Verimli


 01 Temmuz 2025


Huzurevinin bahçe kapısından içeri girdiğim zaman korku ve tedirginlik içindeydim. Bu korku ve tedirginlik, tanımadığım bir yere girdiğim içindi. Bu korku çocukluğumdan beri vardı. Sınav oturumuna girdiğimde bile hissederdim. 
Huzurevinin doktoru olan arkadaşımla sabah on’da Şahâbad’da buluşmak için sözleşmiştik. Eylülün başlarıydı ve hastalar hâlâ açık havada yatıyorlardı. Kapının ağzından itibaren tahta ve demir yatakları sırayla birbirinin yanına dizmişlerdi. Her sıranın üstüne uzun bir cibinlik çekmişlerdi. Beyaz nevresimlerin kenarları kirliydi ve toprağa değiyordu. Yatakların üzerindeki güneşlikler toz tutmuştu. Bahçenin çınar ağacının ilk sararmış yaprakları, deste deste güneşliklerin üstüne dökülmüştü. Sadece bahçenin ortasındaki koridor ve tiyatro sahnesine giden asfalt yol boştu. Bahçenin köşeleri, havuzun çevresi, sıralanmış ağaçların altı, temiz, saf ve soğuk olsa da içmek için hiçbir heves uyandırmayan su yollarının kenarı, binaların yanı, sedirler ve bahçenin tüm girinti çıkıntılarına yataklar dizilmişti. Yatakların üzerinde veremli adamlar ya uzanmış ya da iki büklüm oturmuşlardı. Hepsi yanlarından geçerken donuk bir yüz ifadesiyle çukurlaşmış, hasta iri gözleriyle bizi izliyorlardı. Belki de içimde bir merhamet uyandıran bu acayip bakışlardı. Bilmiyorum. Ama hepsinde bu bakış vardı. Kadınlar ve erkekler bölümünde, umumi ve özel bölümlerde yani doktor arkadaşımın beni götürdüğü her yerde, herkeste bu bakış vardı. 
Geldiğimde arkadaşım şöyle demişti: “Saat on bire kadar kadınların göğüslerini, cihaz arkasından muayene edeceğim”. Erkeklerin sırası on birden sonra gelecek. O an da fırsatını bulunca beni huzurevinin bahçesinde farklı bölümlerde gezdirmesini istedim. Ve şimdi ikimiz sıralanmış yatakların yanından geçiyorduk. İlk bakışta demir bardaklar, yatakların kenarında küçük dolaplar, kenarları çatlamış sürahiler, pilli radyolar ve çok nadiren kitap, biraz gazete, resimli dergi ve her yerde boş ilaç şişeleri ve toprak üstüne sarkmış nevresimler gördüm. Bir bakışta hastaların bu iğrenç ve geçici hayatlarına tanık olan ben, orada görmüş olduğum şeylerden kaçmak ve uzaklaşmak istedim. Şimdi çukurlaşmış acayip bakışlı gözlere, dikkatle bakmak için bir fırsatım vardı. İlk karşılaştığımda ilgimi çekmiştiler. Eğer ressam olsaydım, huzurevindeki bu yüz ifadelerini çizmek isterdim. Sadece büyük ve çukurlaşmış iki gözü, her yatağın üstüne koyardım. Her yatakta bu iki meraklı ve iri göz, bütün hastaların vücudunu kaplayan kirli nevresimler ve bazen kemikleri çıkmış sararmış eller dışında başka bir şey görünmüyordu. Ama bakışlar! Gerçekten çok acayip bakışlardı. Bulunduğum ve gördüğüm sokak, pazar ve meclislerdeki insanların hatta hayvanların bile bakışlarından, kendi namıma çok şey öğrenmişimdir. Kumarbaz bir adamın karşısındaki rakibe zar attığı andaki kurnaz bakışı, acele eden taksilere trafik polisinin bakışı, bir kafenin yeni gelen müşterisine garsonun bakışı, kafede masa arkasında müşteri bekleyen bir fahişenin meraklı ve âvâre bakışları, yaşlıların gençlere bakışları, kasabın kapısında nöbet tutan açgözlü köpeğin bakışları, pazarda bir satıcının yalvaran bakışları, birbirine yeni kavuşan ve nereden başlayacağını bilemeyen ayrılık çeken iki arkadaşın bakışları, otlakta geviş getiren ve sanki bir şeyler dinleyen ineğin masum bakışı, bir şirketin patronunun ne kovabildiği ne de iş yaptırabildiği yaşlı hizmetçiye bakışı, bayram gecesi pastaneden dışarı çıkan adamlara yoksulların