HaftanınÇok Okunanları
TANER GÜÇLÜTÜRK 1
HİDAYET ORUÇOV 2
KEMAL BOZOK 3
AHMET KARTAL 4
COŞKUN HALiLOĞLU 5
SEYFETTİN ALTAYLI 6
SAFFET YILMAZ 7
Gece yatmadan önce içinize sıkıntılar, mızrak gibi hücum borularını öttüre öttüre gönlünüzün derinliklerine ilerliyorsa, her nefes alışınızda bir mızrak saplanırcasına güçsüzleşiyor, kolunuzu bile kıpırdatamayacak hâle geliyorsanız “Çok yoruldun bugün.” diye fısıldayın kendinize. Kendinizi kitaplara böylesine kaptırıp başka dünyalarda kaybolursanız olacağı budur; hücreleriniz isyan eder, beyniniz tepki verir. Bunlar da bir organ sonuçta; gerçeklik yükünü nereye kadar taşıyabilir!
Yatağa uzanırsınız uyumak için, bir sağa bir sola dönersiniz ama nafile... Bedeniniz ve gözleriniz, içinizdeki yankıyı artıran bir yardım çığlığı gibi size isyan ediyordur. Yerinizden doğrulup gayriihtiyari ve dağınık gözlerle uyku ilacı almak istersiniz. İlacın sersemletici etkisi yavaşça tüm vücudunuzu ele geçirdiğinde, zihninizi bulanıklaştırır ve insanı bir nevi baygınlığa sürükler. “Ne biçim bir illet bu uykusuzluk.” dersiniz içinizden; sessizce. “İnsanın sinir sistemini cadı kazanına çeviriyor; cinlerini tepesine çıkarıyor.”
Uykuya böylece dalarsınız bir türlü; hiçbir türlü. “Rüyada mıyım?” dersiniz yarı baygın: “Bulutların üzerinden yere çakıldım, parçalanırcasına.” diye acı içinde ağrıyan kolunuzu tutarsınız. Gözler ışığa muhtaç aralanmak ister ama olmaz; karabasan çoktan varmıştır. Bir o yana, bir bu yana savrulursunuz dalga misali. Elin ürettiği küçücük bir hap karşısında yenik düşersiniz. Yazık, diye hayıflanırsınız uyanınca. “Şu kadarcık bir boncuk seni yerle bir ediyor!” Asıl tehlike, okuduğunuz o romanlardaki karakterlerdi belki. Seni gerçekten yoran, hayal dünyasında afete dönüşenler onlardı.
Hep yaptığımız bu zaten: Okur, hayal kurar, gerçek dünyadan kendimizi soyutlayıp men ederiz konuşmaktan. Konuşacak kimse de yok ki... “Kime ne anlatayım?” diye muhakeme eder dil. Herkes, kendi sesinin büyüsüne kapılmış; “Benim dünyam en önemli.” diyerek sazı eline almış, vurup geçiyor tele. Herkes konuşmak için sırada, herkes iştahlı ve obur. “Ben ise sadece dinlenmek değil, anlaşılmak da isterdim. Evet, isterdim...” deyip yıpratırsın kendini. “Bir zamanlar ben de o dertle harap ve harb içindeydim.” diye hatırlarsın tozlu sandığı açıp, sonra kapatır arkana bile bakma tenezzülünde bulunmazsın. Ne anlasınlar ne de dinlesinler? Zaten anlatacaklarım da çürük; elma kurdu dadanmış bir ceviz gibi içi kof kelimelerle dolu diye gözyaşını zapt edersiniz pınarında.
“Gece, o okuduğum romandaki kavi ve hakikatli karakterle çokça sohbet ettim zaten.” deyip yetinirsin insanca. “İnsan siluetindeki robotlara ne anlatacaksınız? Herkes haklı, herkes kendinden emin; en gülünç durumda bile en yardımsever, en insancıl.” Işıklar söndüğünde, gece bastığında sanki asıl yüzler ortaya çıkmayacakmış gibi davranıyorlar. “Günü kurtardık ya, yarın yine yalakalığa devam.” diyen kof bir akıl dolaşıyor ortalıkta.
