HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
Kader Pekdemir 3
Kardeş Kalemler 4
İ. M. Galimcanova 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
Ali Akbaş ile tanışıklığım; söze sevdalandığım, hevesle şiire kanatlandığım lise yıllarımda, “Masal Çağı” ile başladı. Şiirin fırtınalı semasında kanatlarım beni taşımadığı için belki de onun “Kuş Sofrası”na indim. Rahmetli Yetik Ozan ile sazlı sözlü karşılaştığı “Bizim Türküler”i okuduğumda ben artık göç katarından geri kalmış kanadı kırık bir turnaydım. Üniversite yıllarında başka fırtınalara tutulduğumda ise şiir ufkundan kırık kanatlarımı toplayıp bir seher vaktinde “Göygöl”e indim. Bir dağ köyünde öğretmenken tesadüfen elime geçen ‘Hazar Şiir Akşamları Güldestesi’nde bulduğum bu şiiri kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum ancak şimdi de bir dua gibi baştan sona ezberimdedir.
Onun şiirlerini ezbere bilsem de onu ilk kez “I. Ağrı Dağı Şiir Akşamları” için davet ettiğim Iğdır’da gördüm. Kars havalimanına onu, sevgili dost Oğuz Şimşek ile karşılamıştık. Oğuz Bey ne düşünmüştü bilmiyorum ancak ben bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Masal Çağı’nın arka kapağındaki portresini yıllar önce hayalimde tamamladığım, kudretli mısraların şairi benim gönlümde Köroğlu gibi heybetli biriydi. Gelen ise munis, zarif, nazik, narin bir Türkmen Beyi… Dört gün boyunca onunla birlikte Kars, Iğdır, Ardahan, Doğubayazıt dağlarını, yaylalarını, Aras boylarını ve Nahçıvan ovalarını gezip dolaştık. Yollar boyu ona yazılmamış hikâyelerimi anlattığımda, “bunları yazdın mı” diye sordu. “Hayır” dediğimde “şiir gönlün sesidir, nesir aklın sesidir, medeniyet nesirle kurulur, bizim buna ihtiyacımız var, sen bunları yaz çünkü bu malzeme kimsede yok” dedi. Anlattığım bazı hikâyelere o kadar gülmüştü ki… “Nasıl yazayım, hiç denemedim” dediğimde kısa bir cevap verdi: “Bana anlattığın gibi yaz…” Hep söylüyorum, benim hikâyelerimin gizli müellifi Ali Akbaş’tır. Onunla karşılaşmamış olsaydım, cılız kanatlarla göç ardında kalmış bir kuş gibi şiir göğünde dönüp duracaktım. Göygöl’ün kıyısına konmuş bir kuş, orada beslenip göç vakti başka semalara uçabilirdi.
***
Benim için Ali Akbaş’ın şiir ırmağı, suları berrak, bu bakir yayla gölünden, Göygöl’den doğar. Güneş yüzünü gösterip de sis bu yayladan çekilince, geceleri deli rüzgârla harelenen sular dinginleşir ve şiirin perisi bu gölün aynasında saçını taramaya başlar. Böylece gölün ayağından doğan billur söz ırmağı her seher süt buharıyla kaplı serin yaylalardan yola çıkar, sarp yamaçlardan, derin yarlardan başını taşlara vura vura, köpürüp coşa coşa özge vadilerden enginlere iner ve nice sevdalı çayı, kanlı dereyi de sularına katarak söz ummanına dökülür. Bu yüzden onun söz ummanının her katresinde yaylanın eşsiz, enfes kokuları hissedilir, binbir çiçeğin elvan renkleri görülür, ahenkli seslerin nağmeleri, ezgileri duyulur; hazin ağıtları, yaralı türküleri yankılanır. Bir yanı deli bir sevdaya tutulmuştur onun şiirinin çünkü o sular, Ferhat’ın külünkle yardığı kayalara çarparak gelmiştir; bir yanı onulmaz derttir çünkü o sulara seferberlik sunalarının ağıtları, gözyaşları karışmıştır. Bir yanı da ağır yaralıdır çünkü Türk coğrafyasında kanayan her yara yağmur bulutlarıyla tufan olup gelir ve onun çağlayan mısralarına yağar. İşte bu yüzden bu ırmağın yükü kurşun gibi ağırdır:
Bir seher vaktinde vardım Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle
...
Giyip kuşanmaya erinmiş Göygöl
İpekten tüllere bürünmüş Göygöl
...
Sanki aynasını düşürmüş felek
Göygöl’den gayrısı bir kirli gölek
...
