Vaqif Behmenli: “Yaratıcılık ismin yedinci hâlidir”


 01 Nisan 2025


Şair Vaqif Behmenli ile şiir mülakatı / Mülakat: Ülkü Taşlıova

Vaqif Bey sizin yüzlerce şiirinizi zevkle okudum, her biri ayrı bir dünya gibi. Çok etkilendiğim, hüzünlendiğim şiirlerinizin yanında, çok düşündüren mısralarınızı da gördüm. O duyguları, düşünceleri, hayatı ve insanı temaşa etme sanatınıza hayran kaldım.  Bunları okurken, Vaqif Bey bu duyguları şiirlerle yazmasaydı neyle anlatırdı, diye düşündüm. Vaqif Behmenli bu şiirleri yazmasaydı ne yazardı?  Veya şiir yazmasaydınız yazı hayatınız bugünkü gibi olur muydu, sorusuyla söze başlayalım isterseniz.

Merhaba, kıymetlimiz Ülkü Hanım, söylediğiniz değerli sözler için içten teşekkürümü bildiriyorum. Türkiye’ de yayınlanan “Hüzünlü Mısralar” adlı ilk kitabımı (Ankara, “Bengü”, 2018) Türkiye Türkçesine aktardığınız için size ve bu işte müstesna hizmeti olan, Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu Bey’e minnettarım. Hakkınızı helal edin. İnanıyorum ki, birlikte edebî çalışmalarımız tüm Türk Milleti adına yıllar boyunca devam edecektir.

İlk sorunuzdan başlayalım, düşündürebilecek bir makama dokunmuşsunuz. Şu sualin  uygun cevabı belki de benim tarafımdan susmak olurdu. Ben edebiyatla, söz sanatı ile ilgili olmayan, onun dışındaki Vaqif Behmenli’ yi göz önünde tutamıyorum. Aslında öyle birisi hiç yok. Hayat anlayışıma göre şu dünyada edebiyattan başka her ne varsa, gelip geçicidir. Geldi, gittidir. Şu, yalnız kendi yaptıklarım açısından değil de bütün dünyanın büyük edebiyatına, genellikle ulu söz sanatına ait bir kanaattir. Edebiyat bana göre hava, su, gün ışığı, tarih, felsefe, vatan, Türklük... gibidir. 

Ülkü Hanım, biz kökü ve tarihi aynı olan, birbirinden başlayan yahut birbirini tamamlayan muhteşem, imparator duruşlu, şahane bir edebiyatın evlatlarıyız. Bunu size, eski ve çağdaş dünya edebiyatını Türk ve Rus dillerinin, aynen kendi hevesimin verdiği imkân dâhilinde gözden geçiren birisi olarak söylüyorum. Mukayese ederken her defa gurur hissi duyuyorum ki, biz kaybolup gitmesi hiç mümkün olmayan bir varlığa sahibiz. Evet, bu hazinenin ismi Türk halklarının edebiyatıdır! Bu servet, edebiyatı yaradan büyük kalem üstatlarımıza ait olmakla beraber, şüphesiz (ve daha fazlasıyla) edebiyat yaratmakla meşgul olmayan insanlarımız, yani halklarımız, milletimiz  de şu hudutsuz servetin sahibidirler. Nedir bu hazine? İlk önce bizim bütün folklorumuz, halk edebiyatıdır. ”Gılgamış”, “Avesta”, “Orhon-Yenisey” yazıları, “Yaratılış” ve diğer mevzularda Türk eposları (destanlar), “Kitab-ı Dede Korkut”, “Kutadgu Bilig” (Yusuf Has Hacib – Balasugunlu), “Divanu Lügat-it Türk (Kaşgarlı Mahmud)...  gibi abideler, aynı zamanda  devrin talepleri ile ilgili olarak Arap, Fars ve takriben XII. – XIII. yüzyıllardan  başlayarak Türk dillerinde meydana getirilen yazılı tarihi ve klasik sanat eserlerdir. Dikkat edin, en yakın tarihte Sovyetler dâhilindeki Türk Cumhuriyetlerine mensup birçok Türk yazar, Rus dilinde de kıymetli eserler vermişler; mesela, Cengiz Aytmatov, Olcas Süleyman, Cengiz Hüseynov, Rüstem və Maksut İbrahimbeyov kardeşleri v. s.

Hatta  ben bu servet listesinin en şerefli yerinde millî ve tarihî düşüncemizin parlamasında, Türk birliğinin gelişmesinde müstesna rol oynamış “Kur'an-i Kerim”in, mukaddes kitabımızın da adını yazarım.

Evet, muhteşem dünya edebiyatı benim için neredeyse dünyanın kendisi kadar dünyamdır. Bu sebeple edebi sözden, edebiyattan farklı her hangi bir estetik ifade sahasında kendimi burada olduğu kadar güçlü ve rahat hissedemezdim. Bağırarak şarkı söylemekten, yani muğam, musiki okumaktan başka (Çünkü bunun için Allah insana güzel ses, musikiyi kavrama kabiliyeti vermeli. Bence musiki söz sanatından daha seçkindir ve evet, bu,  Allah vergisidir.) herhangi bir yaratıcılık sahası bana göre katiyen imkansız görünmüyor. 

Çocukken resim çiziyordum. Tuhaftır esasen yazarların (Mesela, Nizami Gencevi’nin, Molla Penah Vaqif’in, hatta Lenin’ in...) portrelerini çiziyordum. Taşa, tahtaya, bostan bitkilerine (Karpuz, Yemiş, Balkabağı...) göz, burun, kulak yapıyordum. Sonra söz öne çıktı.

Az önce dediğim gibi, sanatın birçok dalı elit bir niteliğe sahiptir; örneğin, piyano, keman, tar, kamanca çalmak ya da resim yapmak için mutlaka profesyonel bir ortamda yetişmek gerekir. Biz köy çocuklarıydık. Orada müzik aletleri öğretilmiyordu. Yani bunların okulları yoktu. On sekiz yaşında Bakü’ ye geldikten sonra da güzel sanatlarla uğraşmak için geç kalınmıştı. Bir bakıyoruz ki tren geçip gitmiş... 

