Yaratıcı ve Edebiyatçının Mirasına Bir Bakış


 01 Mayıs 2023



 sonra kurtulduBekir Çobanzade’mizin kim ve ne olduğunu anlamak için onun edebî, yaratıcı ve edebiyatçılık sahalarındaki hizmetini gözden geçirmek faydalı olacaktır. Bu yaratıcı insanın şiirlerine çeşitli şekillerde yaklaşılıp, birbirlerini tamamlayacak düşünceler dile getirilse de, onun lirik mirası ufku görülemeyen bir deniz gibidir. Hal böyleyken, yapılacak pek çok araştırmada onun şiirlerindeki yaratıcılığa ayrıntılı olarak bakacak olursak, romantik Bekir Çobanzade’nin 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarındaki millî edebiyatımızda kendi yeteneğini gösterebilen Hamdi Giraybay, Şevki Bektöre, genç Ömer İpçi gibi söz ustalarının öncüsü olduğu anlaşılır. Hasan Sabri Ayvazov’un da kaydettiği gibi inkılap yıllarında “Çobanzade’nin etrafında yeni şairler doğuyor, bunların hepsi şiirlerinde Çobanzade’yi taklit ediyorlar.” Ama meselâ, realizme yönelen Hamdi Giraybay 1922 senesinde yazdığı “Cigitniñ cırı (Yiğidin ezgisi)” şiirinde hürriyet için silâhla mücadele etmek gerektiğini vurgulayarak: 

……
Tatarnıñ taliyin özüm yazarman                              Tatar’ın talihini kendim yazarım,
Aqsızğa mezarnı özüm qazarman,

                           Haksıza mezarı kendim kazarım,
Yaşasın dünyada yıqılmaq, yıqmaq,                       Yaşasın dünyada yıkılmak, yıkmak,
Borcudır cigitniñ aqsıznı sıqmaq.                            Borcudur yiğidin haksızı sıkmak.

Felsefe dünyasın urmaq isteymen,                         Felsefe dünyasını vurmak istiyorum,
Cigitlik dünyası qurmaq isteymen                          Yiğitlik dünyasını kurmak istiyorum
Gizliden gizlige bir söz de aytmam,                        Gizliden gizliye bir söz de söylemem,
Aqiqat boldımı taş bolsa qaytmam.                       Hakikat oldu mu taş olsa da dönmem

Deryaday bir toqtar, soñ birden taşar,                   Derya gibi bir durur, sonra birden taşar
Ölsem de yaşarman, qalsam da yaşar,                   Ölsem de yaşarım, kalsam da yaşar,
Halq için öldürer, asarman, keser,                          Halk için öldürür, asarım, keser,
“İstikbal cüyrügim” cellerday eser.                         İstikbal koşu atım, yeller gibi eser.

                                                                   (Şiirin Türkçe tercümesi Prof.Dr.Zuhal Yüksel’e aittir)

yazmış olsa da, Bekir Çobanzade ondan farklı olarak bilgiyle mücadele etmeye davet ediyor. Aynı zamanda o devirdeki millî şiirimizde romantizme temayülün en belirgin ve daimî temsilcisi olarak, bu dünya ile öbür dünyayı kıyaslayıp onlar arasındaki zıtlığı ifade edermiş gibi, edebiyatçının ifadesine göre, “birbirine selâm bile vermeyecek” anlam ve olayları yan yana koyuyor. Şairin ruhu etrafta hüküm süren zor hayatla uzlaşamayıp, azap çeken zarif yüreğini hayata ters düşen durumlardan saklıyor. Bunu için de onun eserleri gam, keder, ümitsizlikle dolu: 

Men bilmey tuvdım, bilip ölemen,                      Ben bilmeden doğdum, bilerek ölüyorum,
Tuvğanda cıladım, ölgende külemen.                 Doğarken ağladım, ölürken gülüyorum.
Er aqşam-saba budır tilegim:                               Her akşam-sabah dileği budur:
“Tañrım, ber mağa bir yahşı ölüm!”                    “Tanrım, bana güzel bir ölüm ver!”