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillâh demeden yıkanmasınlar
...
Bir anlık gafletten doğmuş Tepegöz
Oğuzu uykuda boğmuş Tepegöz
...
Yapayalnız kalmış kuğulu Göygöl
Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl
Uzar kıyısında bir sarı kamış
Kendini seyreder sularda yaz kış
Şimâl küleğiyle kar geliyor, kar
Sunamı tûfandan koruyun dağlar
...
Bir nevruz sabahı sökerken şafak
Bir şehzâde gelip uyandıracak
Nal sesleri duyacaksın derinden
Öpecek usulca göy gözlerinden
Açma duvağını sır verme ele
Şu fırtına dinsin, yaz gelsin hele
Uyu nâtevânım yaralım uyu
Uyu bahtı kara maralım uyu
Bir şiir bıraktım sana hediye
Bu garip yolcuyu unutma diye
...
Elvedâ adını unutan şehir
Elvedâ akmayı unutan nehir
Ata yâdigârı Gence elvedâ
Dalında kuruyan gonca elvedâ
Gariptir, bu yayla gölünden doğan ırmağın bazen mısraları tutuşturan bir arzusu vardır ki bu, doğduğu yere dönme arzusudur. Tıpkı bazı balıkların doğdukları duru sulara dönme arzusu gibi… Ali Akbaş, bunu bir dert olarak görür hatta bu derdi tüketmek için doğduğu toprakların bütün güzelliklerini imeceye çağırır. Bu özlem memleket hasretidir aynı zamanda, dört duvar arasına sıkışmış, hapsedilmiş gönüllü sürgünün köye dönme isteğidir. Çünkü o, gurbet elde “yedi yerden yaradır!” Bu yüzden her daim, bir haber alma hevesindedir, kulağı rüzgârdadır. Turna katarlarına koşulup uçmak ister sılaya doğru ama yakasını bırakmaz gurbet, Torosların belinde kökü toprağa bağlı bir ardıç gibi kalakalır, sılaya seslenir. Sular tersine akmasa da söz denizi buğulanır, buharlanır ve yağmur bereketi ile onun doğduğu göle sağanak sağanak boşalır. Bu elbette söz sağanağıdır:
Yad elde başım belâda
Yedi yerden yarayım oy!
Yola bakar yar sılada
Düşe kalka varayım oy!
...
Harman oldum savur beni
Kirmene sar eğir beni
Yaktın ağır ağır beni
Alev alev çırayım oy!
Görenler gül zannetse de şiir, Ali Akbaş’ın göğsünde her daim kanayan bir yaradır. Bu yüzden kalemi de yüreği de sancılıdır çünkü her dem bir şiire gebedirler. Doğuş ise öyle sancılıdır ki, Ali Akbaş şiirin doğuşu esnasında “dilini kaybeden” ve her şiirde o dili- belki de yeni bir şiir dilini- tekrar bulan şairdir. “Sancı” adlı şiiri sanki yazma sürecinin manifestosu gibi seslenir, bu şiir aynı zamanda onun poetik duruşunun da esası, zemini gibidir. Ali Akbaş bu sağlam zeminde şiirini bina ederken bir büyük yangının alevleri, dumanları arasından geçer. Onun kaleminin ve yüreğinin sancısı bazen bir şiirin doğuşuyla geçici olarak diner. Çünkü şair yüreği “Leyla’nın başına örttüğü tül kadar ince/ dolunay bir buluta bürününce”dizesiyle şiir başlar. “Gözlerinde bir avuç kum olan kelimeleri çıkarınca” dizesiyle biter. Bu basit gibi görünen süreçte gözlerdeki bir avuç kumu çıkarmanın sancısı vardır. Ali Akbaş aslında sürekli bir arayış içindedir. Çünkü o, “yazılmazsa yazık” olacak büyük sözün/şiirin peşindedir:
..
Yazarsam fırtına kopar
Ben bir şiire gebeyim
...
Yüreğimde onmaz yaram
Ben bir şiire gebeyim
...
Beni yiyerek beslenir
Ben bir şiire gebeyim
...
Bir gün gelecek sözü var
Ben bir şiire gebeyim
...
Göğe demir kazık olur
Yolculara azık olur
Yazamazsam yazık olur
Ben bir şiire gebeyim
...
