmıştı. Kongreye misafir olarak davet edilmiştim. Kongre, Burhaniye Uygulamalı Bilimler Yüksek Eğitim Tesisi’nde yapılıyordu. Burasını vasıf etmek mümkün değildir. Tam anlamıyla görkemli bir tesis, altı katlı, 300 odalı, 30 süit, 100 kişilik 2 konferans salonu, onlarca küçük dershaneler ve teraslı, balkonlu yemek yerleri.

Kongrenin ilk günü sabahleyin, kahvaltımı yapmak üzere tesisin geniş bahçesine ve bu bahçenin ortasında havuzlu manzarasına bakan yemek salonunun balkonunda oturuyordum. Birisi geldi, çok tuhaf, balkonda onlarca boş masa bulunmasına rağmen masamda, karşımda oturmak için izin istedi. Kabul ettim. Otururken, Türkiyeli olmadığını farketmemi sağlayan bir şiveyle, “Tek başıma kahvaltı yapmaktan hoşlanmam.” demişti. Çok hoşuma gitmişti bu söz. Önceden tanışmamıza, daha sonra kongre boyunca birbirimizden ayrılmayarak uzun uzun sohbet etmemize güzel bir başlangıç olmuştu.

Babahan Muhammed Şerif’in Özbek olduğunu işte o ilk görüşmemizde öğrenmiştim. “Memleket neresi?”diye sorduğumda cevap olarak “Özbekistan.” gelince, kalkıp sarılmak istemiştim. Daha sonra Türk Dünyasında özel bir konuma sahip olan, ülkesine her türlü emek vermeyi esirgemeyen bir aydın olduğunu ve bu yönde yapmış olduğu çalışmaları öğrendim. 1971’de Taşkent Üniversitesi’ni bitirdikten sonra yazar, araştırmacı, gazeteci, tercüman olarak çalışmıştır. 1989 yılında Taşkent Yönetim ve Politika Enstitüsü’nü tamamlamıştır. Özbekistan Yazarlar Birliği üyesidir. “Muştum” dergisi, “Taşkent Akşamı” gazetesinde muhabir, “Özbekistan” yayınevi bölüm müdürü, Özbekistan Basın Bakanlığı baş editör, bakan müsteşarı, “Gafur Gulam” basın yayın evi genel müdürü, “Golos Uzbekistana” gazetesi genel müdürü, Özbekistan Cumhurbaşkanına bağlı “Devlet ve Cemiyet Kuruluşu Akademisi” yayın evi müdürü, “Musika” yayın evi müdürü görevlerinde bulunmuştur. Türkiye, Kıbrıs, Makedonya, Güney Kore, Türkmenistan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan’da uluslararası sempozyumlara katılmış ve yaklaşık elli esere imza atmıştır. O, durmadan hizmet vermek için kalemini bilemiş, atını koşturmuştur. Bu muhteşem çalışmalarına, yeni çalışmalar ekleme heyecanını yüzünde görüp, sesinin tonunda hissetmek mümkündür.

Görüştüğümüz sürece projelerinden, gelecek için neler düşündüğünden, yeni yola çıkmış bir genç delikanlının coşkusuyla durmadan söz ediyordu. Bu coşkuda gurur yoktu, kendini beğenmişlik yoktu. Milli bir görev sorumluğu ağır basmaktaydı. Fazlasını yapmak isteği hâkimdi duygu ve düşüncelerine. Sovyetler Birliği egemenliği altındayken, milletinin kaybettiği zamanı geri almak ve o kayıptan oluşan boşluğu doldurmaktı asıl amacı. O tarihlerde Özbekistan soykırıma, asimilasyon eylemlerine maruz kalmışsa ve bunlardan hangi yaraları almışsa, o yaraları iy daha güleştirip güçlü bir biçimde yola devam etmekti asıl amacı.

