Yunus Emre Divanı


 01 Ekim 2021



GEL GÖR BENİ AŞK NEYLEDİ

Yunus Emre’nin (1238-1320) adını ilk defa babamgilde Nazım Hikmet’ den duymuştum. Nazım tekrarsız şiir okumak maharetiyle, Yunusun mısralarını güzel sesiyle söylüyordu.

 

            Ben Yunus’ u biçareyim,

            Aşk elinden avareyim,

            Baştan ayağa yâreyim,

            Gel gör beni aşk neyledi.

 

Bu mısraları okurken şair kendinden oldukça küçük olan sevgilisine, (Son aşkı, son ağrısı ‘ Resul Rze’) Vera’ ya okuyordu. Vera Türkçe bilmiyordu. Belki Nazım bu mısraları onun için daha önce tercüme etmişti. Belki de etmemişti.  Belki de sevgiliye bir şey anlatırken seni anlayıp anlamayacağı önemli değil. Asıl gerekli olan kendi kendine ettiğin itiraftır.

Sevdalanan insan çoğu zaman duygularını şairlerin diliyle açığa vurur. Kendileri şair olsa bile… Bazen daha önce yaşamış olan şairlerin sözlerine müracaat eder. Her ne kadar Yunus ile Nazım arasında yedi asır olsa da, Mevlana Celâlettin Rumi gibi Nazımın da çağdaşıdır.

Büyük şairler hangi asırda yaşarlarsa yaşasınlar aslında bir birinin çağdaşıdır. Hepsi aşk hayranlığı, ihanetler, sevgi ıstırapları, ölüm korkusu, ayrılık acısı, yalnızlık hissi, kimsesizlik, özlem, hayal kırıklığı ve ümit tesellisi gibi aynı ebedi duyguları ifade etmişler. Tabi ki her biri kendi diliyle, kendi üslubuyla, kendi anlatım tarzıyla ve kendi zamanının lisanıyla…

Benim düşünceme göre muhteşem şiir dünyamızda en yüce beş zirve var; Dede Korkut Söylemleri, Yunus Emre’ nin yaratıcılığı, Fuzuli’ nin Türkçe “Divan”’ ı ve “Leyla İle Mecnun”’ u, Sabir’ in “Hophopname”’ si ve Nazım Hikmet’ in şiirleri…

Uzun zamandan beridir Yunus Emre hakkında yazı yazmak istiyordum. Anlaşılan o ki vakit yetiremediğimden niyetimi günden güne erteledim.2013 yılının ilk günlerinden beri Yunus Emre nedense kalbimin en munis arkadaşı oldu. Söylemek istediklerimi onun diliyle ifade etmeye ihtiyaç duydum.

“Kitabı Dedem Korkut.”, “Han’ım Hey!” hitabıyla başlıyor.

 

            Yunus Emre;

            Sen burada garip mi kaldın?

            Niçin ağlarsın ey bülbül hey.

            Yârinden ayrı mı düştün?

            Niçin ağlarsın bülbül hey. diyor.

 

Yunus Emre’nin şiirsel özelliği “Kitabı Dedem Korkut”’ dan sonra zaman itibariyle dilimizin en büyük bedii abidesidir. Bugün ki dilimizi yani Azerbaycan ve Anadolu Türkçesini şekillendiren, biçimlendiren,  billurlaştıran bir dildir.

 

               Nidem elim yetmez yara

               Bulunmaz derdime çare

               Oldum elimden avare

               Beni burada eyler misin?

 

               Bu karşında göğüs geren

               Daş bağırlı dağlar mısın?

               Ben yârimden ayrı düştüm

               Sen yolumu bağlar mısın?

 

               Karlı dağların başında

               Salkım salkım olan bulut

               Saçın yolup benim için

               Yaşın yaşın ağlar mısın?

 

Nefesi Dede Korkut’ dan gelen Yunus Şiirinin Aks-i sedası kendisinden sonraki  şairlerimizin ve aşıklarımızın eserlerinde de görülebiliyor. Aşık Paşa’ dan, Nesimi’ den, Fuzuli’ den, bayatılarımıza kadar, Aşık Veysel’ le ve de Nazım Hikmetin kendisine kadar hepsinin çeşitli satırlarında Yunus’ dan etkilenmeler görülebiliyor.

 

               Yunus Emre;

               “Geldi geçti ömrüm benim

               Şol yel esip geçmiş gibi

               Hele bana şöyle gelir

               Şol göz yumup açmış gibi

 

               İş bu söze hak tanıktır

               Bu can gövdeye konuktur

               Bir gün ola çıka gide

               Kafesten kuş uçmuş gibi.”  diyor.

 

               Âşık Paşa (1272-1333) da;

               “Nazenin bu ömrümüz bir göz yumup açmış gibi

               Geldi geçti duymadık bir kuş konup uçmuş gibi.” diyor.