Edebiyat ise öyle değil. Zengin ya da fakir olmakla alakalı değil. Her evin kendi içindeydi. Benim anam ve diğer analar yüzlerce masal, bayatı, şiir kıtaları bilirlerdi. Diyebilirim ki her gün, her akşam onları anlatırlardı bizlere. Çoğu zaman analarımıza, dedelerimize yalvarıp yakarıyorduk ki bize herhangi bir masalı anlatsınlar. Anam dokuz çocuğunu, yani beni ve diğer kardeşlerimi babasız büyüttü. Bu, çok eskiden olmuştu.  O zamanlar anam, benim de öğrencisi olduğum ortaokulun kütüphanesinin temizlik işlerini yapıyordu. Bu o demek oluyor ki ortaokulun iptidai sınıflarında olmama rağmen yüzlerce kitapla temas imkânına sahiptim. Eğer yürekte söz âşkı yuva kurmuşsa, istisnasız olarak her bir edibin en güvenli muallimi, en doğru üstadı kitap ve mütalaadırÜniversiteler yazara fevkalade bir şey öğretmiyor. Onlar önceden tasdik olunmuş program esasında çalışıyorlar. Maksatları yazar yetiştirmek de değil.

 Yalnız kitaplar ve derin düşünülen hayat müşahedeleri, bir de birbirine kavuşarak her defa yeni mana ifade eden söz diziminden şahsen zevk almak, başkalarına da zevk vermek, yani insanlara tesir edebilme mahareti ve şansı sanatkar varlığını şekillendirebilir. 

Nihayet, sualinizin cevabını yekûnlaştırıp demeliyim ki, yaratıcılık süreci içerisinde türler, formlar koşulludur. Onlar edebiyatın tarihi, ananevi inkişafı ile meydana gelen şekillerdir. Hakiki yazarlar şiirden romana, gazetecilikten dram eserlerine kadar her istikamette kalemlerini sınamış ve başarı elde etmişler. 

Ben kendimi onlarla mukayese etmiyorum; poetik eserler hacminde, belki ondan da çok nesir eserleri, sanatsal roman ve piyesler yazmışım. Rusçadan tercümeler yapmışım. Onların her biri bana göre şiirlerim kadar ehemmiyetlidir. Daha doğrusu ehemmiyetli olmuştur.  İster şiir olsun ister nesir yazıp bitirdiklerim, okuyucuların ihtiyarına verilen eserler yurttan kanatlanıp, tamamen başka bir mekânda yuva kurmuş evlatlarım gibidir. Onlar kendi hayatını yaşıyor, beni yaşatan ise düşüncemde olan, ama  hâlâ yazamadıklarımdır.

Vaqif Bey sohbetimize kısa bir soruyla devam etmek istiyorum. Sizce hayatta gördüğümüz, hissettiğimiz, yaşadığımız, düşündüğümüz herşey mısralara dökülebilir mi?

 Bence edebi yaratıcılık düşünüldüğü kadar sade mesele değil. Eşyaları, doğal varlıkları, gereksizliklerin ve hadiselerin sonucunu bir kenara koyalım. Hatta yazarın, sanatkârın, sanatkârın içinde olduğu hayat denen külli âlemin kendisi yazar için vasıtalardan biridir.  Elbette hayat anlayışı sonsuzluk kadar geniş mana taşıyor. O, canlıdır, tekrarsızdır. Aslında hayat var olmanın  felsefi ifadesi, bizim elimizin ulaştığı, ulaşmadığı âlemin umumi adıdır. Hayat esastır, ancak o, edebiyat değil, edebiyatta hayat değil.  Eğer gerçek hayat varsa ve hiç kimse, hiçbir surette onun yenisini yahut ikizini meydana getirmezse, herhangi bir şekilde yekûndan, sonuçtan söz edebilir mi? Edebiyat şuur, şuur formu, insanın özünü ifade yollarından biridir. Bütün ilimlerin ayrı ayrı, kendisine ait nesneleri var. Edebi yaratıcılığın, onunla bağlı olan edebiyatşinaslığın da nesneleri var. Diğer bütün ilimler, muayyen manada edebiyatın nesneleridir. Tabii ki, en başlıcası hayatın kendisi edebiyatın nesnesidir.

Edebiyat yalnız maddi olanlardan değil, manevi olanlardan, başka bir deyişle, idrakten da istifade ediyor. İdrak yalnız insanlara mahsustur ve o, ferdidir, umumi anlayışlar herkese ait edilse de ferdi bakışlar hiçbir zaman tekrarlanmıyor. Sanatsal yaratıcılığın yürekle hiçbir alakası yoktur. Yürek ezeldedir, o, sadece bedene kan dağıtıp onu çalıştırıyor. Yaratıcı şuurun ürünü olan entelektüel sanat mahsul aslında bütün hissiyat uzuvlarının (tat, koku, görme, dokunuş, bilgi...) bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok faktörlerin iştiraki ile meydana çıkıyor. Böyle olduğu halde hissedilen, yaşanan ve düşünülenlerin hepsinin mısralara dökülebilme şansı yoktur. Şair hayatın, hissettiklerinin binde birini  yazmak kudretine sahip değildir. Bu hiçbir şairin sorumluluğa da değildir. 

Peki nedir şairi söz Leylası ardınca, Mecnun eyleyip sahralara salan?  Elbette, sanatsal sözün efsunu! Şair dünyadaki âşktan farklı bir âşk yaşamak istiyor. Öyle bir âşk ki herkes orada ümitleniyor, birleşiyor ve öyle o anda da herkes orada ayrılıyor.

 Edebiyat, edebi yaratıcılık (art) sanattır, yani estetiktir. Edebiyatın öyle epizotları var ki onun karşısında hayat da mağlup oluyor. Bu manada ben de istisna değilim. Eğer hayatımdan geçen her bir anı edebiyat bakımından değerlendirseydim, yine de bütün görüp, düşündüklerimi sanatsal söze çeviremezdim, eğer böyle söylemek caizse, keşif ve buluşların sayısı ve keyfiyeti şimdikilerden ileri derecede zengin olabilirdi belki de... 