                                                                                                                            “Yahşı ölüm, 1920

Hayattan vazgeçen şairin hayal dünyasına geçmek istemesi şiirin odak noktasıdır. Bunu bize 1919-1920 senelerine ait “Bilmeyim (Bilmiyorum)”, “Qart Dunay, Qart Dunay (Yaşlı Tuna, Yaşlı Tuna)”, “Qaytarma”, “Yahşı ölüm (Güzel ölüm)”, “Bir saray quracaqman (Bir saray kuracağım)” gibi şiirlerinde gösteriyor. Onlarda romantik, duygusal bir sevgi ile lirik kahramanın yüce gönüllülüğü seslendiriliyor. Şair ölümsüz mevzular hakkında fikrini belirtiyor, millî bağımsızlık hakkında yazıyor ama onları toplumsal bir bakış açısıyla değil kendi iç dünyasının sesiyle ifade ediyor. 

Hayatın zavallılığı ve gerginliğini yüreğinin en derinlerinde duyan Bekir Çobanzade kendi bakış açısı ve duygularını ifade etmek için kendine has bir üslûp bulmuş, tarihin facialarla dolu ve karışık olaylarını ruhunda hissederek onları son derece zarif bir şekilde tasvir etmiş, böylece millî şiirimizde psikolojinin yer etmesini sağlamıştır. Bu sırada samimi kaygı ve elemle Macaristan’da yazılmış “Tınç Tatar çölünde (Sessiz Tatar çölünde)”, “Öz özüme (Kendi kendime)”, “Canıq qaval (Yanık kaval)”, “Çöyün col işçileri (Demir yol işçileri)”, “Biñ doquz yüz on doquz” gibi şiirleri millî edebiyatımızın belki de en kıymetli, en güçlü şaheserlerini teşkil etmektedir.

“Qaval sesleri” isimli el yazma derlemesinin başında kalbinin en temiz duygularıyla “… tatar tili, iç kimse aytmasa da, kene büyük, kene izgü… Çünki onda menim cigit halqımnıñ biñlerce cıllıq qayğıları, qayğılı cigit sesi bar” (… tatarca, hiç kimse konuşmasa da gene büyük, gene güzel… Çünkü onda benim yiğit halkımın binlerce yıllık kaygısı, kaygılı yiğit sesi var) diye yazan şairin lirik kahramanı fani dünyayı terk ederken yanında ana dili ve Qaytarma olsun istiyor:

Altından saçlarıñ betimni siypay,                       Altın saçların yüzümü okşuyor,
 Közleriñ közümde boranlar yasay.                    Gözlerin gözümde fırtınalar yaratıyor.
Süyemen saçlarıñ, ölümge tarta,                       Saçlarını seviyorum, ölüme çağırıyor,
Mezarğa yaqınmız,  çal bir qaytarma.                Mezara yakınız, çal bir qaytarma.

Ciberme qolumnı, iç ayrılmayıq.                         Bırakma elimi, hiç ayrılmayalım.
Yaşavnıñ moynına iç sarılmayıq.                         Hayatın boynuna hiç sarılmayalım.
Sarılşıp tüşemiz mına mezarğa,                          Sarılıp düşüyoruz bu mezara,
Üyrensin şu caşlar yahşı qaytarma!                   Öğrensin bu gençler güzel bir qaytarma!

Köñlümni türküler pek yahşı candırmay,           Gönlümü türküler pek iyi yakmıyor,
Şu dünya zevqları asla qandırmay,                     Bu dünyanın zevkleri asla kandırmıyor.
Çal, ölüm, öp, ölüm, oyna, toqtama,                 Çal, ölüm, öp, ölüm, oyna, durma,
Mağa sen kereksiñ, bir de qaytarma.                Bana sadece sen gereklisin, bir de qaytarma. 