 

               Yunus Emre;

               “Evvel benim ahir ben

               Canlara can olan benim

               Gözsüz beni nasıl görsün

               Gönüllere giren benim.” diyor.

               Bu mısralar Nesiminin yalnız meşhur; “Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam.” Şiirinde değil,

               “Ben mülki cihan, cihan benim ben,

                Ben hakkı mekân, mekân benim ben.”  mısralarında da yankılanıyor.

 

               Fuzuli’nin;

               “Aşk imiş her ne varsa âlemde

               İlim bir kîl -u kal imiş ancak.” beytinde de Yunus Emre ruhu duyuluyor.

               “Geldi geçti bilemedim

               Ah neyleyim ömrüm seni.

               Yazık ki yarım gece geldi, gece gitti

               Hiç bilmedim ömrüm nice geldi nice gitti.” bu da Ağabeyim Ağa’ nın dır.

 

Diyebilirim ki bu motifler asırlar boyu şiirimizde yaygın olarak tekrar tekrar işlenmiş teşbihlerdir. Şiirdeki bu karakter yapısını herkesten evvel Yunus Emre kullanmıştır. Yazılı edebiyatımızda da âşık şiirlerinde de dünya hakkında redifli çok güzel şiirlerimiz var ama Yunus Emre herkesten önce demiştir ki;

 

               “Biliyorum ben seni yalan dünyasın,

               Şahları tahtından salan dünyasın.”

               Ve ya;

               “Yürü yürü yalan dünya,

               Yalan dünya değil misin?

               Yedi kez boşalıp yine,

               Dolan dünya değil misin?”

 

Yedi asır sonra Semet Vurgun meşhur şiirinde de dünya; “Bir yandan boşalıyor, bir yandan doluyor.” diyor.

Yeri gelmişken dünyanın boşalıp; “Yedi kez yeniden dolması.” fikri en yeni ilmi düşüncelerle örtüşen yeryüzünde uygarlıkların defalarca dağılması ve yeniden var olması hususuyla denkleşiyor.

 

               Yunus Emre’ nin; 

               “Çalış kazan, ye yedir, bir gönül ele getir.

               Yüz Kâbe’ den yeğrektir, bir gönül ziyareti.”

               Yahut

               “Taş olsan da, erirsin.” mısraları bizim bayatılarımıza yansımıştır.

 

Her bir sanatkârın belirli yaşlarda ister istemez ölüm hakkında düşünmesi ve yazması tabiidir.

 

               Nazım Hikmet;

               “Ne ölümden korkmak ayıp,

               Nede düşünmek ölümü.” diyordu.

               Ölüm Yunus Emre eserlerinde de ısrarla tekrar edilen mevzulardandır.

               “Vaktinize hazır olun,

               Ecel vardır gelir bir gün.” diyerek haber verirken ölümün tarifini de veriyor.

 

               “ Bir nicenin belin büker

                Bir nicenin mülkün yıkar

                Bir nicenin yaşın döker

                Var gücünü ezer ölüm.”

 

Ölüm hakkında bu genel soyut düşünceleri şair git gide yaklaşan akıbeti gibi kavrıyor.

 

               “Bir Korku düştü canıma,

               Acep n’ola benim halım?

               İlaç kar etmez canıma,

               Acep n’ola benim halim?” şiirin sonuna kadar ölümle alakalı sahneleri açıkça ortaya koyuyor.

 

               “Dünya birden soğuyacak

               Yuyucu tenim yuyacak.”

               Sonunda kabre koyacak

               Acep n’ola benim halim?

               

               Azalarım sökülecek,

               Göze toprak dökülecek,

               Münkerle Nekir gelecek,

               Acep n’ola benim halim?

 

               Ne ayak tutar ne elim,

               Ne aklım kalır ne bilim,

               Cevap vermez ola dilim,

               Acep n’ ola benim halim?

 

Bu satırlar ise sanki kabrin içine uzanmış insanın dilinden dökülüyor;

 

               Beş karış bezdendir donum,

               Yılan çıyan yese tenim. 

               Nereye dönsem taştır yönüm.

               Unutulmuş olsam bir gün

               Bu zindanın dehşetine

               Tek başıma dalsam bir gün…

 

Büyük sanatın ölümsüzlüğü ve Yunus Emre’ nin şairliğindeki başarı o dur ki, Ölümün kendisini bile hayatın sonu gibi değil, mısralarda yaşayacak güzel bir hal gibi değerlendirir. Dünyadan mertçe, yiğitçe ağlayıp sızlamadan vedalaşmayı başarıyor.

 

               “Bu dünyadan gider olduk

               Kalanlara selam olsun!

               Bizim için hayır dua

               Kılanlara selam olsun!