2019 yılının temmuz ayında  dünyanın en güzel, en zarif, en romantik, en hüzünlü, en görgülü, en kültürlü şehri olan, bizim de hayran olduğumuz ve çok sevdiğimiz Bakü’deydik. Sizin gönlünüz gibi bereketli ve huzurlu hanenizde, helal sofranızda misafir olduk. Bize yaşattığınız o güzel günler için eşiniz Rahila Hanım’a ve size tekrar teşekkür ederek konuşmamıza devam edelim istiyorum. Bakü’de sizi izlerken, derin manalı şiir gibi bir insan olduğunuz kanaatine vardım. Merakım şudur ki bu kadar güzel bir insanın şiir yazarken hâli nasıldır? Düşünceleri Karabağ gibi yaralı, ruhu Hazar gibi sırlı, Bakü gibi sihirli midir? Teşekkür ederim…

Şairler iki şeyi çok severler; sözün ve sevdikleri insanların hizmetinde  olmayı. Fakat içten gelen bu iki isteğe hiçbir vakit tam kavuşamazlar. Siz  daha büyük sevgilere layıksınız. Zaten siz Azerbaycan’ı iyi tanıyorsunuz. Ama o, sizin bildiğinizden de cezbedici bir ülkedir. Zamanınız yetmedi. Sizi yeterince gezdirip, dolaştıramadıkAma nagüman değilim, zamanın özünün de zamana ihtiyacı var. Sağlık olsun, vakit gelir bütün Türk dünyasını dolaşma fırsatı buluruz.

Azerbaycan dilinin gramerinde ismin altı hâli var, bunlar eşyanın (varlığın)  hâl ve hareket vaziyetlerini bildirir. Bence, yaratıcılığın hiçbir makamı bu altı hâle sığmıyor. Yaratıcılık ismin yedinci hâlidir. Hatta Tanrı tek, vahit olsa bile, onun hâlleri sonsuzdur. Tanrı dünyayı yedi günde yaratmış. Suyu, havayı, göğü, yeri, bitkiyi, hayvanı, insanı... Bunları O, ardısıra yaratmış. Önce yaptığının neticesi hoşuna gittiğinde  sonrakini yaratmış. Bana öyle geliyor ki, yaratıcılık hâli dertle değil,  sırla, sihirle değil zevkle alakalıdır. Yaratıcı, insanı yarattıkça yarattığındaki mana derinliğine, fikir yüceliğine vardıkça yaptığı işten zevk alıyor... Yani yaratmak Tanrı’ya has bir cihettir. Yaratıcılık kuşun havada sonsuz bir hevesle kanat çırpıp uçmasına benziyor.  İnsana öyle geliyor ki, kuş bütün âlemden (dağ, orman, su, insan, hayvan, bitki) farklı olarak uçabildiğine göre sevinir. Hayat cilalı değil, o, yontulmamıştır. Tabii ki, fevkaledeliğine bakmayarak hayattan ayrı hiçbir şey edebiyat olamaz. Hayat söze karıştıkça, ona kaynayıp, kavuştukça edebiyat zenginleşerek cana geliyor. Bu manada dertli Karabağ, ruhu sırlı Hazar, sihirli Bakü, şairi, dillendiren sebeplerden sadece üçüdür. Ben onları şimdi sizin ifade göre ayrıca bir bütün halinde göz önünde tutmaya gayret ediyorum. Zaten, ben onların bir parçasıyım. Onların içinde yaşıyorum. Hangi derecede onlar benimse, bende o derecede onlarınım…

Vaqif Bey birçok eserinizin olduğunu biliyorum. Bunların içinde romanlar, makaleler, denemeler, köşe yazıları da var. Bunları sıralarken aklıma, ‘Sizi siz yapan ya da sizi daha iyi ifade eden, sizin de düşüncelerinizi en iyi şekilde ifade ettiğiniz şiir sanatı mıdır yoksa az önce sıraladığım yazım sanatı mıdır?’ sorusu geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Benim bacımın, Şahin adında bir oğlu var. O, İnce Sanatlar Üniversitesini bitirdi. Sonra başka sahada da çalıştı. Şahin, kabul imtihanlarına giriş zamanlarında köyden Bakü’ ye gelip, bizde kalıyor ve sınavlara hazırlanıyordu. Bizim  altıncı kattaki evimizin sokağa açılan eyvanı vardı. Şahin o eyvana çıkarak güzel ve yüksek sesle şarkı söylerdi.  Ben onun sesini işitince eyvana çıkarak “Ne oldu bacı oğlu, niye böyle yüksekten okuyorsun? Sokaktan insanlar geçiyor, onlar sesi duyunca bizim eyvana bakıyorlar...” diyordum. Şahin ne diyordu biliyor musun? “Dayı böyle okuyorum ya, bu benim kendimle alakalı değil. Ne zaman şarkıyı söylemeye başladığımdan haberim olmuyor.” Bakın, Şahin de musiki nasılsa, bende de şiir öyledir. Poetik düşünce tarzı benim tabiatımdır, bir çeşit huydur. Bu durum çocukluğumdan beri böyledir. Köy yerinde küçük çocukları da iş-güç ardına yolluyorlar. Hatırlıyorum, beş yaşındaydım valideynlerimin hepsi sağ idi o zamanlar. Dedemin adı Gebil idi. Nedendir bilmem Dilber nenem eşini adıyla değil de, “Deli” diye çağırırdı. Deli falan değildi haa... Nenemize bakıp biz de ona “Deli” diye seslenirdik. Mesela dedem bana diyordu ki, “A bala, koş bak süpürgemiz nerede kalmış bul getir.” İnanmazsınız belki de, dediği şeyi yaptıktan sonra teslimatını şiir formunda yapıyordum. Mesela böyle;