                                                                                                                               “Qaytarma”, 1919

Millî şiirimizde felsefi açıdan oldukça güçlü örnekler veren Bekir Çobanzade kalemini nesirde de deniyor ve görüyor ki verdiği ürünler yetişmiş bir ustanın eserleridir. Yazar onlarda derlenmiş suretleri gösterir gibi halkımıza ait özellikleri tasvir ediyor. “Armanda bir şair (Harmanda bir şair)” eserinde köy hayatından bir kesit anlatılıp, softalığını Türkiye’de sürdüremeyen yirmili yaşlarındaki Ablâziz’in (Abdülaziz, tatarca söyleyişte Ablâziz) tasviri yapılıyor. Ama bu defa köyün manzarası veya köyün yorucu işleri değil, köylülerin söz ustalıklarına dikkat çekiliyor. Konunun merkezindeki Ablâziz ilk bakışta ağır bir iş yapamayacak sıradan bir genç gibi görünse de atışmak, karşılıklı konuşmak ve metin okumakta her zaman ilk sıradaki softalardan sayılıyor. Tasvirdeki bu bakış onun geçmişi çok iyi bilmesinin sonucudur ki, sıradan köylülerden farklı olarak o, dünyanın gidişatını anlamaya çalışıyor. Zaten eserdeki zıtlıkların hepsi böyle köylü aydınlardan ibaret: Ablâziz ve köylüler, Ablâziz ve Zibide abay (Zübeyde abla), Ablâziz ve Cebbar Çelebi arasındaki münasebet aslında cehalet ve tahsilin sebep olduğu zıtlıklar sebebiyle gelişiyor. Zibide abay ve Cebbar Çelebi softaya ve onun eğitimine kıymet verseler, hürmet etseler bile şiirden ve dünyada olup bitenlerden hiç bir şey anlamadıkları için Ablâziz’in yazdığı satırları ona karşı kullanıp, ona karşı çıkıyorlar, Ablâziz ise ona neden böyle davrandıklarını anlayamıyor.  Tam da bu sebeple olsa gerek ki hikâyenin başlığında bu zıtlığa dikkat çekilip, dünyaya dar bir pencereden bakış ve hayata estetik nazarla yaklaşma meseleleri karşı karşıya getirilerek ilk yanını harmanda çalışmakta olan köylüler temsil ederken diğer tarafında şiir yazmaya meyleden genç Ablâziz yer alıyor. Hatta hikâyenin bir yerinde Ablâziz: “ Tuvarçı apaqay beyitten, şiirden ne añlaycaq… Oysız, fikirsiz halqnıñ arasına tüştim” (Sığır çobanı kadın beyitten, şiirden ne anlayacak… Düşünmeyi bilmeyen, fikirsiz bir halkın içindeyim) diye dertleniyor. Yazar Ablâziz’i diğerlerinden ayırmak gerektiğinin farkında: “"Er kes catıp cuqlasa da, Ablâlizniñ közüne birden birge yuqu kirmez edi. Er şeyni bu köylü halqman beraber yaşamaq kerek, iç bolmağanda, olarman beraber yuqlamayım der edi. Soñ közlerine qaraşqan cıldızlar, aqrın-aqrın cuqlağanlarnıñ üstüne basıp ketkendiy cılışqan aq bulutlar da yuqusun yavaş tartıp ala ediler…" (Herkes yatıp uyurken, Ablâziz’in gözüne hemen uyku girmezdi. Her şeyi bu köylü halkla beraber yaşamak gerekli, hiç olmazsa onlarla beraber uyumayayım derdi. Sonra ona göz kırpan yıldızlar da, yavaş yavaş uyuyanların üstüne basıp gidiyormuş gibi yaklaşan bulutlar da uykusunu çekip alıyorlardı…” diyor.

Eserin konusu otobiyografik bir renk taşıyor. Evvelce de kaydedildiği gibi, yazarın ustalığı şunda ki, o karakterlerin portrelerini çoğunlukla onların monolog ve diyalogları aracılığıyla çiziyor. Bu arada Zibide abay tam bir söz ustası, herkes ondan çekiniyor. Hatta Cebbar Çelebi: “Munday apaqaylar dünyanıñ diregidir, balalar!.. Zibide, sen saldat bolğan bolsañ, urus, yaponnıñ ölüsin aydar edin” (Böyle kadınlar dünyanın direğidir çocuklar!...Zibide sen asker olsaydın Rus, Japon’un ölüsünü kovalardı.) diyor.