***
Ali Akbaş’ın şiir ırmağına bir folklor seli de katılır. Boz bulanık akarak gelen bu sel onun şiir ırmağında demlenir, durulur ve mısralar arasından bir göze olup çıkagelir. Bu “soyka devranın” binbir rengi görülür bu göze suyunun aynasında. Unutulmuş nice sözler, deyimler, tamlamalar bozkırın söz varlığını getirir dizelere. Çürük aklı yele verenler ne bilsin o dünyayı? O dünyayı bilmeyenlerin okuyup geçtikleri bu sözler, bozkırın emzirdiği yürekleri yaman yakar. Onun şiirinden Bengiboz, Üveyikkır atlar, Doru kısraklar, yağız küheylanlar dörtnala geçer. Dengini bulmayan kızlar, gönülsüz gelinler bazen türkü yakarlar bazen de kendilerini. İp bükenler, kül dökenler, seferberlik sunaları ağıtlar söyler. Tokaç sesleriyle inleyen çeşme başlarına kalaylı bakraçlar dizilir, güğümler sırada bekler. Ak bürgüye mavi boncuklu oya işleyen çit fistanlı, alnı liralı kızlar, göcek ekinler içinden geçip giderler yarpuz dermeye. Döl döküm çağında çocuklar kuzuları kucağına alıp eve koşarlar ve ırgatlar bin dudağın değdiği taslardan su içerler. Bunlar bizi, siyeci bozulmuş bağlarda, yıkı viran evlerde yapayalnız bırakır.
Türküler... Bizim yazılmamış romanlarımız... Şiirimizi, hikâyemizi besleyen ağıt tufanları... Ezgiye koşularak sazın telinde tutuşup havalanan nağmelerimiz... Türkülerimiz ölümsüzdür, bu millet var oldukça yerden fışkıracak, gökten akacaktır. Ancak “Bizim Türküler”Ali Akbaş’ın şiir ırmağından bengisu içerek bir kez daha ölümsüzleşirler. Türküler çoğu kez bizim derdimizi dile getirir, yaralarımızı kanatır. Efkârımızı türkülerle dağıtırız, bir türküye koşulup döktüğümüz gözyaşları serinletir yanan bağrımızı, küllendirir gönlümüzün ateşini ve teskin oluruz birden. Çünkü bir türküye bağlanıp havalanır, mayalanır, bozlak olup uçar gider göğe türküler. Tüm dertleri özetler ve dile getirir. Ali Akbaş ise Bizim türküler’de ancak bir şairin duyacağı, hissedeceği bir makama dokunur, türkülerin derdine yanar:
“Türkülerin çektiğini kim çeker?”
Yıkılmış, siyeci bozulmuş bağlar,
Davullar ah çeker, zurnalar ağlar
Bu gelin gönülsüz salmayın dağlar
Bir bahtı karadır bizim türküler...
Ali Akbaş’ın şiir sularına katılan boz bulanık seldir ağıtlar. O, ölümüzün ağıtçısı, dirimizin öğütçüsüdür aynı zamanda. O. Y. Serdengeçti, Erol Güngör, Dündar Taşer, Şehriyar, Cengiz Aytmatov, Ahmet Cavad, Mağcan, Çolpan, Tukay, Bosnalı analar, yitik çocuklar geçer onun ağıt şiirlerinden. Türk’ün yaralı coğrafyaları ağlar mısralarda Kırım, Kerkük, Türkistan... Göllerimiz, Aral, Hazar, Baykal... Dağlarımız, Ağrı, Altay, Ural, Alatoo...
Rüyamda gördüm Aral’ı
Aral derinden yaralı
Mağcan gibi, Çolpan gibi
Onun da bahtı karalı
...
Aral’ın suyu kan gibi
Yaralı bir ceylan gibi
Meğer göller de ölürmüş
Kuğu gibi, insan gibi
Ural’dan inen marallar
Aral’da saçın tararlar
Yıkanacak göl mü kalmış
Bilmem ki neyi ararlar
Solum Hazar sağım İtil
Benim göbek bağım itil
Hani senin altın çağın
Tükendi yağ, kaldı fitil
Göl değil kımızdı Aral
Bir iffetli kızdı Aral
Kalınca küffar elinde
Yer altına sızdı Aral
...
Şiirimizde Türk Dünyası’nı, bu dünyanın kahramanlarını, şairlerini, yazarlarını, dağlarını, göllerini ovalarını... onun kadar muhteşem mısralarla dile getiren, şiirine taşıyan başka bir şairimiz yoktur. Dolayısıyla bana göre o, Türk Dünyası’nın ulu şairidir. 80 yıldır çağlayan şiir ırmağımız Ali Akbaş’ın şiirimizin semasında bir yıldız gibi daha nice yıllar bizlere yol göstermesini temenni ediyor, ona Görklü Tanrı’dan uzun ömürler diliyorum.