Boz atımı çapdım, ay Deli,

Süpürgeni tapdım, ay Deli…

Günün en alametli  hadisesine hasredilmiş bu satırları yüksek sesle aralıksız, ta boğazım acıyana kadar tekrarlıyordum.  Mektep yüzü görmeyen, şiir âleminden habersiz çocuğun davranışındaki böyle haller tesadüf olabilir mi? Doğrudur ben, ben kendi yaratıcı gücümün seviyesini biliyorum. Zahmetlerle kazanılmış manevi potansiyelle, tam bu esnada elde edilmiş netice ile değerlendiriyorum. Ama her zaman onu da vurguluyorum ki, yaratıcılığın temelinde mutlak surette doğuştan gelen istidat olmalıdır. Sesi olmayan birisi yürekleri titreten şarkı söyleyebilir mi? Duyumsuz parmaklar tarı, sazı dillendirmeyi becerebilir mi? Demek ki bütün yaratıcılık halleri ilk baştaki yaratıcı temelinden kaynaklanıyor.  Hani derler ya “Doğan her çocuk tertemiz beyaz sayfadır.” İnsan maneviyatının şekillenmesinde ise onun mensup olduğu muhit, mühim rol oynuyor. Hoşbahtlıktan, belki de  bedbahtlıktan benim böyle bir muhitim oldu. Ata ocağımız, köyüm, Karabağ’ ın tabiatı, ikiye bölünmüş kadim bir yurdun kaderi ile Aras kenarında doğan bir körpenin erken tanışıklığı, köyümüzün tam ortasından geçen demiryolu, tren geçerken, demiryolundan 200 metre uzakta olan evimizin hafifçe titremesi, Guruçay, Palıdlı Bağ denilen ormanlık, Bozatı eyerleyip, değirmenci dedeme bir şey götürmem, geri dönerken yemiş ve karpuzla dolu hurcunu atla evimize getirmem, köyümüzün çocukları ile dostluk etmişliğim, babamın erken yani 37 yaşında ölmesi, eti, yağı demiyorum, hatta bazen ekmeğin olmayışı... Sizce bu sıraladığım düzende ömür süren birisinden şairden  başka ne çıkabilir ki? Bilirsiniz, Azerbaycan da şairlik çok çetin kazanılan bir şeydir. Binlerce şiir yazanlar olmuş, şimdi de var. Klasik poeziya ile işimiz yok (Hakanî, Nizamî, Nesimî, Fuzuli, Vagıf, Sabir...) 20. yüzyılın  millî edebiyatından, millet  üç dört kişi hakkında şair kelimesi kullanıyor. Mesela, Samet Vurgun, Bahtiyar Vahabzade, Memmed Araz... Tabii ki, her tür mukayese kusurludur, belki ve belkisiz başkalarının onlar seviyesinde, bir az da üstün yazıları var. Hangi yönden bakınca daha zengin bir miras oluşturmuşlardır. Halk ise Samet Vurgun’ a, Bahtiyar Vahabzade’ ye kesin olarak gerçek bir şair gözüyle bakıyor. 

Geçen asrın 50. yıllarından, 80. yıllarına kadar edebiyata âşık olan gençlerin büyük ekseriyeti Bakü’ ye, Samed Vurgun yahut Bahtiyar Vahabzade olmak için gelirlerdi. Bilirsiniz, Ülkü Hanım, elbette yaratıcı emeğe toplumsal ilgi, eserlerine verilen değer şair için hiç de ehemmiyetsiz değil. Üstelik hiç kimse ayranına ekşi demiyor. Husûsen, kendi emeğine anlam kazandırmak isterken, bana göre en doğru ölçüt, diyelim ki, entelektüel samimiyet olabilir. Yani, insanın kendi yaratıcılığına hayatında en az bir kez bilinçli, bilimsel, objektif ve eleştirel bir şekilde yaklaşması ve kalbine şu soruyu sorması gerekir: Benim ömür harcadığım bu işin bir anlamı var mı? Bu yazılar insanlara gerekli mi? Şairin kendi yaratıcılığına gerçeğe dayalı bir inancı, en doğru değerlendirmedir. Tüm bunları söyledikten sonra, ortak bir noktada buluşursak ki, Vaqif Behmenli'yi şair olarak adlandırmak mümkündür, o zaman diyebilirim ki, şiir yazabilmek bir kudrettir ve edebi yaratımda, şiir, şairin kendini ifade etmesinin en zor yoludur. Hayatımı yalnız şiire olan muhabbetle değil, şiire ihtiramla da yaşamışım. Benim tahsil almak, mütalaa etmek, gazete dergi redaksiyonlarında, devlet idarelerinde hakikaten  ağır zahmetlere katlanmamın yegâne sebebi, şiire davam etmek hevesi, poetik düşüncelerimi ortaya çıkarmak arzusu olmuştur.

Doğrudur, yazı yazmaya neredeyse ortaokulun 3. ya da 4. sınıflarında, yani 8-9 yaşında şiirle başlamışım. Yeşil renkli mürekkeple kahve renkli ciltli, içinde 10 yaprak defterciğe iki şiir yazmıştım. O defter sanırım, babama aitti.  İlk sayfada kömür kalemle “Kuranı-Kerim”den el-Fatiha suresi yazılmış, devamında da telefon numaraları. Defterin sondan üç sayfasına 55 yıl önce iki “şiir” yazmışım. Her iki yazıda kışı lanetliyor,  baharı çağırıyorum. Ama matbutta basılan ilk yazımın adı bir haber yazısıdır; başlığı “Yanğın söndürüldü!” dür. Orada köyümüzün tahıl tarlasına yangın düştüğünden, insanların yangının önünü zamanında almalarından bahsediliyor, cesaret gösteren köylülerimin adları ise övgüyle anılıyordu. Böylece, şiire kar-buzla; gazeteciliğe ve nesre ise ateşle geldim diyebilirim. Basında çalıştığım yıllarda yalnızca alanla ilgili, tarımla ilgili araştırma röportajları yayımlamak şartıyla o dönemde yazdığım pek çok sayıda düşünsel yazıyı bugün de yeniden yayımlamak mümkündür.