İşta Ablâziz’e böyle insanlar arasında olmak zor geliyor. Hikâyenin konsepti de bu. İçindeki yaratıcı kıvılcımları hisseden Ablâziz hemen hemen şiire benzeyen anlamlı anlamsız şeyler karalamaya başlasa da, köyü idare edenler onun bu yeteneğini anlamıyorlar, genç şair ise: “Valla-billâ, tüşünip yazğanım coq. Oy qucur qalq!” ( Vallahi billâhi, düşünüp yazmıyorum. Oy tuhaf halk!) diye şaşırıyor.

“Erteci Murad (Erkenci Murad)” (1923 s.) hikâyesindeki başkahraman da bu tip köylülerin oluşturduğu bir galerinin devamıdır. Oldukça küçük bir eser olmasına rağmen orada pek çok şey söyleniyor. Umursamaz, kaygısız insanların sözüne inanma, aldanma. Böyleleri verdikleri sözü yerine getirmediği gibi başkalarının işlerini de engeller konusu üzerinde duruluyor. 

Evvelki hikâyedeki çenebaz kahramanlardan farklı olarak Murad aqay (Murad bey) çok konuşmaz, yaygara yapmaz, rahatını da bozmaz. Onun yerine daha çok karısı Zibide abay konuşur. Yazar iyi niyetli bir ifade kullanarak, bu kadının bir tatar evi gazetesi olarak kocasına her şeyi en ufak ayrıntısına kadar anlattığını dile getiriyor. 

Bekir Çobanzade hikâyelerini öyle ustalıkla plânlıyor ki, sanki biz onun karakterleriyle bir aradayız ve konuşurlarken yanlarında onları dinliyoruz. Biz de Murad aqayın karısının ahlâkî zaaflarından çekinmiş, Zibide abayın yalvarıp yakarmalarından etkilenmiş, horozun ötüşünü işitmiş kadar oluyoruz. 

Murad aqayın birbirine zıt düşen hareketleri, yani karısının onu uyandırmasını rica edip tam da sabah kalkacağı sırada mırıldanması ve sonra da kalkmaması bizi hem güldürüyor hem kenarda durup kendimize bakmamıza vesile oluyor.

Bir eser eğer bizi düşündürüyorsa, bize göre o yetkin bir üretimdir. “Harmanda bir şair” ve “Erteci Murad” hikâyeleri de böyle eserlerdir. Bekir Çobanzade boş lâfı sevmeyen yazarlardan olduğunu hem şiirlerinde hem “Qırımtatar edebiyatının soñ devri” başlıklı raporunda onaylamaktadır ki, bu hikâyeleri millî karakterimizi ustalıkla tasvir eden eserler arasında en kıymetli yeri alacak bir şaheserdir. Onun her eserinin konusu da konsepti de son derece kapsamlıdır.

1920’de yazılan “İndemez Celil (Umursamaz Celil)” hikâyesinde yazar köylü suretlerini tasvir edip, silik karakterli Celil aqayın portresini yaratıyor. “Orta boylu, keñ cavrunlı, qara mıyıqlı, gür saçlı, beyaz tenli, ince murunlı (Orta boylu, geniş omuzlu, kara bıyıklı, gür saçlı, beyaz tenli, ince burunlu)” bu adamın tabiatı gayet nazik yaratılıp, yazar onu ağzı kapanmak bilmeyen “apayı Zibide abay (karısı Zübeyde abla)”ın yanında gösteriyor. Sonunda sabah akşam ocak başında açar ağzını, kapatır gözünü, komşulardan, çocuklardan, köyün genç kızlarından, gençlerden öğrenip anlatmadığı şey kalmaz. Zibide abayın “Anladın mı?” sorusuna Celil aqay sadece “E, e!” diye cevap verir ve sazını alıp ot toplamaya gider.