bakışları… Bunlar gibi daha birçok bakış gördüm ve tanıdım ama bu bakış bir başkaydı. Şimdiye kadar görmediğim bir bakıştı. Öyle bir bakıştı ki belki de tüm veremli hastalarda vardı. Bu bakışlar beni o kadar üzdü ki bir iki kere başımı çevirip, bakışlardan kaçtım ama başımı çevirdiğim her yerde çukurlaşmış, iki hüzünlü göz bana bakıyordu. Sanki bende bir anormallik varmış gibi bakıyorlardı. Doktor arkadaşım beyaz önlüğü ve elinde uzun stetoskopuyla onlara çok normal geliyordu. Ama ben yeni biri, bir yabancı, onların sağlıklı diye düşündüğü bir adam… Aha… Buldum. Konuyu anladım. Ben anormal değildim. Belki onlar sağlıklı olduğumu, veremli olmadığımı düşünüyorlardı. Ve bu esnada kendi kendime ama onlara doğru şöyle dedim : “Hayır arkadaşlarım! Hayır. Ben sağlıklı değilim belki ben de sizler gibi veremliyim. Yoksa neden buraya geleyim ki? Niye böyle bakıyorsunuz? Neden? Sizin merhametli bakışlarınız bende kin ve nefret etkisi yaratır. Ben buna tahammül edemem. Neden böyle bakıyorsunuz?” Daha sonra çok garipti ki o bakışlardan korkmuyordum hatta ilk başta oluşan tedirginlikten de hiçbir eser kalmamıştı. O korkunun yerini yavaş yavaş sevgi ve merhamet dolduruyordu. Bense coşku ve istekle kadın ve erkeklerin gözlerine, gözlerimi dikiyordum. Bunun dışında başka bir şeye bakmıyordum. O andan itibaren yüreğimde, düşüncemde ve şuurumda birtakım mutluluk ve sevinç ortaya çıktı. 
Kadınlar bölümünde kemikli yüzleri ve gözlerinin etrafındaki morlukların güzelliklerine gölge düşürmediği kızlar da vardı. Hatta onlar da bakışlarının öyle olmasından hiç korkmuyorlardı. İstek ve açgözlülükle bana bakıyorlardı. Bana; onlara göre sağlıklı bir insana! Herkes çukurlaşmış gözlerle kederli ve bitkin bakıyordu. Ve ben yüreğimin derinliklerinde onların ne kadar saf olduklarına gülüyor ve hepsine, bir saat sonra karar verin, diyordum. 
Sonra huzurevinin röntgen odasının ve solunum cihazının bulunduğu ana binaya geçtik. Bahçeyi binaya birleştiren, etrafında yataklar dizili olan merdivenlerden aşağı indim ve binaya girdim. Odalar neredeyse boştu. Koridorun yağlı duvarları, insanlara sağlıklı yaşam tavsiyesi veren kâğıtlarla kaplanmıştı. Sağlık bakanlığının afişleri. Sağlık bakanlığının afişinin üzerinde: “İyi nefes alın. İyi beslenin. Dinlenin. Yüksek sesle konuşmayın” yazıyordu. Gülesim geldi. Aklımdan “ne kadar saçma, bu öneriler hiçbir zaman insana sağlığını geri vermez” diye, geçirdim. Artık emindim. 
Kadınlar hâlâ muayene odasının kapısının arkasında oturuyorlardı. Daha zamanları vardı. Kadınlar omuzlarına düşen renkli renkli namaz çarşaflarıyla, erkekler ise huzurevinin arması olan pelerinleriyle sırayla koridora dizilmişler ve sessizce konuşuyorlardı. Ama artık o bakışlar yoktu. Belki de o bakışlara ben alışmıştım. Odalardan birinin kapısı açıldı. İki üç kişi, bir hastaya bir şeyler yapıyorlardı. İlk bakışta ne yaptıklarını anlamadım ve iğrendim. Gerçekten o zavallıya bir şey yaptıklarını sandım. Kapının yanında duran pelerinli hastaya sordum. Cevap vermeden önce gözleri parladı. Gözlerini öyle dikti ki, sorduğum sorudan pişman oldum. “Akciğerlerin suyunu alıyorlar” dedikten sonra pelerini kendisine sardı ve gitti. Hastayı oturtup, göğsünü bir sandalyenin arkasına yaslamışlar ve masa üstündeki cam kap içine dökülmesi için sırtına akciğerlerin suyunu çeken, ağzı geniş bir hortum bağlamışlar. Suyun rengi pembeydi ve şişenin yarısı dolmuştu. Artık iğrenmem nefrete dönüşmüştü. O eski korku yeniden belirdi. Bu defa korku çanları çalmaya başladı. 