Coşkusuna, duygu ve düşüncelerine, aynı sıkıntıları yaşayan bir Kerküklü olarak, katılmamak mümkün değil. “Türkmen Kültürü” dergisinde yayımladığımız “Sovyet ve Müstakillilik Döneminde Özbekistan’da İnsan Özgürlüğü ve Maneviyatı” yazısında, Sovyetler Birliği’nin Özbeklere karşı yürüttüğü siyasetten değil de adeta Irak’ta 2003 öncesine kadar Türkmenlere karşı yürütülen siyasetten söz ediliyordu. Bu ülkelerde, iktidara gelmeden önce rejimler tarafından millete verilen fikir özgürlüğü vaatlerinin, kültürel ve siyasi haklar ile ilgili vaatlerin tam tersi yapılmıştır. Baskılar artırılıp eritme, yok etme politikasının en acımasızı uygulanmıştır. Her şey gasp edilmiştir. Ana dilde konuşma hakkı elimizden alınmıştır. Bu zulümlere karşı milletçe direnmeye çalıştık. Birlik beraberlik içinde, başta kültür olmak üzere tüm manevi varlıklara milletçe sarılarak yolumuza taviz vermeden devam ettik. Bir milleti kurtaran etmenlerin başında bu manevi değerlere birlik ve beraberlik içerisinde sarılmak vardır. Yoksa Babahan Muhammed Şerif’in “Kurt ve Koyunlar” şiirinde anlattığı gibi, kurtlar her fırsattan yararlanabilir ve halkı teker teker avlayarak yutabilir, yok edebilir.

 

Çocukken bir akşam

Masal anlatmıştı babam.

Bir vadi varmış otlar az.

Koyunların arzusu:

Varsa bir bol otlak

Doysa kendisi ve kuzusu.

Bir gün kurt geldi yanına sürünün

“Ya, bu ne hâl, ne acı kader?

Size çok acıdım.

Eğer isterseniz,

Götürürüm otları bol,

Suları tatlı yaylaya.

Yaşarsınız kaygısız, tasasız.

Gür orman arkasında

Ama yol uzak, eziyetli,

Dayanacaksınız.

Karar sizden,

Başçılık bizden.”

Danıştılar koyunlar

Evet, dediler birden

Her biri hoş ve şen.

Kalın, kara ormandan yol geçtiler bir kaç gün.

Bir akşam kurt ansızın saldırdı bir koyuna

Çiğnemeden yuttu koca ağzıyla.

Koyunlar taş kesildi dehşetten

“Ya, bu ne iş, siz bize neler neler demiştiniz?”

“Doğru neler neler demiştim

Ama uyarmıştım vardır çetin eziyetler.

Sabredeceksiniz, yürümeye devam edeceksiniz,

Sonunda muradınıza ereceksiniz.”

Çare yok, dönmek yok, koyuldular koşmaya.

Sabah, öğlen kurt yedi bir bir koyunları

İştahı açıldı da açıldı

Akşama gitti iki koyun.

Sonunda kalmadı ya tek bir koyun.

Kurt koca ağzını yaladı

Ve dedi ki:

“İyiki bol otlak hakkında var bir masal

Karın doyar, kaygı gider”.

Uyarmıştı babam, böyle masal çok olur.

Uyanık ol,

Hoş olur.

Geçti aradan yıllar,

Kıra döndü saçlar.

Ben uyanık değilim baba,

İnanırım hâlâ masallara.

 

Babahan, yalnız teşhis eden bir yazar değildir. Ayrıca zorlukları yenmek için nelerin ne şekilde yapılmasını öne süren bir fikir adamıdır. Fikirlerini cesur bir tavırla anlatır. “Bir ülke özgür olmayınca insan da özgür olamaz, manevi hayatında da özgürlüğü bulamaz.” “Tarih, Sovyetler Birliği’nde komünizm tecrübesine hak vermedi. Bu devletin başarılı olmamasının esas nedeni şu ki, o siyasi ve iktisadi hayatta rekabeti yok etti. Hâlbuki rekabet ilerlemenin lokomotifidir. Gelişen devletlerin tecrübesi bunun en sarih delilidir.” “Tabii ki, aynı anda yeni devlet kurmakla yeni ekonomiye geçmek kolay değil. Bu yolda bir takım zorluk ve engelleri aradan kaldırmak, aynı zamanda insanların psikolojisini değiştirmek gerekir. Farabi “Fazıl İnsanlar Şehri” eserinde “Cahil insanlar baht ve devlet olarak gözüken geçici nesneleri, mal dünyayı, görev, şöhret gibileri hakiki baht, bolluk zannederler. Bu nimetlerin her biri cahil insanlar nazarında yaşam maksadı, saadet olarak görünür. Hâlbuki maddi ve manevi nimetler uygun olduğu zaman hakiki saadete ermek mümkün.” Diye yazmıştı. İnsanların psikolojisinde Sovyetlerden kalma bu gibi kusurlar; demokrasiye dayalı yeni bir ülke kurmak yolundaki engellerdir. Onları yenmek tabii ki zaman alır.” “Hür ülkede yaşayan her bir vatandaş ilk önce özgür insan olarak özlüğünü bilmesi, kendi geleneklerini, töresine hürmet etmesi gerekir. Zaten insan, özgürlüğü kalben his ve idrak etmezse, onun özgür vatandaş olarak faaliyet göstermesi mümkün değildir.” der Babahan.

