Yoldaş


 01 Ekim 2021



Gelinin yüzünü unuttum ama delikanlıyı ne zaman görsem tanırım. Çünkü ikimiz bir günden fazla dağları gezerek yol arkadaşı olduk, beraber gezdik. Bedeni sağlıklı ve güçlü gözlerinde kötülüğün belirtisi olmayan, insana bakarken masum bir bakışla bakıyordu. 

Onu yoldaş olsun diye başkan göndermişti. Odada bükülerek avuçlarıyla karnını tutarak oturuyordu. 

- Hastayım, dedi kurşun yediğini belirterek. 

- Şu çobanların sırasını bitirdikten sonra hastaneye gideyim demiştim, ama yetişemedim... Dün herkesi Kızıl Ompol yolundan arabayla göndermiştim. Bugün evler hazırlansa yarına inşallah hallolur... Düzgün bir şekilde yaparız. Sarhoşlar bile içmiyor bu günlerde... Başkan yardımcılarından kimse yok diyorduk. İyi ki geldiniz. Ben sizi atla göndereceğim çabuk yetişeceksiniz. Bu iki dağı geçtikten sonra Kan yaylasına ulaşırsınız. İnşallah akşam vakti orada olursunuz. Başkan böyle deyip bana o delikanlıyı yoldaş olarak göndermişti. Ben ise ata bindiğim için seviniyordum. Hatta biraz gittikten sonra delikanlı yaşıtım olsaydı yarışma yapabileceğimi bile hayal etmiştim. 

- Haydi tanışalım, adın ne? dedim. 

- Tariyel.

Adın güzelmiş der gibi işaret yaparak gülümsedim. Gözlemlediğim kadarıyla içinde bir şeyler varmış gibi geldi. Sanki düşündüğü bir şey vardı aklında. Yolun başından beri hüzünlüydü. Kendisi muhasebeciymiş. Kolhoza geleli iki yıl olmamış. Ben susup kalsam onun benimle konuşacağı yoktu. Soru sorduğum zaman şaşkın şaşkın bakıyordu. 

- Bu dağları iyi bilir misin? 

- Biraz. 

- Kaybolmayız değil mi? 

Tariyel başını sallayarak gülümsedi. Ama ben ona biraz sinirlenmiştim. Uzun yolculuğa çıkıp da konuşmadan başını sallayıp durursa insan sıkılır tabi, o zaman yolculuğun da, yoldaşlığın da bir önemi kalmaz. Öyle bir yolculukta kısa yol uzar, kendi kendine yorulursun. 

Onu kendi haline bırakıp gökyüzüne kadar uzanan dağlara, bengülere bakarak ona olan küstüğümü unutmuştum bile. Dağları, at binmeyi özlemişim meğer. Uzun zaman şehrin gürültüsünde yaşadıktan sonra birden bire doğaya çıkarsan mutlu olursun. Ruhun dinlenir, moralin yükselir, kendi kendine mutlu olursun. Doğa dediğimiz şey bize sadece yemek veren, giydiren yer değil ayrıca mutluluk ve sevgi veren yer demekmiş.. 

Yukarı çıkarken atların nefeslerini duymaya başladık. Güneş tam karşımızdan vuruyordu. Bir iki saate yüzüm yanar diye tahmin ediyordum. Güneşten yüzümü kaçırıp Tariyel’den tarafa döndüm. Bakıyorum da onun yüzünde bir değişiklik var gibiydi. Bana bakarak gülümsüyor, sanki bir şey söylemek istiyordu. Bazen yanakları kıpkırmızı oluyor, konuşmasa da morali iyi olduğu anlaşılıyordu. 

Şimdi bir konuşup sohbet edeyim dedim, ama ona hala kızgınlığım geçmemişti. Ayrıca yaş aralığımızda baya fazlaymış. İkimizin tamamen farklı insanlar olduğu belliydi. Demek onun istediği bir konuda konuşmazsam susmam daha mantıklıymış. 

Ama insandaki muhabbet etme duygusu daha ağır bastı galiba. Ben o duyguya yenildim. 

- Tariyel şarkı söyleyelim mi? dedim. Bu Tariyel’i etkiledi galiba, gülümsedi. Ama ne şarkı söyledi ne de konuştu. Lanet olası bu adamın benimle konuşası bile yok dedim içimden söylenerek. 

Bir dağdan geçip ikicisine yaklaştık. Atlar terlemeye başladı. İkimiz de sessizce gidiyorduk. İnce yollarda bazen o, bazen ben öne geçiyoruz, bazen de yan yana gidiyorduk. Öyle giderken de Tariyel bana bakıyor, bir şey demek istiyormuş gibi bana bakıyor, ama konuşmuyordu. Bu durum 4-5 defa tekrarlanınca sinirlendim. Kendi kendime bu çocuğun kafası mı bozuk acaba dedim. Kısacası bu çocukta gerçekten bir sır olduğunu düşündüm. Meğer bu delikanlıda gerçekten bir sır varmış. 