Beni yalnız bırakmayan doktor arkadaşımın yanına gittim. Göğüs kafesine giren havanın, sonraları sıvıya dönüştüğünü öğrendim. Herkesin hastalığı göğsünden çıkan kırmızı suya bağlıdır. Yine rahatladım. Nefretim geçti ve terden sırılsıklam su oldum. Kendimi odanın içine sürükledim ve sessiz sakin bir şekilde odanın kenarında başka bir sedire oturdum. Başkalarının dikkatini çekmeden hastaya bakıyordum. Başını aşağıya eğip, sandalyenin tabanına bakan ve ellerini sandalye üzerinde gezdiren hiçbir şeyi umursamayan bir hastaya bakıyordum. Sanki ona masaj yapıyorlardı. Onun bu umursamazlığı beni rahatlattı. Ona bir zarar vermeyeceklerini anladım. İki üç beyaz önlüklü, onunla uğraşıyorlardı. Ağzı geniş cam kap dolmaktaydı. Ben izlemeye dalmıştım. Sevgi tohumlarını yüreğime ekiyordum ki, birisi kulağıma şöyle dedi: 
‒  Beyefendi, biliyor musunuz? Bazen birinin göğsünden üç şişe su bile çıkarabiliyorlar. Önceki gün benim sıramdı. Göğsümden bir buçuk şişe su çektiler.
‒ Aha! Öyle mi? Ağrısı oluyor mu? 
‒ Hayır, uyuşturuyorlar. Biliyor musun? İğnesi o kadar uzun ki insan korkuyor ama en iyisi bakmamak. Eğer bakmazsan daha iyi. Hiçbir şeyden korkmazsın. 
Yüreğime ektiğim sevgi tohumları çok hızlı yeşerdi. Hatta filizi ve yaprakları yüreğimin tamamını kapladı. Kendimi arkadaşlarımın arasında hissediyordum. Kendimi evimde hayal ediyordum. Sanki kendi yaşamımı sürdürüyordum. Benimle konuşan adamın şapkası ve ince bir sakalı vardı. Yirmi iki - yirmi üç yaşlarında bir gençti ve Arap aksanına sahipti. 
‒ Necef’ten mi geldiniz?
Sevinçli bir şekilde şöyle dedi:
‒ Nereden anladınız?
‒ Bilirim. Necef’in su mahzenleri insanı ne hâle getiriyor? 
Birkaç dakika sessizlikten sonra şöyle dedi: 
‒ Ben bir buçuk senedir buradayım. Sonbaharın sonunda taburcu edecekler. Sadece kardeşim burada olduğumu biliyor. Başkalarının bilmesini istemedim… 
Arkadaşım stetoskopuyla gelip, bana seslendiği için sözü yarıda kaldı. Yerinden kalktı ve doktora selam verdi. Ben doktorun arkasından dışarıya çıkarken, şöyle dedi: 
‒ İnşallah hiçbir şeyin yoktur. 
Ve ben yine çok sevindim. Oraya neden geldiğimi nasıl anlamıştı ki? Ona hiçbir şey söylememiştim. Kesin kendisi anlamıştı. Ya da o bakış benim gözümde de vardı. Ve o, o bakıştan anlamıştı. Birkaç koridordan geçip muayene odasına varıncaya kadar bu dertleşmenin tadı damağımdaydı. 
Oda sadece insanın önünü görebilecek kadar aydınlıktı. Karanlıkta odanın kenarında sıraya dizilen zayıf ve hasta insanların karartısı görülüyordu. Odanın ortasında büyük muayene aleti, eğri büğrü bir hayalet gibi durmuştu. Eğer hava boğucu olmasaydı ve odanın karanlığında birazcık kutsallık olsaydı, insan antik bir tapınağın eski mabedine ayak bastığını sanırdı. Arkadaşım beni soyunma odasına doğru götürüp ceketimi çıkartmamı istedi. Kravatımı da açtım. Gömleğimi de çıkartmak istedim. “Eğer ipek değilse kalsın” dedi. Beni öylece karanlıkta büyüklüğünü hissettiğim cihazın arkasına götürdü. Cihazın ince ve yüksek sandalyesinde oturan doktora selam verdim. Oda dardı. Cihazının statifinin soğukluğunu, göğsümün üzerinde hissettim. Karanlıkta doktorun dolgun yüzü sadece yukarı aşağı giden cihazın yeşil ve soluk ışığında görülüyordu. Sonra ara ara şöyle diyordu: “Sağ el yukarı, derin nefes al, arkanı dön”. Başkalarının nefes sesleri de duyulmuyordu. Odanın karanlığında ve sessizliğinde başımın üstündeki cihazın büyüklüğünde, heybet ve kutsallık hissediyordum. Sıcaktan terlemiş ve sıkılmaya başlamıştım ki oda aydınlandı. Ve doktor kafasını kaldırdı. Arkadaşımla fıs fıs konuştular. Sonra bana doğru dönüp şöyle dedi: 
‒ Hiçbir şeyin yok. Göğsün bundan daha sağlam olamaz. 