Babahan’ın tüm eserlerini okuma şansına kavuşamadım. Fakat bütün eserlerinde bu düşünceleri savunmakta olduğunu, onunla Türkiye’de saatlerce yaptığım sohbetlerden çıkardığımı söyleyebilirim. Tüm sohbetlerinde selis bir insan olduğunu hissediyordum. Kapalı tarafı yoktu. Neyi seviyorsa, neden nefret ediyorsa dilinin ucundaydı. Kendini çok güzel ve cana yakın bir şekilde ifade ediyordu, sözüne safsata katmadan, yersiz bir deyiş karıştırmadan ifade ediyordu. Şiirlerini okurken kendisini karşımda görüp sesini duyar gibi oluyorum. Şiirlerine kendi karakterini yansıtmış, içini olduğu gibi dökmüş, abartısız yazmıştır. Geleceğe, geleceğin daha güzel olacağına inanan her ülkücü insan gibi umutsuzluğa yer yoktur şiirlerinde. “Şafak Söker” şiirini okuduğunuz zaman, bir insana hitap ettiğini hissedebilirsiniz. Şiirlerinde asıl muhatabı, gençliktir. Bir milletin, geleceğini belirleyen gençlik.

Ağlar delikanlı

    öksüz,

        yalnız.

Sevilen

    vaz geçmiş

        fütursuz.

Varlıklı,

    yalancı

        bir adamı

            seçmiş.

Artık gönül

    karanlık

        yanık yanık.

Isdırabım şimdi

    Harmanda yanan

        kor misali.

Kuş idim

    kanatlarım

        büküldü.

Bülbül idim

    sesim

        kesildi.

Hoşnut idim,

    sevinçlerim

        döküldü.

Urgan yaptım

    iplikleri

        kül imiş.

Yuva diktim

    tuğlaları

        kum imiş.

Helâlin kısmetinde

    bir zelillik

        var imiş.

Ağlama

    üzülme,

        ciğerparem

Vefasız yâr için

    gerekir mi

        ağulanlamak?

Gözyaşına

    değer mi

        yüreğini dağlamak?

Bırak,

    doğruluk senin

        yalanlar onun.

Gönülde varsa

    Rab aşkı,

        talihin sana yar olsun.

Elbet sana da

    doğacak günler

        var.

Başını

    kaldır

        kalbinde varsa iman

Elbette şafak söker

    garibim

        çekme keder

Bir bir nur

    gelecek

         sihirli.

Parçalayacak

    karanlık göğsünü

        unutma bu sözümü.

 

Özbekistan sevgisini “Allah’ım ne güzel yaratmışsın yurdumu.” şeklinde çok basit ancak çok manidar bir ifadeyle dile getiren Babahan’ın kalemiyle, eserleriyle, çalışmalarıyla yurduna vermiş olduğu hizmet takdire şayandır. Onun özgeçmişine göz atanlar şaşırmadan edemez. Ömrünü bu yurda adamış olduğunu görürler. Kendi mutluluğunu yurdunun, toprağının, bayrağının saadetinde görmüştür ve bu yönde ne gerekiyorsa onu üstenmekten geri kalmamıştır. Dergicilik, gazetecilik, çevirmenlik, araştırmacılık, denemecilik, şairlik ve bütün bunların yanında gittiği her yerde Özbekistan’ın tam anlamıyla temsilciliğini yapmıştır. Türk dünyasının güzel bir parçası olan o verimli toprakların zengin tarihinin, bereketli kültürünün aynası, güzel insanlarının elçisi olmuştur. Onunla Türkiye’de uzun sohbetlere dalarken ve dinlerken bütün bunlara tanık oluyordum. Haritalar, kitaplar dışında kalan Özbekistan’ı daha iyi tanıyor ve tanıdıkça daha da seviyorum.

Bu günlerde 70. yaşını kutladığımız bu büyük değeri, kendi adıma ve bütün Irak Türkleri, özellikle de edebiyatçılarımız adına gönülden kutluyorum. Nice nice başarılı, verimli yıllar diliyorum.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 152. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 152. Sayı