- Ağabey, dedi içindeki söyleyemediğini söyleyecek gibi bu yoldan gidelim mi? 

- Bu yol nasıldır?  

Yakın. 

- Aa, tamam, bana fark etmez. 

Biraz yukarı çıkıp sonra aşağı indik, sonra su kenarından ilerleyerek yine yukarıya doğru gidiyorduk. Kanyonun içi gür otluymuş, atlarımız iki de bir eğilerek ot yiyordu. Bir anda Tariyel benimle konuşmaya başladı. 

- Şarkı söyleyelim mi? diye güldü sanki omzundan yük kalkmış gibi. 

- Dinliyorum... 

Tariyel benden cevap beklemeden biraz düşünüp açılmamış ses tonuyla şarkı söylemeye başladı. Bence herhangi bir caz ensamblesinin İspanyolca şarkısını söylüyordu. Ben ona merakla bakıyordum. Bambaşka nesil, bambaşka insandı. Kendine ait sırrı var, kendine ait dünyası var kendini rahat hissedip ne düşünürse düşünsün onu söyleyen bize yabancı gelen yeni bir nesil. Ama neşeliymiş. Elleriyle eğeri davul yaparak çalıyor, kendi sesine kendisi mutlu olup neşeleniyordu. 

- Aferin sana! dedim arkasından. Şimdi “Appagım’ı” söylesene dedim. 

O şarkı söylerken ardına dönüp omzunu silkerek yine yüksek sesle söylemeye başladı. Tapa-tap, tapa-tap... Bir koluyla eğere, bir koluyla bacağına vuruyordu. 

O tuhaf hareketler yaparken at da kulağını kaldırıp dinliyormuş gibi gidiyor, hızlanıyordu. Şarkı durunca at da yavaşlayıp ot yiyordu. 

- Şimdi siz şarkı söyleyiniz! dedi Tariyel. Ben şarkı söyleyemediğimi söylemiştim, ama yine tekrarlayıp güldüm. 

- Yetenekliymişsin, seni dinleyeyim! 

Biraz ilerledikten sonra Tariel şarkısını bırakıp ön tarafa bakıyordu. Orada bir çobanın evi varmış. Tepeye çıktığımızda yayla, koyunlar ve ev göründü. 

- Sizin köyün çobanı mı? dedim. Tariyel beni dinlemeden otağa gözünü dikmiş bakıyordu. Değişik hareketler yaparak şarkı söyleyen neşeli Tariyel hemen durgunlaştı. Ben atımı dehleyip delikanlının yanına geldiğimde de o sanki bütün dünyayı unutmuş gibiydi. 

Gençlik dediğimiz ne güzel şey! Bazen neşeli, bazen sessiz şimdi de birisini düşünüyormuş gibi sakin. Yanında insan mı var, hayvan mı var umurunda bile değildi. 

Neyse çobanın evine de uğrayıp su içelim diye düşündüm. Tariyel’e hiçbir şey söylemedim. Tek fark ettiğim şey otağ dağın en tepesindeymiş. Bize doğru akan suyun da başlangıcı burasıymış meğer. Yol ise saraya varmadan kayboluyormuş. Bu otağdan sonra hiç bir yol yoktu. Sonra nasıl yürüyeceğimizi bilmiyordum. Yoldaşlık eden arkadaşım da sessizdi. 

Eve yaklaştıkça Tariyel’in ne sevindiği ne de korktuğu belli değildi. Tuhaf bir durumdaydı. Sonra bizim atlar evin yanına gelince otlamaya başladı. Benden de Tariyel’den de çıt çıkmıyordu. Evin etrafında havlayan köpek de yoktu... 

Biraz sonra evden bir genç gelin çıktı. Kırmızı duvaklı, saçı kesilmiş, esmer bir gelindi. Sadece bunu fark ettim, çünkü o bizi görünce şaşkın bir halde hemen eve fırladı. 

Niye böyle yaptığını anlamaya kalmadan Tariyel’e baktım, o da atını bırakıp kaybolmuştu. Delikanlı kendi ağırlığını bile hissetmeden kuş gibi uçup atını bıraktığı halde bana bir baktı, sonra kapının kolunu tuttu. Sonra onun nasıl eve girdiğini göremedim. Çünkü Tariyel’in atı kaçarken onu tutmak için atımı koşturuyordum. Yoksa iki kişi bir ata binmeye mecbur kalacaktık. Böyle bir durumda kısrağın kurnazlığı artar. Koşarak karşısından çıksam beni bırak der gibi bakarak kaçmaya devam ediyordu. 