Beni gönderdi ama ne fayda? Her ne kadar hiçbir şeyim olmasa da, o fıs fıs benim için yeterliydi. Benim için her şeydi. Eğer bir şey yoksa neden onunla fısıldaştı? Kravatımı bağladım, ceketimi giyince oda bir defa daha kararıp aydınlandı. Doktorun rahatlatıcı kelimeleri duyuldu ve ben dışarı çıktım. Yanımda olan arkadaşıma fısıldaşmayı sordum. Güldü ve aynı güven verici cümleyi söyleyerek devam etti. 
‒  İyisin ama az sigara içmen şartıyla. Doktor sigaranın ciğerlerini kötü ettiğini diyordu. 
Ve ben artık ne arkadaşımı ne de dışarda bekleyen genç sakallı adamı duyuyordum. Beni gördüğü zaman içten bir Elhamdülillah ve Allahaısmarladık, dedi. 
Binadan çıktığım zaman arkadaşımla vedalaştım. Sadece çok yorgun olduğumu hissettim. Başımı aşağı eğdim ve her şeyden, hatta meraklı gözlerden, değişik bakışlardan kaçıyordum. Huzurevinin kapısından dışarı çıktım ve şehre vardığım zaman karım endişeli bir bekleyişle kapıyı açtı. Hâlsiz bir şekilde, doktorun bana söylediğini ona da söyledim. Öylesine ısrarlı, ayrıntılı soru sormak istedi ki, az kalsın onunla da kavga edecektim. 
Evden dışarı çıktığımızda öğleden sonra saat beşti. Öğleden sonra karım doktorun muayenesine gidip sıra alsın diye kararlaştırdık. Ben de göğüs röntgenimi almaya gittim. Sonra karımla muayenede buluşacaktık.  Şahâbad’a gitmemden bu yana iki ay geçmişti. Bu arada sigarayı arttırmıştım. Yani daha fazla içiyordum. Şehriyar’ın sonbaharının yakıcı havası da kendini hissettirmiş ve göğsüm yine kötüleşmişti. Yorgunluktan gözlerim yerinden çıkarcasına öksürüyordum. Doktorun güven veren cümlesi, ilk günden unutulmuştu. Hatta ilacın, karımın bana şefkatle bakmasının bile hiçbir faydası yoktu. Kendimce kafamda bir şey oluşturmuştum. İnatlaşmıştım. Huzurevinin doktorunun o gün ki fısıldaşmaları kafama yer etmişti. Ve yavaş yavaş parmaklarıyla beni gösteren adamlar, bir canavara dönüşmüştü. Birbirlerinin kulaklarına zar zor duyabileceğim bir şekilde “vay verem olmuş” diye, fısıldıyorlardı. 
Öksürüklerim karımı çok üzüyordu. Soğuk algınlığı, şurup ve hapla başlayan bu doktora kaçıncı gidişimizdi. Sonra yavaş yavaş işin rengi değişti. Yani ümit edici şeyler oldu. Gidip göğsümden ve akciğerimden röntgen çekilmeye karar verdim. İki gün önce karımla gidip röntgen çekilmiştim ve o gün de röntgenleri doktora götürecektim. Karımın gelmesini istemiyordum. Röntgenlerimi almasını istemiyordum. Kendime bahane üretiyordum. “Bu adam benim hayatıma yeterince girmiş, onun hayatına girmesine de gerek yok” eğer bir şeyim olsa ki, olduğuna eminim. Onun anlamasını istemiyordum. 
Nasıl olduysa onu gönderdim. Çekilen röntgenleri almaya kendim gittim. Otobüsten indiğimde hatırlıyorum, sigaramı sokağın kenarındaki su kanalına attım ve içeri girdim. Koridorda üç kişi oturmuştu. Sonbaharın soğuk rüzgârı, camların arasından içeri giriyordu. Bir sigara daha yaktım ve kapıyı açtım. Kucağında çocuğu olan çarşaflı bir kadın vardı. Selam verdim, izin istedim ve oturdum. Birkaç dakika doktorun masasında küllük aradım ve sonra onu büyük bir paket altında buldum. Kalktım, izin isteyerek küllüğü aldım ve oturdum. Doktor başını yazdığı şeyden kaldırdığında yeni oturmuştum ve yeni tıraş olmuş yüzünde, alaylı ufak bir tebessüm belirdi. Sonra tekrar başını elinin üstüne eğdi. Hoşlanmadım. Ona cevap vermeyi çok istiyordum. Çarşaflı kadın ve çocuğu gittikten sonra sordum: 
‒ Doktor bey, niye cihazınız bu kadar büyüktü? 
Zekice bir gülümsemeyle cevap verdi: 
‒ Çünkü insanlar inansın diye. 
‒ Herkese böyle açık sözlü konuşuyor musunuz? 
Hiçbir şey demedi ve röntgenlerimin numarasını sordu. Onları bulmak için büyük siyah paketleri aramaya başladı. Üstü başı düzgündü. Beyaz önlüğü sanki yeni ütülenmişti. Küçük ve siyah bıyıkları, her şeyden daha pis görünüyordu. Ben henüz rahatlamamıştım. Sordum. 