Bir defa bunu yaptım; “Kırık ayna” adlı 650 sayfalık kitabımı neşrettirdim. Sonraları “Maqomayev planeti” , “Nevruz”, “Vatanın ilhamı. Ömürden röportaj”, “Ömrün beşinci faslı. Kamran”, “Cabbar kalesi” , “Mecnunun özü”... gibi  nesir eserleri, belgesel hikâye ve romanları diyebilirim ki, iki taşın arasında ( Bir yandan şiir diğer yandan devlet işi yani memurluk.) kaleme alabildim. Doğrusunu söyleyeyim, öncesinde de söyledim, eğer yazı değerli idrakten gelirse, kalem usta eldeyse, herhangi bir tür ve şeklin o yazının keyfiyetini önceden düşünüp tanımladığı fikri yanlıştır. Yani yalnız türe göre hâlâ yazılmayan yahut hâlâ okunmayan yazının ehemmiyet derecesi bilinmez. Bence esas olan yazmaktır, inanarak yazmak, düşünerek yazmak. Bir az kaba olacak belki, ne farkı var ki evladın kız ya da erkek oluşunun.  Esas odur ki, onlar sevgiden doğmuşlar, sağlam doğmuşlar ve topluma yararlı olacaklar…

Teşekkür ediyorum Vaqif Bey. Zengin bir kütüphaneye sahipsiniz bunu gözlerimle gördüm. Çok okuyan, araştıran, inceleyen biri olduğunuzu da biliyorum. Raflarınızda Türk dünyasından birçok edebi eser gördüm. Bunların arasında Türk dünyası edebiyatından Cengiz Dağcı, Cengiz Aytmatov, Reşat Nuri, Nazım Hikmet, Orhan Veli’den tutunda günümüz yazarlarından Orhan Pamuk’a kadar ve daha Balkanlardan Uygur Bölgesine kadar birçok şair ve yazar vardı. Tabiî ki bu çok güzel ve önemli bir durum. Kökleri, ataları, dili bir olan Türk milletinin birbirini bilmesi, birbirine yakın olması şarttır. Peki, bütün Türk dünyasında etkilendiğiniz yazar ve şairler kimlerdir diye sormak istiyorum. Bunlardan, umumiyetle kitaplardan nasıl etkilendiniz.

Seyretmek, yani görmek, daima okuyup zenginleşmek herbir insanın en değerli hâlleridir. Bizim ünlü bir yazarımız var, Yusuf Samedoğlu. Samed Vurgun’ un evladıdır. Rahmetli oldu. Onun dikkat çeken hikâye ve romanlarından, “Katlgünü”, “Denilenler geldi başa” meşhurdur. Hikâyelerinde birinin adı “Bayatı-Şiraz”dır. Orada orta hâlli bir müzisyen karakteri vardır. Bu adamın dünyada tek bir isteği var, o da hangi yolla olursa olsun elli manat para elde etmek. Onun üstüne biraz daha ekleyerek yalnız yaşadığı evine bir televizyon almak... Allah bu 50 manatı kısmet ediyor. O, restoranda sarhoş ama paralı müşteriler için kontrabasta müziğin kolunu kanadını kıra kıra bayatı şiraz makamını çalıyor. Korkunç bir şekilde kötü çalıyor. Ama müşteriler sarhoş oldukları için çıkarıp buna elli manatı veriyor. O, alelacele işini tamamlayarak büyük sevinç içinde sokağa kaçıyor. Verilen parayı sıkı sıkı avucunda tutuyor. Hava kararmış. Birdenbire bunun ayağı burkuluyor, düşüyor. İnleye inleye kalkıp gitmek isteyince gözleri gökyüzüne ilişiyor. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Ay dört tarafına süt gibi beyaz nur saçıyordu. Bak öyle o an bu bedbaht insanın aklına geliyor ki o, televizyon aşkı ile yanıp tutuştuğu uzun yıllar zarfında bir kez olsun başını kaldırıp gökyüzüne bakmamış. Sabahtan akşama kadar para peşinde koşan, yıllarca başını yerden kaldırarak gökyüzüne bakmayan, kitap sayfası açmayan adamlar, ne yazık ki var. Onlar zamanla çoğalıyorlar. Sokrat’a sert dille soruyorlar ki: “Sen neden felsefe ile meşgul oluyorsun? Bu yasaktır. Bizim hayatımıza zıttır.” Müdrik cevap olarak der ki: “Derk etmeden, anlamadan yaşanan hayatın hiçbir manası yoktur.”

Beşeriyet tarih boyunca tekrar tekrar tasdiklemiş ki bilgi, dünyayı anlamanın yegâne vasıtasıdır. Görüp okumak, okuyup görmek... Sanatkâr kendi yolunu, kendi tarzını buluncaya kadar yıllar boyu kızdırılmış demir gibi dövülüyor. Bu şekillenmenin asıl adı mütalaadırKültür ve bilgi sayesinde bilirsin ki neler yazılmış, neler yazılmamış,  neyi yazmalı, neyi yazmamalı. Siz Türkiye Türk edebiyatından ne derecede etkilendiğimi soruyorsunuz. Biliyor musunuz?  Üniversitede derse giriyorum, her zaman talebelerime söylüyorum ki, dünya edebiyatı tam bir bütündür. Millî edebiyatlar onun parçalarıdır. Bence, yazarın seçimi öyle nizamlanmalıdır ki, edip kendisini uluslararası edebî sürecin içinde hissetsin. Filozoflardan biri diyor ki, “İnsan idrakinin imkânlarını abartmamak gerekir.” Yani insanın dünyayı anlamasının hudutları var ve o, sınırlıdır. Burada esas olan odur ki, insan devamlı olarak dünyayı anlamaya can atıyor. Evet, esas can atmadır. En az temel kitapların seçimi ile yazarın kafasında dünya edebiyatının bir haritası çizilmelidir. Bununla beraber elbette, bizim için Türk dilli edebiyatın hususi ağırlığı vardır. Bu tarihte böyle olmuş, her zaman da böyle olacak.

 Sizde de bellidir ki, İslam Şark’ında diğer ictimai fikir akımları gibi, edebiyatta üç merhale, üç tarihi muhit üzere mevcut olmuştur. a) İslamiyet’e kadar olan edebi metinler, b) İslamiyet düşüncesinin tesiri altında 19. yüzyıla kadar  olan edebiyat, c) Yeni devrin edebiyatı. Son merhale 19. yüzyıldan ta bugüne kadar geliyor. İlk iki merhale belli coğrafyada yaşayan halkların, o sıradan Türk halklarının müşterek (ortak) edebiyatıdır. Birçok ortak değerler var ve onlar apaçık göz önündedir. Elbette, edebiyat edebiyatçılar araştırmalar yaparak  daha çok çeşitli incelemeler yapabilirler, yapıyorlar da.

