Uzakları Yakın Kılan Bir Gönül Mektebi


 01 Nisan 2024

Yıllarca yazan bir insan olarak tek başıma geldiğim bir noktada artık hayatımda bir dokunuşa ihtiyaç duyduğumu hissediyordum. Üslubum bir yerde tıkanıklık yaşıyor, hep aynı tekrarlar arasında yol alamıyordum. Okumalarım arasında esinlenmeler yaşadığım yeni yazı denemelerim de beni mutlu etmiyordu. Farklı yazarlık atölyelerinde katıldığım çalışmalar ruhuma hitap etmiyor, öğrendiklerim hep yüzeysel sonuçlar ortaya çıkarıyordu.

Benim ihtiyaç duyduğum kaynak “ben”in seslenişlerine cevap vermiyordu. Benim ihtiyaç duyduğum ses “biz”e ait sesler olmalıydı. Her nereden geliyorsa gelsin yürekten gelmeli, gönlümün sesi Türkçemin ses bayrağını dalgalandırmalıydı.

Yaşadığım şehirde “biz”im sesimiz kısık çıkıyordu. Öyle bir maya çalınmalıydı ki dokunuşunda Türklüğün gönül coğrafyasında harmana dönüştürmeliydi. İnsan olarak tek başımıza kendimize ait olanı tanımak, tanımlamak hiç de kolay değil. İllaki bir rehberin dokunuşuna ihtiyaç duymalıyız. Bunun için el yordamıyla gelebildiğimiz noktadan daha ilerisine geçebilmek bize ayna tutacak samimi ve usta bir bakışın gözetiminde olmalıydı.

Salgın zamanında yaşadıklarımız bizi o kadar etkiledi ki. Bu etkilenmeler belki travmalara sevk etti bizi. Bazen de hiç ummadığımız bir anda kendi iç dünyamızda yepyeni yolculuklara çıkmamıza vesile oldu. İşte bu zamanlarda bir arkadaşımın haber vermesiyle kendimi “Bebiha” kitabını okurken buldum. Osman Çeviksoy ismi üniversite yıllarımdan beri bir okur olarak bende özel bir yeri olan eserlerin yazarıydı. Onun Anadolu’muzu “bizim” sesimizde buluşturması ve ruhumu en güzel şekilde kucaklayan kusursuz Türkçesi edebiyatımızda Osman Çeviksoy ismini çok özel bir yere yerleştiriyordu.

İnternette dolaşırken Osman Çeviksoy isminin yanında “Avrasya Yazarlar Birliği” ismi geçiyordu. Ve Osman Çeviksoy ismi ile “yazarlık atölyesi” ismini bir arada görünce tarifi imkânsız bir heyecan ve kararlılıkla bu kanalı sıkı takip etmeye başladım. 

Ve Rabbim güzelliklerle buluşmamıza vesile kılar ya, Osman hocamın telefonuna ulaşma imkânı buldum. O senede öğrencilerime Bebiha’yı okutmuş hocamla nasıl buluştururum derdine düşmüştüm. Hocamın numarasını çevirdiğim andan bugüne neler yaşadım neler? Anadolu’yu mayalayan ruhun Türklüğün, Türkçenin varlığını adını Avrasya olarak belirleyen bir fidandan koca ulu bir çınara uzanan hizmetlerin varlığı ve bu varlığa gönülleriyle sahip çıkmış gönül güzeli aydınlarımızın hizmetleriyle yaşattıkları bir kuruma dönüşmüştü: “Avrasya Yazarlar Birliği!” 

Kardeş Kalemler dergisi, Bengü Yayınevi, “Balkanlar, Türkistan, Avrupa ve Türkiye” Yazarlık Atölyeleri. Türkçenin söz ve mana varlığında toplanan bu hizmetler Türklüğü bir gönülde buluşturuyor, yazının varlığında kültürel bir can suyu olmaya talip olmuştu. Ve burada hizmet veren insanlar. Yakup Ömeroğlu, Ali Akbaş, Hüseyin Özbay, Osman Çeviksoy ve burada isimleri gönlümüzde yer eden isimler kültürel kılcal damarlarımıza hayat vermek için bir olmuşlardı. Bengü Yayınevi’nde basılan yüzlerce eserin varlığın Türklüğün ortak bir temelde “Biz”im sesimize kaynaklık, belgelik ve en önemlisi bir “akademi”ye dönüşüyordu. Yapılan hizmetler, etkinlikler, uluslararası yarışmalar Avrasya Yazarlar Birliği’ni benim için efsanenin gerçekleşmesi demekti.