‒ Doktor bey, cihazlarınız bu büyüklüğüyle, göğsümüz hakkında ne diyor? 
‒ Şimdilik bir şey yok. 
Kısa ve net bir cevap verdi. Sıkıldığı belliydi. Yazdığı şeyi katladı. Zarfın ağzını kapattı. Göğsümün röntgenlerinin olduğu siyah zarfı önüme koydu. Şapkamı aldım yola çıktım. Mutluluktan içim içime sığmıyordu. Tepkisiz kalamayacağım bir mutluluk. Sonunda ümit bulduğum bir mutluluk. Şahâbad’taki huzurevinde hissettiğim mutluluk gibi yüreğimi titretmişti. Kapıyı yaşlı kapıcı açtı ve ben elimi cebime attım, bir küçük kâğıt parayı avucunun içine koydum. Asla böyle bir alışkanlığım yoktu. Doktorun evine varana kadar kaç defa zarfı açmak istedim ama doktorun iki kelimesi benim için yeterliydi. Belki de zarfın içinde başka bir şey yazmasından korkuyordum. Otobüsten indim. Büyük röntgen zarfını sanki bir madalya gibi koltuğumun altında tutmuştum ve sıcaklığını tüm vücudumda hissediyordum. Davranışlarım, içimden korkuyu atacak kadar gururluydu. Karımın beni böyle bir durumda görmesinden korktum. Gururumu yendim, umursamaz ve belki de acınacak bir ifadeye büründüm. Doktorun bekleme odasına girdim. Karım endişeyle yerinden kalktı. Bekleyen birkaç kişinin arasından geçerek zarfı elimden aldı, hiçbir şey sormadan röntgenleri çıkardı, ışığa tuttu ve onları inceledi. Sanki sağlığımı nestalik yazı gibi röntgene nakşettiklerini düşünüyordu. Dedim ki: 
‒ Sen ne anlayacaksın ki canım! 
‒ Eee, ne olmuş ki. 
‒ Bilmiyorum. Doktor için yazılmış bir şey. Şimdilik bir şey olmadığı yazıyor. 
Bunların hepsini soğukkanlılıkla söyledim. Sanki içime şeytan girmişti. Karım üzüntüyle şöyle dedi: 
‒ Yani, sonra… 
Zarfı açmak istedi, izin vermedim. Herkes bizi izliyordu. Bazıları hâlsiz gözlerle, bazıları meraklı bakışlarla. Oturduk. Henüz sıramız gelmemişti. Birkaç dakika geçti. O bakışlar bizden uzaklaştı. Ben o zaman bir sigara daha yaktım. İki üç nefes çekmemiştim ki, karım kalktı. Elimi tuttu ve dışarıya çıktık. Bir sokağa girdik. Karım zarfı açmak için saçlarının arasından bir tel toka çıkardı. Aceleyle mektup açacağımı çıkardım ve zarfı elinden aldım, dikkatlice açtım. Kâğıdın katını açmamıştım ki, elimden kaptı. Omzunun üstünden izliyordum. Büyük bir kâğıttı ve üzerine üç dört satırdan fazla bir şey yazılmamıştı. Sadece ikinci satırdaki cümle dikkatimi çekti. “Akciğerin ortası kararmış”. Geri kalanında o kadar yabancı kelime vardı ki anlaşılmıyordu. Ama bir hüzün içimi sarmıştı. O zaman niye güldü? Niye dalga geçti? O ki biliyordu neden dalga geçti? Yeni ütülenmiş beyaz önlüklü doktoru düşünmek için artık fazla zaman yoktu. Ve hâlâ o kâğıda bakıyordum. O kâğıt artık hiçbir şey değildi ve hiçbir şey yazmıyordu. Hiçbir el onu katlamamıştı. Bir an kendi kendime dedim ki, “Tembel! Neden daha önce açmadın? Tembel! Korku bir mızrap gibi “akciğerin ortası” diye, yüreğimde titremeye başladı. Ve tekrar o bakışlar canlanmıştı. O kemikli yüzler, kenarları çatlamış sürahiler ve kirli nevresimler gözümün önünde canlanmıştılar. Hastalar, tahta ve demir yataklarda sıralanarak uyumuştular… 
Sokağa giren bir arabanın kornası beni kendime getirdi. Karım kâğıda bakakalmıştı. Elini tuttum ve kenara çektim. Kâğıdı katladım ve zarfı özenle kapattım. Artık sabrı tükenmiş olan karım, sordu: 
‒ Peki, şimdi? 
Sanki ağlıyordu. Umursamazca cevap verdim. 
‒ Eee, ne yapabilirim? 
Tahammülü olmadığını anladım. Kurnazca ağzımda geveledim ve devam ettim. 