Off… En iyisi mi, uyuyun. Uyudukça başın ağrımıyor. Kiralık dairedeki kiracı-sahip muhabbetine de karışmıyorsun.
“Uyumak… Gözlerin açıkken uyumak, pek zor zanaat. İnce işçilik ister; ruhunun marangozu olman gerek.”
Sonra bir de uyanmak var. O feci an… Facia!
Zincirleme kaza gibi âdeta. Her sabah yeniden, mütemadiyen... Abanın altından sopayı gösterip duruyor hayat. “Olmadı. Ben yapamadım. Ben başaramadım. Ben katlanamadım.”diye dil söyler, akıl yalanlar, gönül ise kafeste.
Ama insan hayal dünyasında, sakinliğin ve sükûnetin çatısı altında, pek muhterem dostlarıyla yeri geldiğinde sohbet ediyor, demi geldiğinde çayını yudumluyor. Mekânımızın adı “Yersiz.”
Gelmek isteyen buyursun. Burada kimse zırvalamıyor. Matkapla beynini oyarcasına fuzulî konuşmalar da yok. Burası, kaçanın kurtulduğu, kendini bulduğu, başarılı olduğu tek yer. Başınız da ağrımıyor burada. Uykularınız da mamurlaşır, kendini yeniden inşâ eder. Zihniniz, hiç olmadığı kadar berrak. Düşüncelerinizin seruma, sözlerinizin makyaja ihtiyacı yok.
Tertemiz bir sayfadan koltuk, kitaptan masa, mürekkepten “çeşme suyumuz” var. Korkma, suyumuz temiz. Karın ağrısı yapmaz. Asıl karın ağrısı yapan, temiz görünürken lağım suyuna karışmış olandır, olanlardır. “Pahalıdır ya, iyidir.” diye aldığınız yalanlardır.
Burada kiracı yok, ev sahibi yok. Herkes yersiz. Ama kimse yurtsuz değil.
Görenler “Ne uslu insanlar bunlar!” diyor. Çünkü sopayı görünce herkes akıllanmış zannediliyor. Ama o gülüş... Gülüş denmez aslında, sırıtma. Bazen pahalı elbiseler de insanın üzerinde sırıtır ya hani; emanet gibi, battal görünür. Oturmaz üstüne. Bir beden büyük almışsındır; çeker durur, yamulur, bükülürsün. Daha küçük adımlar atarsın. Çirkin iç dünyandan faizle çekilmiş yapma bir gülümsemeyle insanları büyülemeye çalışırsın. Bir dem, iki dem, üç dem…
Yolun sonu ise kör sokak.
Faizle dağıttığın kelimeler, put olur gelir seni yıkar. Yakınından değil de uzaktan geldiğini sanırsın. “Biz birlikteydik.” dersin. Ama bir bakmışsın, kumdan kaleni küçük bir çocuk yıkmış da yerine yenisini yapmaya başlamış bile. Doğal, seri, korkusuz.
Ama Yersiz'e bulaşmaz dışarının tozu. O yakındadır ama aklı uzaktadır. Kalesi, faizle değil; halis bir ustanın elinden çıkmadır. Bir gün sorarlar ya hesabı musallada... Halis usta malzemeden çalmaz.
Yersiz'de bir mekân inşa eder; fikirleri çatısı, samimiyeti evi saran çitler olur. Herkes giremez içeri. Tanıdığın bile olsa, yetmez. Buraya sadece yaşayan mecnunlar girer. Konuşmak için sıraya girenler değil.
Hem… Uykusuz da kalmazsın burada.
Sadece “Yersizsin” ama asla “Yurtsuz” değilsindir.