HaftanınÇok Okunanları
HUDAYBERDİ HALLI 1
Süleyman Abdulla 2
Ayşe Solmaz 3
MUHİTTİN GÜMÜŞ 4
KEMAL BOZOK 5
HÜLYA ÇEL İKTENYILDIZ 6
Osman Çeviksoy 7
Vicdan Azabı
Parkta hızlı bir şekilde güvercinleri besleyen yaşlı bir adamla karşılaşıyorum. Burada farklı insanların kuşlara ekmek kırıntıları ve tahıl serptiğini görebilirsiniz. Ama bana öyle geliyor ki hiç kimse bu kişi gibi kuşlara sevgiyle ve muhabbetle yaklaşmıyor. Sanki o, güvercinlerle sohbet ediyor, onlarla dost gibi dertleşiyor. Onu birkaç kez yakından gözlemledim ve onunla konuşmaya çalıştım. Ama ya kalbini kırarsam ya da beni azarlarsa diye cesaret edemedim.
Bir akşam işten sonra onunla tekrar karşılaştım:
- Selam, amca.
- Selam.
- Nasılsınız?
- İyiyim, evlat. Sen nasılsın?
- Sağ olun, amca.
Yüzü değişti. Tebessümlü bakışı beni cesaretlendirdi.
- Siz buraya sık sık geliyorsunuz değil mi?
- Evet, haftada en az dört defa geliyorum. Eğer üç gün üst üste gelmesem, güvercinler beni başka türlü karşılıyorlar. Sanki diyorlar ki:
- Neredeydin? Böyle dostluk olur mu?
- Çoğu insanlar gibi ben de bu güzel kuşları seviyorum. Bazen ben de onlara tahıl serpiyorum. Ama sizin güvercinlerle ilişkiniz bambaşka doğrusu.
Gülümsedi ama yüzünde kederli bir ifade oluştu.
- Bu uzun hikâye anlatmak için vakit lazım.
- Benim vaktim var, anlatırsanız memnuniyetle dinlerim.
- O zamanlar köyde yaşıyorduk. Köyümüz Kur'un sol yakasındaydı, bereketli köyümüzde hemen hemen her evde güvercin besleniyordu.
Bizim de güvercinlerimiz vardı. Her sabah babam annemle birlikte güvercinlerin yanına gider onları yuvadan çıkarır, tahıl serper ve su verirlerdi. Babam izin günlerinde güvercinleri uçurur, gözlerimiz gökyüzüne kilitlenirdi. Bazen komşunun da güvercinleri bizimkilere katılıp uçarlardı.
Çocukluğumdan beri güvercinlerin barış kuşları olduğunu biliyordum. Bu narin, güzel kuşlar ailemize neşe kaynağı oldu.
Babam elektrikçi olarak çalışıyordu, annem ise hemşireydi.
Ben üçüncü sınıftayken babam kırık bir elektrik hattını onarırken elektrik çarpmıştı. Bizim evde tam matem havası oluşmuştu. Herkes bizim için toplanmıştı. Annem deli gibi bağırıyor, saçlarını yoluyor, yüzünü yırtıyordu. Teyzelerim ve amcalarım ne kadar uğraşsalar da onu sakinleştiremediler. Babamın cenazesinden sonra annem hastalandı. Kendini kapattı, yemedi, içmedi, hep ağlıyordu.
Bir gün dayım ona kızdı:
- Yeter artık, kendini mahvettin, oğlunu düşün, sen ölürsen ona kim bakacak o da mahvolup gidecek.
Annemin kendine gelmesi çok uzun zaman aldı. Benimle eskisinden daha fazla ilgileniyor, her gün derslerimle ilgileniyor, kısacası üstüme titriyordu. Ayrıca daha önce olduğu gibi güvercinlerimizin suyuna ve tahılına da dikkat ediyordu.
Bir keresinde sabah erkenden annem güvercinlerin yanındaydı. Kulağıma sesi geliyordu. Annem güvercinlerle konuşuyordu.
- Ona iyi olduğumuzu, bizim için endişelenmemesini söyleyeceksiniz. Bir de deyin ki Vefa seni o kadar çok özledi ki…Bu saatte uçarak onun yanına gideceğini söylüyor. Ama Asife yüzünden gidemiyorum. Sonuçta o henüz bir bebek, kanatları kuvvetli değil, uçamıyor.
Annem galiba beni gördü ve konuşmayı bıraktı.
Sekizinci sınıfı bitirmiştim. Yaz tatilinde annemin kuzeni Sehavet’in Kura Nehri kıyısındaki restoranına ona yardım etmem için yanına götürdü. Akşamları buraya çok sayıda müşteri gelirdi. Müşteriler arasında ilçe yetkilileri, savcılık çalışanları, emniyet teşkilatı çalışanları ve iş adamları vardı.
Sehavet dayı becerikliydi. Ticaret teknik okulundan mezun olunca bir süre Bakü'de çalışmıştı. Restoran işini iyi biliyordu. Yanına da becerikli köy gençlerinde toplamıştı. Müşteriler her geçen gün artıyordu. Restoranlarda garsonluk işi ilk bakışta kolay gibi görünse de zorlukları da vardır. Yavaş yavaş işin inceliklerini öğreniyordum. Sehavet dayı da benden memnundu. Günlük yevmiyemi veriyor, ben de kazancımı anneme veriyordum.
Garip bir yerdi restoran... Daha bir ay önce müşterilere çekinerek yaklaşırken, şimdi onları gülümseyerek ve tatlı dille karşılıyordum. Müşterilerin çoğu kendileriyle bizzat ilgilenmemi istiyorlardı.