‒ Bir şey yok. Kesinlikle yok. Biz anlamıyoruz canım. Sen sabret… 
‒ Anlamıyoruz ki ne demek? Yoksa Farsça anlamıyor musun? 
Boğuk bir sesle, “Açma demedim mi?” dedim. Daha yumuşak bir sesle devam ettim. Sen anlıyor musun? Akciğerin ortası neresi ki? Ama içimde bir şenlik koptu. Arzularım uyanmıştı. Hırsız gibi açtığım mektubun kelimeleri arasında, tef ve ziller çalıyordu. Kutlama yapıyorlar, çalgı çalıyorlardı. Karımı kendime doğru çektim ve doktorun yanına girdik. Bekleme odası hâlâ doluydu. Ama bize sıra gelmesine bir kişi kalmıştı. Oturduk ama karımın içinden neler geçtiğini tahmin edebiliyordum. Çok iyi yalan söyleyemiyordum. Çünkü ona bu kadar sıkıntı vermesine tahammül edemiyordum. Sıramız gelene kadar bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Teselli ettim. Ve kulağına eğer bir şey varsa herkesten çok onun için tehlike arz edeceğini söyledim. O zaman artık beraber olmamamız gerekir. Ben razı olmasam bile o kabul etmemeli. Böyle sözlerdi… Sonra sıramız geldi. Karım aceleyle kalktı ve ben sakince onun peşi sıra röntgenler koltuğumun altında doktorun odasına adım attım. Selam verdik ve oturduk. Odanın eşyaları, düzgün ve parlaktılar. Giydiği önlüğüyle daha çok kasaba benzeyen kilolu doktorun masasının yanına iki üç defa gittiğimde, uzun kasap bıçağına benzer bir şey aramıştım. Zarf ve röntgenleri masasının üstüne koyup, oturdum. Doktor durumumu sordu ve röntgenleri çıkardı. Elinin kenarındaki mat ışıklı cama koydu. Sonra odanın ışığını kapattı ve röntgenin siyah filminin altından çıkan görüntüyü inceledi. Omuzlarımın kemikleri, kaburgalar, omurga kemiğinin bir gölgesi ve benim bilmediğim başka kemikler görünüyordu. Defalarca bu aynanın önünde derimin altındaki kemikleri gördüğümü hatırladım. Hepsini tanıyordum. Acaba bu iskeletten çok mu farklıydım? Sonra röntgen cihazının altında çıplak olduğumu, rahatsız edici soğuğunu hissettiğimi ve cihazın sitatifini bana yapıştırıp eziyet ettikleri o günü hatırladım. Röntgen cihazı, huzurevindeki cihazdan daha büyüktü. Hissettiğimse, soğuktan çok bir iğrenmeydi. Röntgen çeken cihazın büyüklüğüyle –beş altı metre uzunluğundaydı, tavana kadar uzanıyordu. Kalın ayakları bir devin ayakları gibi yere çivilenmişti- dalga geçtim! Cihazları daha küçük yapmaları mümkün değil mi? diye, kendi kendime söylenmiştim. Sonra bu soruyu röntgen çeken doktora –röntgenleri almaya gittiğimde– sormuştum. O verdiği bir cevap mıydı? Sonra mevzunun, insanların göğüslerinin, kırılmış el ve ayak kemiklerinin röntgeninin çekilmesi olmadığını anladım. Önemli olan onları korkutmak ya da ümit vermektir. Niye o gün huzurevindeki muayene odasını tapınak gibi bulduğumu ve cihazın da sessizlikte ve karanlıkta kâhinlerle, ruhbanlarla çevrilmiş, Tanrının büyük bir heykeli gibi ayakta durduğunu anladım. Ümit dolu bir yürekle, ibadet etmek için Allah’ın karşısına giden mümin bir ziyaretçi gibi çaresiz kalmıştım. 
Ama o diğeri -ütülü doktorun röntgen cihazı- korku, vahşet dolu bir tedirginlik ve soğuktan başka bende hiçbir etki bırakmayan işkence aleti ya da eziyet eden bir devdi. Belki o gün üşütmüştüm, öksürüğüm daha da şiddetlenmişti. Bu konuyu masasında ışığı yeni yakan doktora açtım. Karımla konuşuyordu. Yine sigaradan bahsediyorlar ve karım şikâyet ediyordu. Kendi kendime dedim ki, o da şimdi ümit verici cümleleri tekrar edecek ve sigarayla ilgili bir şeyler önerecek. Ona getirdiğim zarfla ilgili bir şey sormak istedim. Ama sual etmeye gerek yoktu. Biz onu okumuştuk. Bir an onu açma hikâyesini doktora anlatmak istedim ama vazgeçtim. Yani doktor o kadar sağlıklı, kilolu, kırmızı ve beyazdı ki, onunla samimi olmak istemedim. Kasaplık ona daha çok yakışırdı. Onunla bir kelime bile konuşmamaya karar verdim. Ama doktor bir şey yazdı ve zarfı bırakırken şöyle dedi: 
‒ Artık benim uzmanlığım dışındadır. Uzman bir doktora gitmeniz gerekiyor. 