Eserin kompozisyonunu inceleyecek olursak, buradaki diyaloğu sadece hikâyenin sonunda buluruz. Yani yazar kahramanının kendine has karakteriyle başkalarından farklı olduğunu göstermek istiyor. Burayı anlayabilmek için silik tabiatlı kişilere has olan özellikleri incelersek,  şunları görürüz: ilk bakışta onlar vurdumduymaz, hareketsiz, sorumsuz ve dünyaya karşı ilgisizdirler. Aslında ise onlar son derece sabırlı kişiler olup sorumluluk duygusuna sahip, sadık ve güvenilir insanlardır. Bu sakin karakterler işlerine incelikle yaklaşırlar. Cevap vermeden önce iyice düşünür, söyleyeceklerini tartar, mantıkla bezer, karmaşadan hoşlanmaz, hemen değişmez, değişikliklere çabuk uyum sağlamaz, pasif ve dikkatli olur, az konuşurlar. Eğer bu tip insana ters bir şey söylenirse o, bir seslenmez, iki seslenmez ama sonunda patlar. Onu durdurmak neredeyse imkânsızdır. Silik bir karakterde olduğunu düşündüğümüz insanların rahatını bozmak ta kolay değildir. İşte, Celil aqayın karakterinde bu unsurların hemen hepsi mevcuttur. Dedikodu yapmaktan hoşlanan köylü kadınları sonunda onun birine sevdalandığından şüphelenmeye başlarlar: “Birisine âşık. Zavallı Zibide’nin bir şeyden haberi yok” diyerek gidip kitap açtırırlar. Ama Cellâqay (Celil aqay-Celil bey) “kendisine ne derlerse desinler seslenmez, ne kadar bağırsalar da umursamazdı, o ne politikacı ne de kara sevdalı. O öbürlerinden daha çok Kırımlı, karakteristik bir Kırımlı’ydı.”

Yazar kahramanını çeşitli şekillerde sınıyor. Netice olarak ilk baştaki Celil aqaynen eserin sonundaki Celil aqayın tasvirleri arasında şiddetli bir tezat ortaya çıkıyor. Bu köylü aydın onun 1914’teki savaşta askere alındığı zaman ortaya çıkıyor. Vagonda bir subay onu yeşil otlar ve saman olan yerde tütün içtiği için azarlayınca, Celil aqay ona “bir tokat atıyor, zavallı saniyesinde vagonun öbür ucuna düşüyor.”

Celil aqay öyle bir adam ki, nesine dokunulursa dokunulsun tütün çubuğu ve halkına dokunulmayacak, aksi halde onun gözü kararıverir. Bu da bir kenarda dursun, hikâyenin yazarı onunla Budapeşte’de görüştüğünde, Kırım lâfı açıldığında ona “Kırım’a gittikten sonra savaşır mısınız?” diye sorulunca, kendisine çeşitli nişan ve madalyaların gerekmediğini söyleyerek, artık gençlerin mücadele etmesi gerektiğini belirtiyor. Ama sohbet arkadaşı madalya için değil, yarımadanın bağımsızlığı için mücadele ederiz dediğinde o: “o halde kavga ederiz. Kırım’ı alacaksak çubuğumu bile bırakırım kardeşim” diye cevap veriyor. Üstelik silik karakterini unutup “çubuğundan bir nefes çekmeden, bir parça düşünüp” sonra cevap veriyor. 

Görüyoruz ki tütününü ilk sırada tutan insan için vatan meselesi daha ağır basıyor, hatta o tütünden vazgeçmeye bile hazır. Bu boş bir lâf değil, çünkü Celil aqay sözlerini düşünerek söylüyor. Bütün bunların mantıklı bir neticesi olarak hikâyenin finalinde onun konsepti ifade ediliyor: “Benim Celil aqayın sözüne büyük bir inancım var. Celil aqay söz verdikten sonra Kırım’ı yalancı tan ile gerçek tan arasında alırız.”

Bekir Çobanzade bu eseri yazarken, yarımadada çok karışık bir toplumsal ve siyasi durum vardı: Beyazlar ve Bolşeviklerin birbirini değiştirip durması, halkımızın Noman Çelebicihan’sız bırakılması, yeni liderlerin aranması. Tam böyle bir durumda bu liderlerin arkasında duracak sadık insanlar gerekliydi. Yazar Celil aqayı böyle bir insan olarak gösterip, ne zaman ve ne tür eylemlere karşı neler yapmak gerektiğini anlatıyor.