Sehavet dayı da bunun farkında olduğu için bana daha iyi ve daha sıcak davranıyordu. Bir gün ilçe memurlarından biri Bakü'den arkadaşlarıyla birlikte restorana gelmişti. Böyle müşteriler olduğunda Sehavet dayı bizzat ilgilenirdi, hiçbir şeyin gözden kaçmasını istemezdi. Müşteriler için ne hazırlanmamıştı ki… soğuk mezelerden tutun da kuzu eti, balık, hindi kebaplarına kadar… Türlü türlü meyveler, pahalı votkalar ve konyaklar da tam yerindeydi.
Müşteriler yiyor, içiyor, gülüyor, yüksek sesle konuşuyor ve şakalaşıyorlardı. Aniden masanın başında oturan müşteri Sehavet dayıyı yanına çağırdı, kulağına bir şeyler fısıldadı ve elindeki parayı cebine koydu. Sehavet dayı güldü ve "Baş üstüne!" dedi ve hızla masadan kalkıp eliyle beni çağırdı.
- Sana yüz manat vereceğim. On tane güvercin bul ve getir. Misafirlerimiz güvercin kebabı istiyor.
Yüz manat az bir miktar değildi. Bunu kazanmak için en az on gün çalışmam gerekiyordu. Bir güvercin iki-üç manattır. Bizim de tam on güvercinimiz var.
- İyi.
- Kerim ile gidin ama geç kalmayın.
Bahçemize girdiğimizde evimizin ışığı kapalıydı, muhtemelen annem uyuyordu. Hızla yuvaya girdik ve kuşları göz açıp kapayıncaya kadar yakaladık ve yanımızda getirdiğimiz büyük bir çantaya koyduk.
Müşteriler Sehavet dayıdan çok memnun kalmışlardı. Güvercin kebabı o kadar övüldü ki...
Gece yarısından çok sonra eve geldim, yatağa uzanmam ile uykuya dalmam bir oldu. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Annemin sesiyle uyandım. Hüngür hüngür ağlıyordu.
Hemen yerimden kalkıp giyindim, kapının önüne çıktım. Annem ağlaya ağlaya:
- Yavrum, güvercinlerimiz yok. Geç geldiğini bilen birileri onları çaldı.
Sanki hiçbir şey bilmiyormuşum gibi:
- Serseriler, hırsızlar... Sizi bulup sorarım size ama.
Sonra sanki anneme üzülüyormuş gibi:
- Anne, ağlama. Tekrar güvercin alırım, onlara da bakarız.
Bir anda ağlamayı keserek:
Yavrum, ben senin artık büyüdüğünü ve aklının erdiğini sanıyordum. Bana babamdan yadigarı olan güvercinler lazım, başka kuşları ne yapayım?
Aklım başıma yeni gelmişti. Sanki o anda Allah’ın beni dün gece yaptıklarıma karşı pişman ettiğini anladım. Ne kadar büyük bir hata yaptığımı, ne kadar büyük bir günah işlediğimi şimdi anlıyorum.
Güvercinlerden sonra annem çok dertlendi ve ciddi bir hastalığa yakalandı. Babam öldüğünde nasıl üzülmüşse şimdi de o kadar üzülmüştü. Bir süre sonra iyileşti ama bir daha eski sağlığına kavuşamadı.
Yıllar geçti, annem beni evlendirdi. Ama vicdan azabı beni hiçbir zaman bırakmadı. Ne kadar çok istesem de anneme cesaret edip gerçeği söyleyemedim.
Bir süre sonra çalıştığım restoran kapandı.
Köyde uygun iş bulamadığım için şehre taşındık. Ev kiraladık, çalıştım. Maddi durumumuz yavaş yavaş düzeldi. Yeni doğan oğluma da babamın adını verdik. Vasıf'ın doğumuyla annem yeniden canlanmış, neşelenmiş gibiydi. Evimizin rızkı da giderek arttı. Bir süre sonra ev aldım. Annem hem bizimle hem de torunuyla gurur duyuyordu.
Ama bir gün davetsiz, beklenmedik bir misafir geldi ve annemi alıp götürdü.
Hayatın ebedi kanunudur; bir gün gelen bir gün de gider. Ancak bir annenin kaybı hiçbir şeyle karşılaştırılamaz.
Görünüşe göre Asif çok terliyordu. Mendilini çıkarıp yüzünü sildi ve sohbetine devam etti:
- Annemin kırkı yeni çıkmıştı. Gece bir rüya gördüm. Annem beyaz bir elbise giymişti. Bana:
- Yavrum, görünüşe göre güvercinleri beslememişsin. Ne güne kaldılar… Tahıl ver onlara dedi.
Korkarak yatağımdan kalktım. Annem üst üste üç gece aynı elbiseyle, aynı şekilde rüyama girdi ve her seferinde bana güvercinleri beslememi söyledi. Dördüncü gün biraz buğday alıp parka geldim. Tahılları güvercinlere serptim öyle bir rahatladım ki.
Ertesi sabah da güvercinleri görmeye geldim. İşte o günden itibaren bu kuşlarla arkadaş oldum.
Şimdi de onlardan ayrılamıyorum. Yaşadığım sürece bu güvercinleri besleyeceğim.
Uzun zamandır oturuyorduk ve artık havanın soğuduğunu ve yağmurun çiselemeye başladığını fark ettim. Sanki bir büyünün etkisi altındaydım. Ayrılma zamanı gelmişti.