Kaçırmayayım diye çabalarken bir yandan da evde ne oluyor diye merak ediyordum. Hızlı hareket ettiğimden dolayı hemen terledim bile. Akşam da oldu. –Tariel diye dayanamadan yüksek sesle bağırdım sinirimden. Tariyel’den ise ses yoktu. Onun atı ürkerek başını kaldırdı. Yavaşça yere indim ve ipin ucunu ayağımla bastım. Gerçekten mutlu oldum. İki atın iplerini birbirlerine bağladım ve eve doğru yürüdüm. Sessizlik... Eve girmeye cesaret edemedim, ama merak ediyordum. Tesadüfen bir şey olsa ben ne cevap vereceğim? Öyle düşünerek sonunda kapıdan gizlice baktım. Gelinle Tariyel el ele tutuşarak ağlıyorlardı. Gelinin gözünden yaşlar dökülürken Tariyel’den de (gözlerini kapatırken) dökülüyordu. Bu tesadüfen gelişen olaya tanık olduğum için ben de ne yapacağımı bilemedim. İlk aklıma gelen şey gelinin kocası oldu. Şimdi eve gelirse evdekilerin durumu ne olacak? O zaman kesin savaş çıkacak. Bir taraftan kendimce büyük bir görev alarak yolculuğa çıkıp gençlerin kavgasına karışıp el âlemin dilinde dolaşmayayım diyorum, diğer taraftan da Tariyel’in bu sırrını açtığıma şaşırıyordum. Yaramaz çocuk! Bir sırrı varmış. Gelirken acele etmesinin sebebi kocam gelirse ne yapacağım demeyen yabancı erkeğin elini tutup ağlamakta olan bu gelin miydi? Aferin bizim gençlere dedim yine. Sonra kendini kaybeden iki genci beklemeden bir şey yapmaya başladım. 

Bu arada dağın arkasından eve yakın bir yerden birisi çıktı. Şu gelinin kocası galiba. Eve girdim, gelin elini bırakıp arkasını döndü. Tariyel yaşlı gözlerini açıp kapatarak bana bakıyordu. 

- Geliyor! dedim onun elinden çekerek. O kadar sinirlendim ki, ama ne yapıp edip arkadaşımı bu durumdan kurtarmalıyım. Ne de olsa ikimiz bir takım, o gelmekte olan adam öbür takımdı. Ben düşünürken o adam gelip attan indi, Tariyel de onun karşısına çıktı. Geline baktım, gözyaşlarını silmiş, şişmiş olan gözlerinde de korku yoktu. “Ayran içiniz” dedi bana. Bunu yapmamın doğru olacağını düşündüm ve hemen yukarı çıkıp oturdum. Ama iki kulağım da dışarıdaydı. Eğer kavga olursa fırlamaya hazırdım. Ancak kavga falan çıkmadı, iki defa kırbacın sesi duyuldu. Başka ses çıkmadı. İkisi iki farklı tarafa gitti. Benim düşündüğüm gibi o kişi gelinin kocasıymış. Sinirli bir şekilde eve girdi. 

- Selamün aleyküm! dedi sinirini gizleyemeden. Kapıdan girip benim elimi tuttu az kalsın bağıracaktım. Onun eli demir gibi sertmiş. Bana hiç bir şey demeden el tutuşuyla beni hem cezalandırdı hem de suçladı. Bir şey diyemedim, sadece hala acıyan ellerime bakıyordum. Sonra çoban kese tutan karısının yüzünden öptü. Bu yaptığı onu hiç suçlamadığı anlamına geliyordu. Ben merak ettim, o biraz önce burada ne olduğunu anlamıştır. Yoksa benim ellerimi niye o kadar sıksın ki. Karısının yüzünden öpüp de bize niye böyle yaptı? Gerçekten sinirlendim, ama kendimi tutmalıydım. 

- Çobanların bayramına katılmak için gidiyorduk, su içmeye uğramıştık, diye mırıldandım. Sesimin de suçlu gibi değişik çıkmasına sinir oldum. Ben niye böyle yapıyorum? Ne suçum var? 

- Ayıp ya! Aksakal biraz utansanıza! Hangi çobanlar? Buradan sonra yol yok ki! 

Yoğurdum elimden düştü.

- Niye yol yok! 

- Siz nereden geliyorsunuz? 

- O yabancı galiba, dedi gelin sakin ve alçak sesle. Çoban hemen özür dilemiş gibi karısına baktı. Ben hafifledim. 

- Niye yol yok? dedim ikisine de kızarak. 

Çoban bana şüpheli baktı, ama gönül kırıcı sözler söylemedi, karısından çekindi. 

Ben işi tam anlayamadan dışarı çıktım. Tariyel atına binip ta uzakta beni bekliyordu. Yanına geldiğimde Tariyel’in sağ tarafı şişmiş, biraz kan akıyor. Kırbacın iziymiş. 

- Aptallar! dedim üçünü de suçlayıp ama Tariyel’e biraz acıyordum. Gerçekten de onun yüzü solmuştu. Sadece bu sebepten dolayı acıdım. Yoksa bu gelinle iki erkeğin hangisinin haklı olduğunu bilmek çok zordu. 

Güneş yuvasına girmiş, etrafı karanlık bürümüştü. İçinde sırrını gizleyen arkadaşım kendini çok suçlu hissederek önde gidiyordu. Kanyonda yukarıdan aşağıya doğru gidiyorduk. Bence Kan yaylasına bu gece yarısına kadar varamayız

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 178. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 178. Sayı