Bekir Çobanzade’nin edebî, beğenilen ve edebiyatçı bakış açısını anlamak için onun ilmî mirasını iyice incelemek gereklidir. Onun “Qırımtatar edebiyatınıñ soñ devri” başlıklı makalesi kendi dönemi için yetkinlik, ilmî derinlik örneği olabilecek çalışmalardan biridir. Bu inceleme 1927’de “İleri” dergisi bünyesinde teşkil edilen Kırım Tatar Yazarları Birliği’nin toplantılarından birinde okunup 1928 senesi Arap alfabesinde ayrı bir kitap olarak yayınlandı. Bu edebî tenkit makalesini okuyanlar onun özelliğini fark edip onda edebiyat kuramı, tarihi ve edebî tenkit mevzularının bir arada olduğunu kaydediyorlar. Böylece alim, geçmişin sözlü ve yazılı edebî gelenekleri temelinde kurulan 20’nci yüzyılın yirmili yıllarındaki edebiyat inkişafını toplumsal, siyasi, iktisadi vaziyet, Kırım Tatar şiiri ve nesrinin ilerlemesinin iç ve dış sebepleri, bu devirdeki edebî akımların varlığı, millî şairlerin yaratıcılıklarındaki kurallar, dönem ve üslûp özellikleri, içerik ve şekil, şiir sanatı incelikleri gibi konular hakkında fikir yürütüyor. 

Şunu da özellikle belirtmek gerekiyor ki, Bekir Çobanzade o devirde, bu düşünceleri paylaşma ve makalede adı geçen insanların ürettiklerine dair bir karar verme hakkına sahiptir. Onun “…hemen hepsi şevk ve heyecanla dolu, hayatın eksiklerini değil daima ümit veren neşeli yanlarını görüyor ve bunun için ömrümüzün hangi acı tarafını anlatırlarsa anlatsınlar, şiirleri daima ümitle bitiyor…” diye yazması boşuna değildir. İhtirasa kapılıp giden bazı yazarların eserleri güçsüzleşirken, kimi eserlerin güzel amaçları tuhaf ifadelerle edebî gücünü kaybediyor. Hal böyleyken, gaye ve onun takdim edilebilmesi için birbirine anlatmak, gereğini açıklamak maksadıyla tenkitçi yazarları samimiyete ve sözlerini parlatarak seçmeye davet ediyor. O, edebî yaratıcılığın esas prensibinin aldatıcı ve anlayışlı bir biçimde belgelenip, içerik ve edebî şekli tek bir parçadan oluşan eserin bütünlüğünü temin edeceğini anlatıyor. Bu arada büyük bir samimiyetle Abibulla Odabaş’ın “dilsizliği”, Memet Nuzet’in “dilinin temizliği”, Fevzi Abdulhay’ın “ifadesiz sözleri”, Ziyadin Cavtöbeli’nin “mevhumları”, Ömer İpçi’nin “fütürizmi” ile ilgili düşüncelerini kaleme alıyor. Sonuncusu için tenkitlerini şöyle ifade ediyor: “…Kaygısız, üzüntüsüz, zahmetsiz şiir yazan yetenekli bir adamın verecekleri bundan başka olamaz. Piyeslerindeki İpçi’ye göre şiirlerindeki İpçi çok acemi!..”

Bekir Çobanzade dönem özelliklerini, geçiş devrinin kendine has genel çizgilerini aydınlatmak amacıyla somut tarihi eserleri gözden geçirmelidir. Bu durum edebiyatın içeriğinin değişmesi ve yeni devrin ihtiyaçlarının karşılanması meselesiyle bağlantılıdır. “Şairlerimiz kendi devrinin esas özelliklerini göstermek konusunda becerikliler mi?” sorusuna cevap ararken, Bekir Çobanzade “…hayat ve ömrü iyi bilmiyorlar, bunun için eserlerinde meseleler yerine eskizler, incelemeler yerine tavsiyeler, canlı tipler yerine doğu-batı gibi geniş dünyalar bulunuyor…” diye yazıyor.