 Ben meseleye umumi şekilde değindikten sonra derhal sorunuzun  cevabına dönerek demek istiyorum ki, Türkiye de ki Tanzimat tarihi dönemi Azerbaycan’daki (Aynı zamanda Rus İmparatorluğu’nun işgali altında olan diğer Türk halklarında ki) Avrupa’ya can atma, maarifçilik hareketine uygun geliyor. Aslında hem Türkiye’de hem Azerbaycan’da ortaya çıktıkları zamanın kendisinde de bu medeniyetler birbirlerinden beslenmiş, birbirine kuvvet vermiştir. Şahsen benim Türkiye edebiyatı ile, umumiyetle sanatsal edebiyatla tanışıklığım, kitaplara olan sonsuz merakım, onlara güçlü bağlarla ömürlük bağlanmamın ortaokul yıllarında oluştuğunu söylemiştim. Aynı zamanlar (20. asrın 60.,70. yılları) dünya edebiyatından moda olan eserler vardı. M. Servantes- “Don Kişot”, C. Svift- “Guliverin seyahati”, D.Defo-“Robinson Kruzo”,  C.Kuper- “Sonuncu magikon”, “Lepirçi”, A.K. Doyl- “Baskervillerin iti”,  M. Tven-“Tom Sovyerin Maceraları”, İ.Gete-“Genç Verterin ızdırapları”, T. Drayzer- “Amerika faciasi”, “Dahi”, “Kerri bacı”, V.Hügo-“Sefiller”, A. Düma-“Üç muşketuor”, O.Balzak-“Gorio baba”, E.Voyniç-“Ovod”, M.Rid-“Başsız atlı”, C.Bokaçço-“Dekameron”, C.London-“Demir taban”, Ç. Dikkens- “Oliver Tvistin maceraları”, L. Tolstoy-“Anna Karenina”, F. Dostoyevski- “ Suç ve ceza”, E.Hemingvey-“Elveda, silah”, A.Ekzüperi-“Balaca şahzade” V.s. Hatırlıyorum, Azerbaycan yazarlarından M.Ordubadi’ nin “Kılıç ve kalem”, İ.Şıhlı’ nın “Deli Kür”, İ. Efendiyev’ in ”Söyütlü ark”, İ.Hüseynov’ un “Yanar yürek”, S. Kedirzade’ nin “Kış gecesi”, E.Kasımov’ un “Adilenin talihi” gibi romanları da elimizden düşürmüyorduk. Açıkçası o zamanlar U. Folkner, J.P.Sartr, C.Coys, F. Nitşe, Q.Markes, A.Kamyu... ve başka devlerden habersizdik. 

Bu yazarların birçoğunun yayınına Sovyet hâkimiyeti izin vermiyordu.  Harici romanlar Rus diline çevrilerek Moskova’da yayınlanıyordu, o romanların diğer halkların diline çevrilmesi Moskova tarafından tavsiye ediliyordu, ondan sonra bizlere ulaşıyordu... Aslında biz bunlara öyle çok da ehemmiyet vermezdik. Sadece elimize ne geçse gözümüze tepiyorduk. Doymadan okuyorduk. Aynı zamanlarda Türkiye edebiyatı da bize zorluklarla da olsa ulaşıyordu. Mesela Tevfik Fikret’ in;

“Çiğnendi yeter, varlığımız cehl ile kahre, oğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz.

Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare

Can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz.

Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol

Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa, varol!”

 

mısraları bana ve dostlarıma ilk gençlik yıllarımdan tanıdıktı. T. Fikret’ in Azerbaycan ediplerinden Muhammed Hadi’ye, Abbas Sehhet’e, Mirze Elekber Sabir’e, Cafer Cabbarlı’ya, Hüseyin Cavid’e, Mikayıl Müşfik’e, Resul Rıza’ya... tesir ettiğini devamlı mütalaalar zamanı müşahede ettim. Sonra, M.E. Yurdakul’ un bu satırları aklıma geliyor,

 

“Ben bir Türküm, dinim, cismim uludur, 

Sinem, özüm ateş ile doludur,

İnsan olan vatanının kuludur 

Türk evladı evde durmaz, giderim!”

 

Mehmet Akif Ersoy’ un “İstiklal Marşı'nı derneklerde ezbere söylerdik,

 

“Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,

Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı!”

Aynı zamanda Türkiye hikâye ve roman yazarlarının saf, ana dille canlandırdıkları hayatlar, Anadolu tasvirleri, eserlerdeki halkçılık, vatan ruhu, özel muhabbet ve âşkın terennümü çok cazibeliydi. Yaşar Kemal’ın “İnce Memed”, Reşat Nuri Güntekin’ in “Çalıkuşu”, “Damga”, “Dudaktan kalbe”, “Yaprak Dökümü”, Suat Derviş’ in “Fosforlu Cevriye”, Sebahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”, “İçimizdeki Şeytan”, Aziz Nesin’ in “Tahtalı köyden mektuplar”, “Şimdiki çocuklar mucizedir”, “Futbol kralı” kitaplarını hiç unutamadım. Geçen asrın 60. yıllarında Bakü’ de Türkiye şairlerinin eserlerinden ibaret bir şiir kitabı çıktı. Galiba adı “Şehir, akşam ve sen...” di.  Çok kalın kitap değildi. O kitabın 1960’lardan başlayarak edebiyatla ilgilenen gençlere hayli tesiri oldu. Özellikle çağdaş Türk şiirini duymak bakımından. Bizde Yunus Emre, Karacaoğlan, Âşık Veysel ile beraber, Nazım Hikmet başta olmak üzere Türkiye şairleri çok sevilir ve okunur. Orhan Veli, Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Abdurahim Karakoç, Bahaddin Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler, Ali Akbaş... Eğer aklınızda kaldıysa, bizim kütüphanede iki kıymetli kitap daha vardı. Ahmet Kabaklı’nın beş ciltten oluşan “Türk edebiyatı” ve 1999 yılında Ankara’ da neşredilen “En kadim devirden bu güne kadar Türkiye Türk Edebiyatı”. Bu iki kitap bana Türkiye edebiyatını etraflı benimsemeye, bu zengin kaynaklardan yararlanmaya yardımcı oluyor.