Kâğıdı karımın eline verdi ve devam etti: 
‒ Bunu sizi tanıtmak için yazdım. Güvenilir bir doktordur. 
Ben şok oldum ve şaşırdım. Ve karım korku içinde sordu: 
‒ Nasıl doktor bey? Yani gerçekten mi? 
Doktor sözünü kesti ve güven veren bir sesle, “hayır canım bir şey yok. Kendim de tedavi edebilirim ama bir akciğer uzmanına gitse daha iyi.” 
Karımın beti benzi atmıştı, koluna girdim. Ayrılırken ilerledim ve masanın arkasında oturan doktorun elini sıktım, içten bir teşekkür ettim. Kapıdan çıkarken doktora neden o kadar kötü davrandığım ve onu sürekli kasaba benzettiğim için kendime kızdım. 
Tam bir hafta, doktorun yazdığı kâğıdı cebimde sakladım. Karımın, doktora gittin mi? diye, her soruşunda ya muayenehanesini bulamadım, ya gittim yoktu diyor ya da farklı yalanlar söylüyordum. Sigarayı artırdım. Öksürüklerim şiddetli ve hırıltılıydı. Geceleri buhar ve ayva tohumunun peltesi ciğerlerimi rahatlatıyordu ve uyuyordum. Tanımadığım yeni doktorun yanına gitmeye korkuyordum. Özellikle de onun hakkında araştırmalar yapmıştım ve çok iyi bir doktor olduğunu öğrenmiştim. Arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın çoğuna umursamaz tavırlarla, göğsümün kötü olduğunu anlatmıştım. Ve onlardan empati kurmalarını bekliyordum, onlar ise o doktorun ismini söylüyorlardı. Onun ismini yeni birinden duyduğum her an bir öncekinden daha fazla içimde bir korku beliriyor ve ona gitmekten kaçıyordum. 
Bu esnada göğsümü hiç düşünmüyordum. Sınıfta, evde, sokakta, pazarda nefessiz kalıncaya kadar öksürüyordum. Göğsümün kötü olduğuna dair hikâyeler anlatıyordum. Öksürük durduğu zaman hemen sigara yakıyordum hatta sınıfta bile içiyordum. Herkesi kendime acındırıyordum, belki de onları sinirlendiriyordum. Karım gittiği her yerde ağlamıştı. Akciğerlerimin röntgenini, göğsümün ortasındaki karartıyı, anlatıp herkesi ağlatıyor ve bir çare arıyordu. Bunları duyduğum zaman yaramaz bir çocuk gibi mutlu oluyordum. Sonra doktora gitmediğimi öğrendiğinde sinirlenmişti ve iki üç kere de kavga etmiştik. Bir an tüm akrabaların, arkadaşların telaşa kapıldıklarını fark ettim. Erkeklerse hâlimi sormaya gelip bir çare arıyorlar ve doktora neden gitmediğime şaşırıyorlardı. Teyzeler ve yaşlılar, geleneksel ilaçlar öneriyorlardı. Ve ilişkiye girmememi söylüyorlardı. Bu konuyu söylemekten utandıkları için söylerken can çekişiyorlardı. Babam yirmi tane ferik almıştı ve günde iki tane yiyeyim diye göndermişti. Bunların hepsi oyalanmak için bir uğraş olmuştu. Ben bunca telaşın ve koşuşturmacanın merkezindeydim. Beni unutanlar yeniden hatırlamıştı. Kendimi sağlıklı olduğum zamandan daha iyi hissediyordum. Mutluluktan sarhoştum. Sigarayı artırmakla birlikte yemeği de iyi yiyordum. Üç dört gün, okula gitmedim ve evde oturdum. Hiçbir iş yapmıyordum. Bir yerde oturuyor ya da uzanıyordum. Sigara içip, karıma itiraz ediyordum. Her şeyden daha çok kiralık evimizin bahçesini dolduran, her yere girip çıkan ferik sürüsüyle ilgileniyordum. Hatta birisi tuvaletin içine düşüp boğulduğu için üzüldük. Ama ferikler çok fazlaydılar. Onların mutluluğu, yaşam sevinçleri bana her şeyi unutturmuştu. Sadece birinin ölümünü değil, kendi öksürüklerimi de unutmuştum. 