Bütün bu fikirler yukarıda ifade edilen acizliğin sebepleri üzerine düşündürüyor. İşte bu sebepleri de Bekir Çobanzade gösteriyor. 1924’te Bakü’de neşredilen “Türk – tatar lisaniyatına methal (Türk-tatar diline giriş)” kitabında şunları yazıyor: “Dilimizin fakirleşmesinin sebepleri: ilk olarak iktisadî, ilmî, siyasî merkezlerimizin olmayışı; ikinci olarak dilleri bizimkine yakın devletlerin yıkılması; üçüncü olarak yabancı çevreler ve medeniyetlere karışıp, onları kabul etmemiz.” Bu durum ise edebî ve kalıcı mirasın bozulmasına yol açıyor. Onun için de yirminci yüzyılın genç şairlerine has özellikler arasında fütürizme temayül etme, dildeki fakirlik neticesinde kalıcı özelliklerin kaybolması, yaratıcı açıdan gelişememe ve edebî özgünlüğün ölmesini, yok olmasını önemsemeden belli şairleri taklit etme gibi sonuçlar ortaya çıkıyor. Aynı zamanda Cafer Gafar, Ömer İpçi, Cemil Seydamet, Tanabaylı gibi gençlerin nesri ve dramaturjisi ümit veriyor. Sözü edilen dönem onların gelecekte kendilerini geliştirmeleri için tecrübe sahibi olmaları ve etraflarını öğrenmelerine zaman tanıyor. 

Çobanzade’nin makalesini incelerken, onun bazı fikirleri hakkında tartışmak mümkün. Meselâ, “Kırım Hanlığı devrinde atalarımız eline kalem almamıştır” ya da “Kırım tatar edebiyatının… geçmişi bizim için kayıp” gibi düşünceleri özel bir düzeltme yapmadan kabul etmek zor, çünkü Mudamî, Gazaî, Afifî, Rezmî, Selim geray, Aşık Ömer’in adları olmadan o devrin yazılı edebiyatını tasavvur edemeyiz. Bundan başka edebiyatçı “…nesrin bir şekli piyes yazmak olsa da, ikinci şekli hikâyecilik, felyetonculuk, romancılıktır. Bunlar arasındaki farklar ise söz etmeye değmeyecek kadar azdır” diye yazıyor.

Bütün bunlar anlatılırken belki de edebî türler arasında sınırlar olması gerektiği belirtilmektedir. Çünkü yazılı edebiyatın tür ve dönemlerini ya psikolojinin çeşitli olaylarına, ya dilciliğe, ya da zaman ve felsefenin ayrı derecelerine bağlamak yirminci yüzyılda da devam ediyor. Ama Platon ve Aristoteles’ten başlayan gelenek devirlere boyun eğmez ve değişmez ki, o edebî türlerin eser dizilişindeki önemi belirliyor ve netice olarak biz nesir, şiir, dram ve onların dönemleri hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Zaten efsane ve hikâye tarzlarının özelliklerini karıştıran örnekler edebiyat tarihimizde mevcut, lâkin yazarlarımız onların farkı ve özelliklerini pek görememiş olsalar gerek (Ömer İpçi “Mırzanıñ hatire defterinden” 1926, A.S.Ayvazov “Anneciğim, nerdesiñ? Kel” 1927), bu durum ise bir kere daha 20’nci yüzyılın yirmili yıllarında kuramsal edebiyatta çeşitli fikirler ve akımların çatıştığını ispatlamaktadır. 

Son olarak, Bekir Çobanzade’nin adı geçen makalesi üzerinde çalıştığı 30’lu yıllar arifesi ve biraz sonraki yıllarda çevresinin kuramsal şiir meseleleriyle uğraşmak için pek de uygun olmadığını kaydedelim. Halkımızın edebî ve edebiyatçı mirası az ya da çok ciddi anlamda sadece seksenli yıllarda öğrenilmeye başlanmıştır o da deneysel tarzda. Tam anlamıyla kuramsal problemler hâlâ daha kendisini inceleyecek kişileri beklemekte. Bu sebeple Bekir Çobanzade’nin sözü geçen makalesi ziyadesiyle kıymetlidir. 

 

 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 197. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 197. Sayı