Yaşam ile ölüm arasında


 01 Mayıs 2021



Yedi gün geçti. Esirlerin arasında artık açlıktan şişmeye başlayanlar göze çarpıyordu. Yattıkları yerden kalkamayanlar da az değildi. 

Şu son günlerde hala bir beklenti içinde, gelip, bizi düşmanın elinden kurtarırlar ümidiyle yaşıyorduk. Kamtaki esirler arasında, ağızdan ağıza, bizimkiler bu hafta saldırıya geçecek ve düşman kendisi kuşatmada kalacak, gibi sözler dolaşıyordu. Hatta, bizimkiler özel bir plan düşünmüş oldukları için böyle cephe gerisi topraklara düşmanın geçmesine izin veriyorlar, bu yolla onu çuvala sokmayı planlıyorlar, diye savaş stratejisinin bazı yönlerinden bahsedenler de vardı. 

Gün geçtikçe, bu sözler azalmaya ve ümitler de sönmeye yüz tutmuş, kurtulacaklarına olan inançları da tükenmeye başlamıştı. Çünki top sesleri hiç duyulmuyordu. Orşa şehri üzerinde bombaların patlaması da kesilmişti. Cephenin çok uazaklara, geri bölgelere ilerlediği anlaşılıyordu. Cephe yurt içine doğru  ilerledikçe, bize de biraz daha vatanımızdan uzaklaşıyoruz gibi geliyordu.

Kampın sokak kapıları açılıyor, oradan her gün kampın içine doğru yeni esirler giriyordu. Onlarla bizim görüşmemiz yasaklanıyor. Yeni esirler avlunun demir dikenli tellerle bölünmüş olan öbür tarafına doğru kovalanıyorlar. Böyle olmasına rağmen, teller de hatta engel olamıyor, dostlar dostlarını bulabiliyordu. 

  • Hey, Petro, nasılsın? Bizimkiler hala çekiliyorlar mı yoksa?- diyor biri bu taraftan. 

Bu sözleri işitip, Petro hızla telli duvara yaklaşıyor. Dostunu görünce sevinsin mi, üzülsün mü, şaşırsın mı – bilemiyor.

  • Vasya, vay Vaska, sen de burada mısın?
  • Görüyorsun.

Sonra birden susuveriyorlar. Aynı taburun iki savaşçısı bu esirlik yüzünden bir biri önünde utanç duyarak sözsüz kalakalıyor.

  • İşler berbat, delikanlım, Alman Minsk yoluna düşmüş de dosdoğru Moskova’ya koşturuyor, - diyor Petro. 

Ama kendisi dostunun açlıktan büyüyüp kalmış gözlerinden gözlerini alamıyor. Bu zor haberi belki söylemese miydi? Fakat ne yapsın, gerçeği bilmelidir.

 

İki dost geçenlerde taburda birlikte bulundukları arkadaşlarını konuşuyor. Kimi hatırlasalar, ya ölmüştür, ya habersiz kaybolmuştur. Az da olsa içi rahatlatacak tek bir haber bile yoktur. 

  • Öyle, demek. – diyor Vasya içini çekerek, - tabur bitmiş desene.

Yine susuyorlar. Daha ne konuşulabilir ki?!

Vasya Petro’nun arkasındaki esirlere bakıyor:

  • Ya siz nasılsınız burada?

Vasya birşey söylemiyor. Söylemeye gerek yok ki, anlamak zor değil...

O anda her iki taraftan da iki Alman askerinin hızlı adımlarla bunlara doğru yaklaştıkları görülüyor. 

  • Vek, vek! – diye bağırıyorlar.

Eski esirlerle yenilerini konuşturmuyorlar. Dostların her ikisi geri çekiliyor. Üstelik Alman askeri Vasya’nın arkasından yetişip, tüfeğinin namlusuyla sırtına dürtüyor. Vasya tökezliyor, bütün gücüyle düşmemeye çabalıyor, başarıyor da. Sonra esirlerin arasında kayboluyor. Bu hale kimse şaşırmıyor, düşmandan daha ne beklenebilir ki?!

Ben kaç gündür Vasiliy Petroviç’i arıyorum, fakat kendisiyle birtürlü karşılaşamıyorum. Nerede bu adam? Kaçıp gidebildi mi yoksa?

Bunları düşünür düşünmez onun sesini duyuverdim:

  • Gençler, bir gazete falan getiren yok mu aranızda?

Cevap duyulmadı. Ancak gece olunca, bizim tarafımıza küçük küçük taşlar düşmeye başladı. Esirlerin kır postası işe başladı demek. Bu taşlar sarılıp bağlanmış olan küçücük kağıt parçalarında yazılmış olanlardan biz savaş hakkında bir hayli haber almış olduk. Elimize ‘Pravda’ gazetesi bile geçmişti. 

 

Vasiliy Petroviç’in bugün nedense keyfi yerinde görünüyor, kalotunu ensesine itmiş, asker gömleğinin üzerinden kemer yerine bir bağla kuşanmış. Bayağı uzamış koyu sakallı  yüzünü eliyle sıvazladıktan sonra:

  • Tıraş olsak mı, - deyiverdi.
  • Tıraş bıçağını peki nerden alalım?
  • Durun bakalım, - dedi biri. – Ben berberim. Aklımdan çıkmış gitmiş, oysa ki ben Harkov berber salonlarında çalışan kıdemli bir ustaydım. 