Gelelim bu güzel şahikanın varlığında yapılan hizmetlerden ve benim yıllardır aradığım “bizim sesimize” kaynaklık edeceği yazarlık atölyeleriyle tanışmama. “Türkiye Yazarlık Atölyesi”ne başvurmam ve çevrimiçi ilk derse katılışım ve o an yaşadığım heyecanını anlatamam. Atölyemizin hocalığını Ataman Kalebozan ile Nurhan Buhan hocalarım yürütüyordu. Osman Çeviksoy hocam da usta dokunuşlarıyla rehberlik yapıyordu. Atölyeye katılan farklı şehirlerden, farklı mesleklerden hatta Kırım’dan, Güney Azerbaycan’dan, Azerbaycan’dan katılımcılarla başladığımız yolculukta kendimde çok farklı uyanışların yaşanmasına vesile olmuştu. Katılımcıların ya da atölye öğrencilerinin yazılarıyla “bizim” sesimizin varlığını hissetmem ise yıllardır aradığım sesi nihayet bulabilmenin yaratığı güzelliklerle buluşmama vesile oldu. “Ben”imin dışında aslında bana ait olan sesleri bir üniversite öğrencisinin, bir üniversite öğretim görevlisinin, bir ev hanımının, bir emeklinin hikâyelerinde buluyor ve kendimi tamamlıyordu. 

Ataman hocamızın zarafeti, Nurhan hocamızın nezaketi ve Osman hocamızın şefkati arasında yaratılan tatlı bir disiplin ile yazdıkça kendimize ait sesi bulabiliyor, kendimize ait olan farkına varamadığımız yeteneklerimizi keşfetmemizi sağlıyordu. İtiraf ediyorum o vakte kadar hep denemeler yazan ben, aslında deneme değil hikâyeler yazdığımı keşfettim. Alacağımız yol uzundu ve bu yolda ilerledikçe her insanın bu dünyadaki yarım kalmışlığını ancak yazarak tamamlayabileceğimizin şuuruna varıyorduk.

Atölyede öğrenci olmak o kadar güzeldi ki. Her türlü hatayı yapabilme esnekliğimiz vardı. Bir edebiyat öğretmeni olarak benliğimizi çepeçevre saran kalıplardan kurtuluyorduk yavaş yavaş. Atölyedeki çalışmalar sadece yazılarıma, düşünce dünyama değil öğretmenliğime de çok şeyler kattı. Öğrencilerimle yaptığım çalışmalarda, etkinliklerde aslolan gönül buluşmalarını geliştirdi.

Atölyedeki katılımcıların eserlerine o kadar kıymet veriliyordu ki yazılan yazılar Kardeş Kalemlerde yayınlanıyor, dönem sonlarında yapılan bir buluşmada atölyenin yetiştirdiği mezunların ve Avrasya Yazarlar Birliğinin ustalarının buluştuğu bir programda görücüye çıkıyordu. İlk hikâyemi bu güzel insanlar karşısında okumak ise apayrı bir kazanıma sahip olmamı sağladı. Bizim kısık seslerimiz Türklüğün asırlık dünyasında yer buluyordu.

Atölyeyle hayatıma giren güzel insanlar, dostlar bu büyük ailenin bir parçası olmanın onurunu yaşatıyordu. Onların dokunuşlarında kazandıklarım gönül ikliminde kelimelerime, cümlelerime ve yazdığım her bir hikâyeme ses verdi. Paylaştıkça zenginleşiyordum. Arayışlarım yönümü ve hedefimi bulmama vesile oldu. Yazdıkça ve de yazdıkça daha yol almamız gerektiğini öğrenmiştim. Bu yaşa bakmıyordu. Nefes aldığımız her ana şükrederek üretmeye, hizmete devam etmeliydik.

Yazdığım her bir hikâyede Osman hocamın, Ataman hocamın, Nurhan hocamın sesini duyuyorum. Hikâyelerime aynı dönemi paylaştığım arkadaşlarımın cümleleri, Balkanlar ve Avrupa atölyelerinde dinleyici olarak katıldığım arkadaşlarımızın sesleri eşlik ediyor. Ve bu büyük yazarlık ailesinin eserleri arasında benim de iki hikâye kitabımın varlığı beni mutlu ediyor. Atölyede yaşadıklarım ve öğrendiklerim öğrencilerimle yaptığım çalışmalara da yön veriyor. “Bizim” sesimizin “bizim eserlerimizin” varlığıyla hayat bulması ise apayrı bir dönüm noktası.

Yazarlık atölyesinin yazılarıma hatta hayatıma neler kattığını sayfalar dolusu yazsam tam anlamıyla ifade edemem. Fazla söze ne hacet! Atölyede yazdığım ilk hikâyenin ilk cümleleri her şeyi anlatıyor aslında. 

“Biliyorum. Ne kadar uzaksan, o kadar yakınım sana. Ne kadar kaçarsan kaç içinde bana ait olanla kaçıyorsun: Sevgimle! Oysa sen ne kadar yakınımdaydın. Sözde değildi hatıraların sıcaklığı. Biliyordum, kendimden kaçtığım zamanlarda bile biliyordum. Bu yürek benimledir.

Sesler ve ışıklar ülkesinden çıkıp gelmiştin. Yılların susuzluğuna, suskunluğuna can suyu olmuştun. Kolum kanadım kırık kendi hâlimde yaşayıp gidiyorken ışığım olmuştun.”

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 208. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 208. Sayı