 

               Dünyaya gelenler gider

               Ecel ki var bizi güder.

               Bizim halimizden haber

               Soranlara selam olsun!”

               

Kendime ait kütüphanemde Yunus Emre hakkında Türki’ye’ de ve Azerbaycan’ da yayınlanmış eserler ve o eserlerle ilgili muhtelif araştırmalar var. Türkiye’ ye gittiğim zaman oradaki dostlarıma şakayla diyordum ki; ”Bundan yedi asır önce yaşamış olan Yunus Emre’ nin kitabını kolayca okuyup anlıyorum. Ama bu kitaba günümüzde yazılmış olan ön sözü okurken sık sık sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum.”

Mehmet Fuat Köprülü’ nün diliyle söyleyecek olursak, Türk edebiyatının en büyük sufisi, gâh Türkmen köylüsü, gâh derviş diye isimlendirilen, kendi kendine Miskin, Derviş, Âşık diyen şairin şiirleri, irfan şiirleri olduğu içinde kıymetlendirilerek tasavvuf anlayışıyla yorumluyorlar. Tabi ki her bir araştırmacının buna hakkı vardır.  Bu yaklaşımlar Yunus Emre’ nin iyi niyetini ve üretken kişiliğini açıkça ortaya koyuyor. Fakat her okuyucunun da okuduğu eserleri kendisine göre anlama, kavrama, izah etme ve duyma hakkı var.    

 

               Yunus Emre’ nin belki de en meşhur beyit;

               “Beni bende demen, bende değilim,

               Bir ben vardır bende benden içeri.”

               

               Yahut bir başka varyantta;

 

               “Beni sorma bana, bende değilim,

               Suretim boş yürür dondan içeri.”

 

Azeri Türkçesine çevirdiğim bu mısraları sufizim şekline sokmak istemiyorum. Benim için bu beyit çağdaş insanın varlığını anında aksettiren psikoloji portresidir. İnsan cemiyet, muhit, aile, iş hayatı içinde yaşıyor, görüşüyor, sohbet ediyor. Kimiyle kavga ediyor, kimiyle barışıyor. Ama bütün bu hakikat görüntülerinin içinde insanın bir deruni “Ben”’ i var ki o bambaşkadır. Öz dâhili âleminde duygu ve düşünceleriyle yaşayan, dış dünyasında hiç kimsenin görmediği, bilmediği, harici âlemle hiçbir ilgisi olmayan insanın hakiki ; ”Ben”’ i dir bu.  İşte bu “Ben” zahiri “Ben” den içeridir.

Geçen aşırın yirminci yıllarında Azerbaycan’da pedagoji faaliyetleri ile meşgul olan ve edebiyatımıza çeşitli hizmetler eden İsmail Hikmet o yıllarda Bakü’ de “Azerbaycan edebiyat tarihi ve Türk edebiyat tarihi.” hakkında iki kitap yayınlamış. Bu kitaplarda orta asırda dili, edebi biçimleri ve ruhu itibariyle ayrılmayan şiirlerimizi Türk şiirleri ve Azerbaycan şiirleri diye iki kısma ayırmış. Anadolu’ da ve Azerbaycan’ da yaşamayan Fuzuli’ yi hiç kimse bizim edebiyatımızdan ayıramaz. İngiliz oryantalist Uilkinson Gibb gibi muteber bilim adamı Fuzuli’ nin dilinin Çağataycadan ve Osmanlıcadan farklı bir dil olduğunu yani Azerbaycan Türkçesi olduğunu onaylıyor ve Fuzuli’ yi Azerbaycan şairi sayıyor. Aynı zamanda ondan ; “Osmanlı Şiir Tarihi.” adlı anıtsal kitabında bahsediyor. Bu da itirazlara sebep olmuştur. Bağdat’ da yaşayan ve Azerbaycan şairi sayılan Fuzuli Türk edebiyatının da iftiharı sayılıyor. Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin de Azerbaycan edebiyatına ait ediliyor. Bu suretle Yunus Emre’ yi dilimize olan zengin kalıtsal katkıları olan büyük şairimizi neden edebiyat tarihimize dâhil etmeyelim? 

Bundan birkaç yıl önce ; ”Kitabı Dedem Korkut”’ un 1300. Yılını işleyerek kayıt altına aldık.  Kuşkusuz destandaki bazı motifler çok daha kadimdir. Buna göre Dede Korkut’ un Hazreti Muhammed’ in etkisinde olduğu gösterildiğine göre, bunu esas alarak VII aşıra ait edildi. Unutulmaz önderimiz Haydar Aliyev’ in desteğiyle bu tarih Azerbaycan’ da tasdik edildi.  UNESCO’ da, Türk bilim adamları da bu tarihi kabul ettiler. Bu olgunun büyük önemi şimdiki edebiyatçılarımızın eserleri Arap ve Fars dilleriyle değil kendi azametli dilimizle abide eserler ortaya koyabilmemizi sağlamasıdır.