Yerinden fırladı. Kırık dökük duvarın yanına gidip, birkaç kerpiç getirdi ve onları bir biri üzerine yığdı. Biz merakla bakıp duruyoruz. Bu adam ne yapmayı göze aldı?

Bundan sonra adam cam kırıkları bulup getirdi. Onları bir birine vurarak rendeleyerek birşeyler yaptı ve sadece berberlerde olabilecek ciddiyetle şu cam parçalarının kenarına parmağını hafifçe bastırıp bastırıp baktı. 

  • Mükemmel! – dedi berber. – Şimdi bu cehennemin bucağında bir numara berber salonu açıp çalıştıracağız.

Doğrusu, benim ‘cam parçasıyla tıraş etmek mümkün’ olduğunu işitmişliğim vardı, fakat  onun gerçekten olabileceğine pek inanmazdım. Şimdi burada pekala inanıvermiştim. Henüz çoğumuzun tanımadığı berber, hepimize kendi ustalığını sergiliyordu. 

‘Berber salonu’nu açmak için hazırlık işleri henüz tamamlanmamıştı. Tarak ve makas da gerekiyordu. Usta bu defa da şaşırıp kalmadı. O on kadar kibriti dar bir tahta parçasına dizdi ve iyice bağladı: iki taraflı tarak oldu çıktı. O sırada yeteri kadar kerpiç getirilmiş ve onlardan bir ‘masa’ da ortaya konmuştu. En sonunda bir aynaya ihtıyaç olduğu anlaşıldı. Bazıları: ‘Tamam ya, aynadan başka da olur...’, - diyenlere berber usta:

  • Yoo olmaz, aynadan başka tıraşhane mi olur? – dedi, adeta omuz silkerek  kollarını iki yana açtı. Tıraş salonu açarcasına ciddi görünüyordu.

O sırada esirlerden biri nereden bulmuşsa bulmuş, kırık bir otomobil farı getirdi. Usta farı eline aldı baktı:

  • İşe yarayacak bu. Yüzü göz aşağı ağız yukarı yansıtıyormuş da olsun, zarar yok, - dedi ve ‘ayna’yı bir esirin eline verdi, uygun şekilde tutmasını söyledi. Ondan sonra asker gömleğini çıkarıp, onu önlük şeklinde bağladı, yapmacıktan kırıtıyor gibi yaparak:
  • Haydi, Vasiliy Petroviç, buyurun. Siz benim ilk müşterim olacaksınız, bu yüzden sizi bedava tıraş edeceğim, - dedi.

Vasiliy Petroviç gelip oturdu. Aynada onun yüzü başı aşağı olarak görünüyordu, bunu farkedince kendisini tutamadan kahkahalarla gülmeye başladı. Yan yandan aynayı görebilenler de gülüşmeye başladılar. 

  • Dikkat buyursanıza! – dedi usta ve cam parçasını alıp Vasiliy Petroviçin yanağına koydu ve usulcacık aşağıya doğru kaydırdı. 

On beş dakika geçti geçmedi Vasiliy Petroviç’in tıraşı artık tamamlanmak üzereydi, yüzü gençleşivermişti. Ben ancak o zaman onun daha genç bir adam olduğunu anladım. Tıraş olunca o çok daha zayıf görünüyordu. 

  • Sağ ol! – dedi ustaya. Usta da kendi işnden çok memnun kalmıştı:
  • Sırada kim? - diye bağırdı. 

İlk bakışta bu bir oyun gibiydi, ama ciddye alarak düşünüldüğünde, bu yaşamaya çabalamak, ruhun sönmesine izin vermemekti, kısacası, denize düşenin yılana sarılması gibi bir şeydi.

Çok geçmedi, kampın birkaç yerinde buna benzer tıraşhaneler ‘açıldı’. Hatta sunulan hizmetin karşılığı olarak ‘ücret’ de uygulandı. Mesela, sakal bıyık tıraşının bir sarılabilecek tütün ile ödenmesi kararlaştırılmıştı. Tütünün yoksa, başka bir şey, hatta mesela gömlek düğmesi de olabilirdi. 

Gitgide kampta başka ustalar da bulundu. Esirler arasında demir tellerden dikiş iğnesi, ateş elde etmek için çakmak taşı yapanlar da, hatta oraya buraya bırakılmış yatan sac parçalarından çaydanlıktır, bardaktır yapanlar bile ortaya çıktı ve işe başladı. Tabii ki bunlar hepsi gizlice, kampta bekçilerin dolaşmadığı saatlerde yapılıyordu. 

Böylelikle, demir dikenli tellerle kuşatılmış ölüm kampında yaşam uğruna mücadele ilk adımlarını attı.

 

Nebi Devli’nin ‘Yaşam ile ölüm arasında’ adlı eserinden alıntı.

Çeviren: Asiya Rahimova

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 173. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 173. Sayı