HaftanınÇok Okunanları
KAYNAR OLJAY 1
SALIM ÇONOĞLU 2
Kader Pekdemir 3
İ. M. Galimcanova 4
Kardeş Kalemler 5
Osman Çeviksoy 6
Gülzura Cumakunova 7
Bir hırsız gibi kaçıp gitmiştin evimizden. Kimse görmemişti seni. Buzdolabının üstündeki yapışkanlı kâğıtlardan birine küçük bir not yazmıştın, “Döneceğim.” demiştin. Sanki bakkala diye çıkıp yol üstünde komşuyla muhabbete dalacak, bu yüzden eve gecikecektin. Ya da bir dükkân sahibiydin mesela, fatura ödemeye gitmiştin, belki de cumaya. O gün günlerden cumaydı.
Tahmin ettiğim gibi kimseye tek kelime etmemiştin. Aileni, dostlarını, iş arkadaşlarını arayıp ipucu yakalama çabam boşunaydı. Onlar benden daha şaşkındı. Henüz yılını doldurmamış, çiçeği burnunda bir çiftin, hele de bizim gibi bir çiftin, arasında birbirlerinden bu denli uzaklaşmalarına neden olacak ne geçmiş olabilirdi ki? Ben de bu soruyu sormuştum kendime. Ta ki dün akşam defterini buluncaya dek…
Bir anda sırra kadem basmıştın. Ortada bir sebep yokken gidişine, nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini söylemeyişine, telefonlarıma cevap vermeyişine, bir veda bile etmeyişine… Hepsine ama hepsine kendimce bahaneler üretmiştim. Bir aralık o kadına gitmiş olduğunu düşünsem de elim ateşe değmiş gibi sakındım bu fikirden. Amacım seni aklamak mıydı yoksa kendimi kandırmak mı? İnan, şimdi bile bilmiyorum. Şimdi, bu soğuk ve kocaman otogarda yalnızlığım, kırgınlığım, şaşkınlığımla ama en çok sana duyduğum özlemle yüzleşirken… Hâlbuki bu yüzleşmeden korktuğum için buraya gelmemiş miydim ben? Arkadaşımın daveti bir bahaneydi sadece.
İnsan bazen özledim demez, şehri terk eder. Seni soranlara söylediğim yalanlar dilime de gönlüme de nasıl ağır geliyordu, bir bilsen! Onlara iyiymiş gibi davranmaktan kaygımı, korkumu yaşayamaz olmuştum. Dahası söylediğim yalanlara kendim de inanıyordum. Biliyordum nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini. Beni haberdar ediyordun.
Oysa kimse görmüyordu içten içe eridiğimi. Bir şey de diyemiyordum. Hem söylesem ne değişecekti ki insanların bize bakışlarından başka? İyi ki de sustum. Sustukça senin özlemine boyandı evimizin sokağı. Senin özlemine boyandı caddeler, sevdiğimiz kafeler, alışveriş yaptığımız dükkânlar, mahallemizin kedi köpekleri ve hatta gökyüzü… Keşke dün elime geçmeseydi defterin, görmeseydim gitmeden evvel yazdığın o cümleyi. Belki hâlâ özlemine sarılmış, seni bekliyor olurdum evimizde.
Geri geleceğine inancımı yitirmedim düne kadar. Yokluğunda dolabın üstündeki yapışkanlı kâğıtlardan birkaç tane kopardım, ben de “Döneceğim.” yazdım tıpkı senin gibi, evimizin her odasına birer tane yapıştırdım. Mesela banyonun notunu aynaya, salonunkini düğün fotoğraflarımızın yanına, çalışma odamınkini şu senin yaptığın kiremit rengi panoya. Evin hangi odasına girsem ilk bakışta göze çarpsın istedim ve her okuyuşumda içimden karşılık verdim, “Döneceksin sevgilim!”
İlk karşılaştığımız günü hatırladım sık sık. Dışarıdan bakınca nasıl da neşeliydin! Oysa gözlerinde görmüştüm, yara bere içindeydin. Zaten aşırı mutluluklar, mutsuzluklara beceriksizce biçilmiş kılıflar değil de neydi?
Kınamadım seni, her insan gibi kendini korumaya çalışıyordun ve sanıyordun ki ben de diğerleri gibi yalnızca yüzüne bakıyordum. Oysa alnındaki çizgilerden, mimiklerinden, gözlerinden ve hatta gülüşünden bile kederini okuyordum.
Yaralarına dokunmuş, onların sana nasıl şahsiyet kazandırdığını görmüştüm. Yaralarını da seni sevdiğim gibi sevmiş, onlarla dost olmuştum. Bir tanesi hariç. Hatırladıkça büyüyen, içime kök salan bir vehim… Ya o kadın geri dönerse bir gün? Ya pişman olursa seni terk ettiği için? Ya da onu hiç unutamazsan? Öyle ya, dönmese bile aramızda bir hayalet gibi duramaz mı? Ben bu hikâyenin neresinde olurum o zaman?
Sana bu korkumu açtığım gün nasıl da bakmıştın gözlerimin içine, hiç unutmam. “Ben.” demiştin, “Ben ne istiyorum biliyor musun? Sadece senin gözlerine bakmayı, seninle yaşlanmayı.” Ellerimi tutmuştun heyecanla. “Bir evimiz olsun.” demiştin. “Evimizin güzel hanımı, pencerelerimizin önüne yoğurt kabından bozma saksılar koysun, içlerinde rengârenk çiçekler olsun. Eşeklik edip de kalbini kırarsam bir gün, atsın beni dışarı, sokmasın ne kapıdan ne pencereden. Arada bir çiçekleri sulamak için pencereye çıkıp başını gösterse kâfi. Maksat gözlerinin nuru gönlüme dolsun.”
Hani bir umut lazım ya insana, içindeki sönmeye yüz tutmuş inancı harlayacak küçücük bir umut… Ben de pencerelerimize koyduğum o saksılardan birini aldım yanıma. Baktıkça birbirimize söz verdiğimiz o günü hatırlamak ve aptalca bile olsa geri döneceğin umuduna sarılabilmek için. Aptalca diyorum, benim düşüncem sanma sakın. Başkalarının ağzıyla konuşuyorum umutsuzluğa kapılınca.
Yine de kızabilir miyim sana, dönmezsen eğer? Biliyorum, unutabilseydin, başarabilseydin bunu, beni koyup gitmezdin. İçinde yarım kalan sevgi mi sana bunu yaptıran, hayal kırıklığı mı, öfke mi? Ne fark eder ki?
Niye gittiğini bilmiyorum. Dönecek misin, bilmiyorum. Yarım kalan bir hikâyenin sonunu yazmaya mı gittin yoksa bizim hikâyemizi sonlandırmaya mı? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, defterinde bulduğum o cümle:
“İnsan bazen özledim demez, şehri terk eder.”