İzzettin Hasanoğlu’nun üç gazelini geleneksel olarak dilimizde yazılan ilk şiir sayıyoruz. Hasanoğlu’ nun çağdaşı olan Yunus Emre’ nin zengin karakterli eserlerini edebiyat hazinemize dâhil etmeden, sonra ki eserlerin hece şiirlerimizin gelişme yollarını nasıl belirleyebiliriz diye düşünmek gerek.

Bir zamanlar bu sahada etkili teşebbüsler olmuş. 1928 yılında görkemli yazarımız Abdulla Şaiq Edebiyattan İş kitabı adlı eserinde; “Yunus Emre Sakarya etrafında ki köylerden birinde yetişmiş bir Türkmen köylüsüdür. O burada rençberlikle geçinen çok fakir bir insandı. Taptık Emre adında bir pir dervişin maiyetine girerek yıllarca onun kapısında çalışmıştır.” demiştir.

1982 yılında; “ İki zirve, Yunus Emre, Âşık Veysel.” adlı kitabı yanılmıyorsam, Yunus Emre’ yi Azerbaycan okurlarına takdim eden ilk yayın idi. Kitabı Şair Mehmet Aslan tertip etmiş, Bahtiyar Vahapzade de kitaba ön söz yazmıştır.

Türkiye’ nin muhtelif köşelerinde (on yerde) Yunus Emre’ nin mezarı ya da makamı gösteriliyor. Mehmet Aslan; “Son zamanlarda Azerbaycan’ın Qax ilçesi sınırlarında Derviş Yunus Emre ait olduğu düşünülen mezar ortaya çıkmıştır. Bu da şairin Anadolu da ve Azerbaycan da hele de halk zihniyetinde ne kadar yer tuttuğunun göstergesidir.” demiştir.

Türkiye’ nin eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek Yunus Emre’ nin Türkiye yayınlarından birinde yazdığı ön sözde haklı olarak diyor ki; “Türkiye de Yunus Emre’ yi  sevmeyen var mı? Yunus Emre sevgisi bizi bir birimize bağlayan en değerli bağlardan biridir.” Azerbaycanlı büyük şair Bahtiyar Vahapzade ; “Bir yerde öldüğü halede, niye bin yerde mezarı var?” diye soruyor ve bunun cevabını yine kendisi veriyor;

 

               “Her gün kazılıyor çünkü gönüllerde mezarı

               Otlarda, çiçeklerde ve güllerde mezarı

               Efsane mi gerçek mi bir insan nice insan

               Varlık sesidir kopmuş o Türkün kopuzundan.

 

“İki Zirve” kitabına yazdığı ön sözde ise Bahtiyar Vahapzade özellikle vurguluyor; “Muhite ve cemiyete uyum sağlayamayan fikir adamları kendi içlerinde yarattığı hayali hakikat dünyası ile sükûnete varıyorlar. İç dünyası ile dış dünyası, dildeki yalan ile yürekteki hakikatin ebedi savaşında insan kendini arıyor.  O zaman ; ”Nasıl olur azmi-sefer?”, “Korku kıyamettendir, ya ben niçin kızarıyorum?”, “Âdemin toprağını dört melek aldı, suyunu neden kattı?” gibi sorular karşısında durup düşünmek gerek.”

Halk şairi Zelmihan Yakup, Yunus Emre Destanı ile ilgili manzum şiir yazmıştır.

Yunus Emre’ nin Türk edebiyatı tarihinden hiç yüze çıkarmadan (bu mümkün de değil) Azerbaycan tarihine de katmak, onu ona mensup olan yerde tasdik etmek bizim şeref borcumuzdur.

Defalarca dedim ki şairlik iddiam yoktur. Ama ara sıra klasik şairlerin şiirlerinden gıdalanarak onlara nazire yamak için kim bana engel olabilir? 

Büyük Yunus Emre’ ye hasrettiğim bu yazımı da onun yukarıda yazdığım meşhur şiiriyle sesleşen daha önce yazdığım mısralarla bitirmek istiyorum.

 

               Geçip gitti ömrüm benim

               Yeller esip geçmiş gibi

               Ömrün sonu kaçınılmazdır

               Felek kefen biçmiş gibi.

 

               İsterdim deryada yüzem

               Kartal gibi gökte süzem

               Öyle sandım ölümsüzem

               Abıhayat içmiş gibi

 

               Yıllar geçti bir an gibi

               Cellat yoktur zaman gibi

               Hayat bir rüyaymış deme

               Bize gelir olmuş gibi. 

 

Ocak 2013

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 178. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 178. Sayı