Edebiyat, yazım hayatına toplu bir bakıştır diye düşünürüm. Bu fikrime siz ne dersiniz. Karşımda şiirlerine, aile hayatına ve şahsiyetine hayran olduğum şair olunca; şiir hangi yönüyle sizi tarif ediyor ya da şiir sizi tarif ediyor mu? 

Öyledir, Azerbaycan dilinin izahlı lügatinde yazılmış ki, edebiyat herhangi  bir halkın, devrin veya bütün beşeriyetin yarattığı bilimsel, sanatsal, felsefi v.s. eserlerin karmasıdır yani toplamıdır. Edebiyat denilince yalnız sanatsal eserler değil, bütün yazılı eserler, neşirler nazara alınır. Tabii ki, bizim bu sohbetimizin zamanı mecazi tefekkürün mahsulü olan, yazar, şair, edebiyatçılar, hatta  halkın kendisi tarafından (folklor, şifahi halk edebiyatı) yaratılan bir manevi servetten bahsediyoruz.

Sanatsal edebiyat, yahut, edebi eser sanatsal söz yaratıcılığı sanatının mahsulü ve nesnesidir. Sualinizin kaynağına daha da yakınlaşmak için, onu da hatırlatmak istiyorum ki,  sanatsal yaratıcılık mutlak şekilde ferdi seciye taşıyor. Buna göre hatta bundan bin yıl önce yazılmış tarihî romanlarda nispeten yazar, yazarın hayatı, ruhu, ideali, arzuları sakindir, yani orada meskûndur.

Bununla beraber sanatsal eser yalnızca yazarın biyografisinin ve şahsi, ferdi belleği olarak kalamaz. Yahut aksine, ferdi bellek ve biyografisinin iştiraki olmadan da edebiyat yaratmak mümkün değil. Hakikaten bir çok kıymetli eserin özünde yazar ferdiyeti,  yazar hatıraları ve biyografisine dayanır. 

Diğer taraftan mütalaa olunduğu halde müellifini hissettirmeyen eserler de çoktur ve belki daha çoktur. Diyelim ki, biz G. G. Markes’in “Patriarkın sonbaharı”, yahut “Yüzyıllık yalnızlık” romanlarını okuyoruz; Markes’ in “Tercümeyi hâli hani bu eserde?” Suale cevap vermek için bence, dahi yazarın “Hatırlayıp konuşmak için yaşamak.” adlı hatıralar kitabını nazardan geçirmek gerekecek. Aslında şahsın edebi eserin ortaya çıkmasında ki rolü edebiyatçılara ait müzakere mevzusudurEsas mesele elde olan eserin tesir gücü ve cazibesidir. Bu özelliklerin eserde olması ise yazardan istidat, bilgi ve sanatkarlık talep ediyor. 

Galiba sizde bana katılıyorsunuz.  Şiirde yazarın tercüme-i hâli, yani hayat hikâyesi daha kabarık ve ön plandadır. Lakin bu şu değil: şair içinden dışarı çıkıp etrafa nazar etmemelidir. Şiirde şairin ruhu, his ve duyguların samimiyetinde, hadiseye münasebetin karakterinde, tasvir edilen hayatın canlı olmasında, deyim, üslup özgünlüğündedir. 

Tabi ki, türüne bağlı olmayarak her sanatsal yazıda, sanatkar kurgusu ve şahsi hayattan motifler gerektiği ölçüde katkıda bulunuyor, yahut bulunmalıdır.  Her hâlükârda kalıcı (yaşayan) bir eserin yazılması için entelektüel hafıza, bilgi seviyesi, doğal hafızadan çok da daha az önemli değildir. Çünkü mükemmel mütalaanın kendisi de sonradan yazarın tercüme-i hâlinin bir parçasına çevrilir. Başkaları belki farklı şekilde düşünüyor, bilmiyorum, ama tahmin ediyorum ki, bugüne kadar yazdıklarımda biraz önce söylediğim şartlara uyulmuştur. Sözümden böyle anlaşılmasın ki, yazar eline kalem alınca yahut yazmak için bilgisayar önüne oturunca masasının bir köşesinde edebiyat nazariyesi kitabı koymalıdır. Hayır, yaratma imkânı yeterli değilse, söylediklerim tabii şekilde, hissedilmeden meydana geliyor.

“Şu an ezel ile ebedin birleştiği noktadır.” deniyor. Şiir de böyle bir yetenek var mıdır  Vaqif Bey? Herhangi bir insan, herhangi bir zamanda güzel bir şiir okuyup, anlayıp onu yaşarsa birleşilen o noktayı bulabilir mi? Zor bir soru oldu galiba. Yazarken anlatmakta zorlandım inanın. Ama eminim ki ne demek istediğimi siz anlamışsınızdır.

Geçmiş şerefli olduğuna, şimdi gerçekçiliğine, gelecek hayallerine göre manalıdır. Geçmiş ve gelecek bu günü, şimdiki anları yaşamaya yardım eder. Benim alemimde poeziya, şiir insan ömrüne, insan düşüncesine mahsus unutulmaz anlardan örülmüş bir çelenk, zengin desenli bir hâlidir. Biz şimdiye geçmişten geliyoruz. İçinde olduğumuz andan ise geleceğe gidiyoruz. O yüzden doğru söyleniyor ki, “Şu an ezel ile ebedin birleştiği noktadır.” Bizim vazifemiz ise içinde olduğumuz anları mümkün olduğu kadar maddileştirerek manevi servete çevirmek. Maddileşmiş maneviliği insanlığın hizmetine sunmaktan ibarettir. O şair hoş bahttır ki, onun zamandan koparıp topladığı meyveler başkalarına gönül rahatlığı veriyor. Geçip gidenleri yeniden yaşamaya, geleceği düşünmeye  imkân veriyor.

Az önce bahsettiğim gibi, şiir dışında da birçok eseriniz var ama, ben hep şiirle alakalı konuşmak istiyorum. Tabi icazetiniz olursa. Sizce şiir yazmak biraz da insanın kâmil olma hâli midir? Neden böyle düşündüğümü sorarsanız hakikati hissetmek, kâinatı seyretmek, nereden gelip, nereye gittiğimizi bilmek ve bunları şiirle aktarabilmek kemale ermek değil mi? Bütün bunlardan azade olan ne yazabilir ki? Ne dersiniz?