Sonunda cumartesi sabahı giyindik, kuşandık. Karım elimden tutup doktora götürdü. Önceden adresini bulup, randevu almış ve bana hiçbir bahane bırakmamıştı. Göğüs röntgenlerimi, sanki öğretmenin eline verilen sınav kâğıtları gibi koltuğumun altına alıp yola düşmüştük. Artık gururdan hiçbir eser kalmamıştı. Davranışlarımda, bir öğrenci gibi mütevazılık vardı. Eskisi gibi bir korkum vardı; tanımadığım bir yere gitme korkusu. Çocukluğumda sınava giderken hissettiğim korkuyu hissettim. Bu kez anladım ve konuları abartmamam gerektiğini fark ettim. Çok sade düşünmem gerektiğini anladım. Ya olacak ya da olmayacak. Veya… Ama bundan çok fazla uzaklaşamıyordum. 
Kapıcı odaya girdiğinde, doktorun beni tanıtmak için yazdığı kâğıt karımın elindeydi. Bekleme odası yoktu. Ya da biz önceden randevu aldığımız için direkt doktorun odasına geçmiştik. Oda küçük ve temizdi. Halısı yoktu. Doktorun masası üçgen şeklinde, odanın üst tarafındaydı. Pencereleri, siyah perdeyle kapatılmıştı. Soluk ve rengi kaçık küçük bir lamba, doktorun yan tarafında idi. Odanın bir köşesine, göğsü muayene etmek için bir cihaz konmuştu. Cihaz o kadar küçüktü ki şaşırdım. Kalkıp, cihazı düşürmek istedim. Karım oturduğu zaman cihaza yaslandım ve hareket ettiğini hissettim. O tapınaktaki, eğri büğrü canavardan hiçbir eser yoktu. Her şey sadeydi. Her şey normaldi. Gizemli hiçbir şey yoktu. Korkutucu veya ümit edici hiçbir şey yoktu. Farklı cihazlar, tansiyon aleti ve ona benzer şeyler odanın köşesindeki masada ve raflardaydı. Cam dolaba parlak ameliyat aletleri ve makaslar dizilmişti. Tam bakkal dükkânı gibi. Çok sade. Odanın lambasının abajuru bile yoktu. Çıplaktı. Kapıdan giren doktorun elinde sigara vardı. Biraz uzun boyluydu, keldi ve yakası açıktı. Doktora hiç benzemiyordu hatta masasının arkasına bile geçmedi. Karımın yanına oturup, kâğıdı ondan aldı ve okudu. Sonra ayakta durup röntgenlerle uğraşan bana baktı. Röntgenleri ona vermek istedim. “Hiç gerek yok!” dedi. Bu söz kafamdan aşağı kaynar su gibi döküldü. Abartma, korku ve ümitten kalan her şey bu suyla yıkandı ve gitti. Doktor kıyafetlerimi çıkarmamı istedi. Cihazın üstünde durduğumda sadece çıplaktım. Artık hiçbir şey benimle değildi. Hiç kimse yanımda değildi. İlk olarak, aynasını alnına koyduğu küçük cihazla boğazıma baktı. Ağzım açıkken cihazın hortumu burnumun dibine kadar girmiş gülmeme fırsat vermiyordu. Sonra pazuma bir şey bağladı ve tansiyonumu ölçtü. Daha sonra odanın ışıklarını kapamaya gitti ve cihazdan bir ses geldi. Hır hır ediyordu. Çıkardığı ses onun cüssesinden gelmiyordu. Doktorun sigara dumanı, burnumu rahatsız ediyordu. Yeşil ışıktan hiçbir eser yoktu. Aynı talimatları verdi ve göğsüme arkadan önden baktı. Sonra cihazın sesi kesildi. Karanlıkta doktorun gidip ışıkları yakan ayak sesi duyuldu. Karımın ya beti benzi atmıştı ya da karanlıktan yeni çıkmış gibi görünüyordu. Ben kendime yenildim. Benim için artık her şey bitmişti. Ümit ve arzumun duvarları, tapınak canavarının başına yıkılmıştı. Doktor sigara konusunda hiçbir şey söylemedi. İçmem için iki tane şurup ve göğsüme sürmem için bir yağ verdi ve röntgen çeken doktora bu kadar abarttığı için birkaç tane terbiyeli küfür salladı. Ama ben tahammül edemiyordum. Bir anda köşeye düşen göğüs röntgenlerimi işaret ettim. Göğsümün ortasındaki kararmayı kulağına fısıldadım. Güldü ve susayım diye, cihazı işaret etti. Kıyafetlerimi giyinceye ve karım kalkıncaya kadar sessiz ve kederli bir hâlde kaldım. Karım, mutlu mesut konuşuyor ve nasıl beslenmem gerektiğini benim adıma soruyordu. Sonra onu rahatlattığı için doktora arkadaşça teşekkür etti ve yola çıktık. Koluma girdi ve dışarı çıktık. 
Sokakta giderken yeni, siyah ve büyük göğüs röntgenlerinin zarfını koltuğumun altında hissettim. Sanki okul çocuğunun eline verilmiş, zayıf bir karneye benziyordu.
 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 223. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 223. Sayı