Yaratıcılık tefekkürün sıradan hâli değil. Bu, özel bir beceridir.  Biz onun adına istidat diyoruz. Eskiden de dediğim gibi istidadın Allah vergisi olduğunu bir daha tasdikliyorum.  Bunu da diyorum ki, beğenilen eserler yazmak için yalnız istidat yetmiyor. Çünkü en muhtelif istikametler ile istidat, diyebilirim ki, insanların ekseriyetinde var. Esas mesele, nasıl ki, bir pınarın gözünü açarsan, yolunu temizlersen, çeşme hemen daha gür akıp gider ise istidat da öyledir. Ona bir başkası değil, sen kendin yol açmalısın. Yaratıcılık için ilahi başlangıç, bilgi ve iyi yürek gereklidir diyebiliriz. Bunlar ise büyük zahmet, sanata sevgi, sözün ve hayatın azaplarına katlanmakla gerçekleşir. Kamil olmayan insana nasıl iyi diyebiliriz? Nazım Hikmet diyor ki, “Eğer sen diyorsan ben şairim, demek  sen diyorsun ki ben iyi adamım.” Ne yazarsan yaz, hangi işi yaparsan yap, senin yarattığın o zaman gerekli oluyor, başkalarının hayatına, fikrine, düşüncesine ışık katıyor…

Vaqif Bey aslında kelimeler ve düşünceler yalın ve çıplaktır, şairler onlara en güzel elbiseleri giydirip şiir yapıyor denilebilir mi? Az önce ki sorunun tam tersi oldu bu soru. Varsın olsun… Bakalım bu taraftan bakınca ne diyeceksiniz bana. Meraktayım.

Şekilli, derin değillerse evet, şairler söze elbise biçerler, ama onlar terzidir  diyemeyiz. Terzi biliyor musunuz kimdir? Elbise diken usta. Şairler, aziz Ülkü Hanım, insanlığın daha güzel sabahı için mücadele eden, insanlığa daima şerefli geçmişi hatırlatan, yürekleri kanatlandıran, mert, her zaman hakikatin yanında olan, annesini, ailesini, vatanı, milleti herkesten çok seven ve başkalarını da böyle bir yüceliğe çağıran fikir, düşünce adamlarıdır. Bence, şairleri, öylece sözle oynayan, sözden söz çıkaran çocuk gibi tasvir etmek, yazarın özelliğini tahrip ediyor. Böyle meseleler her zaman okuyucuya izah edilmelidir. Aksine bizde ve sizde de insanların edebiyata, şiire münasebetinde bir soğukluk var.

Biliyor musunuz edebiyat insanların ruhunu temizleyen esas kaynaklardan biridir. Ana dilimizin sayesinde bin yıllar boyunca yaşıyor, nesillerden nesillere aktarılıyor, cilalanıyor. Söz çeşmesini kurumayı terk etmek olmaz. Ama bu günlerde bizim şairleri ruhlandıran, aynı zamanda onlara yaptıkları işin büyük mesuliyetini hatırlatan şeyler çok azdır. Aksine, şimdiki durum sayısız, hesapsız şaircikleri körükleyerek ortalığa salmış. Onlar beyinlerine gelen bin türlü safsatayı, muhtelif pozda rengarenk fotoğraflarını sosyal medya ekranlarında görmekten çok hoşlanıyorlar. Aslında böylesine bir karmaşada hakiki kalem adamlarının yazmak inatkârlığı kahramanlıktır. Mücadeleye değer mi? Dilimizin ve millet ruhunun saflaşması namına  bence değer…

Haklısınız sözlerinize tamamen katılıyorum. Biliyor musunuz Vaqif Bey sizin eserlerinizi okuyunca sanki gönülleri görmeye, gönüllerde seyahat etmeye çıkmışım gibi hissediyorum. Hakikatleri o kadar güzel ifade ediyorsunuz ki insan bilmeden nefsini terbiye ediyor. Bunun için de size ayrıca teşekkür ediyorum.

Söylenecek çok sözüm, sorulacak çok sorum var ama sizin de çok işinizin olduğunu biliyorum. Yüreğinde şiir saklayan insanlar azat bir ülke gibidir, o ülkede bize de yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Sizin gibi muhterem bir insanı tanıdığım için kendimden de razı oldum. Ata yurdum Azerbaycan’a yüreğim dolusu selam ve sevgi gönderiyorum. Sağ olun Vaqif Bey.

 Sovyetler zamanında gazetecilikle ilgili böyle bir tartışmayı hatırlıyorum: Röportajın, yani basında şimdi sizin benimle yaptığınız böyle bir sohbet ve soruların muallifi kimdi acaba? Soruyu soran, yoksa o soruları cevaplandıran insan mıydı? Böyle yazılar  manâ olarak müşterek yazılar sayılmalıdır. Zamanında, gazete ve dergilerde çalışırken ben de çok insana sorular sormuş, cevaplar almışım. Çok suallere cevap da vermişim. Doğrusunu söyleyeyim,  o zamanlar sorduğum soruların ekseriyetinin cevaplarını kendim önceden biliyordum. Bazen sahibinden daha mükemmel biliyordum. Nasıl mı? Karşımdaki insanı iyice tanıyıp öğrendikten sonra onunla görüşüyordum. Şimdi, Ülkü Hanım, sizin bana beslediğiniz ihtiram, yazılarımı okumak için sarf ettiğiniz haftalar, aylar o kadar yeterlidir. Yani  siz beni o kadar yakından  tanıyorsunuz ki, bana sorduğunuz sorulara benim yerime kendiniz de cevap verebilirdiniz.

Azerbaycan’a muhabbetinizin nasıl derin olduğunu biliyorum. Derin teşekkürlerim var. Canım, ciğerim hayallerimin ve ruhumun memleketi Güzel Türkiye’me selamlar olsun. En yakın fırsatta görüşmek üzere, sağolun, selamet kalın.

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 220. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 220. Sayı