HaftanınÇok Okunanları
TANER GÜÇLÜTÜRK 1
COŞKUN HALiLOĞLU 2
KEMAL BOZOK 3
HİDAYET ORUÇOV 4
SEYFETTİN ALTAYLI 5
AHMET KARTAL 6
Serdar Dağıstan 7
Açlık her gün bizimle otururdu sofraya, sessiz ama baskın bir misafir gibi.
Bizimle de kalkardı.
Biz küçüktük daha. Küçük olmak bazen avantajdı, bazen de en büyük çaresizlik. Sofradan hiçbir zaman tok kalkmazdık bu nedenle sabahları soframız sessiz olurdu.
Açlığın verdiği ağırlıkla neşelenmek zor, konuşmak gereksizdi.
Üç kardeştik. Babam gündelik işlerde çalışır, çoğu zaman eve eli boş dönerdi. Annem ekmeği bölerek verir, soframızdaki her şeyi bize eşit paylaştırırdı. Kimsenin hakkı yenmemeli, kimse eksik kalmamalıydı.
Bir gün babam, elinde bir kese kâğıdıyla geldi eve. Annem kese kâğıdını aldı, dikkatle açtı. İçinde birkaç avuç dolusu zeytin vardı. Hepimiz heyecanla gözlerimizi zeytine diktik. Ama zeytinlerin çoğu buruşmuş kimisi de ezilmişti. "Ucuzdu," dedi babam, sesi suçluluk doluydu. "Daha fazlasını da alamadım."
Annem zeytinleri tek tek ayıkladı, çürükleri bir kenara ayırdı, kalanları bir kâseye koydu. Bu bizim sabah rızkımızdı. Sabah payımıza düşen zeytinleri yerken hiç acele etmedim. Her birinin tadını çıkardım. O günden sonra birkaç sabah annem, zeytin kâsesini sofraya koyar, biz de her birimizin payına düşen yediğimiz zeytinlerin çekirdeklerini önümüze dizerdik. Annem, hakkaniyeti sağlamak için kim ne kadar yedi diye önümüzdeki zeytin çekirdeklerini dikkatle sayardı. Sayılar önemliydi. Çekirdek sayısı eksikse ona buruşuk zeytinlerden bir tane daha verirdi.
Ben kardeşlerim kadar hızlı yiyemezdim. Bu nedenle sofrada herkesin önündeki zeytin çekirdeklerine kayardı gözüm. Çünkü açlığı biliyordum. Babamın yorgun yüzünü, annemin narin ama çatlamış ellerini, kardeşlerimin büyüyemeyen bedenlerini biliyordum. Ve en kötüsü, sofrada aç gözlerle bakan yüzleri çok iyi biliyordum. Benim gibi onların da karnı doymuyordu.
Bir sabah, küçük kardeşim gözlerini kocaman açarak bana baktı. "Senin çekirdeklerin hep az," dedi. Sesi suçlayıcı değildi, sadece şaşkındı. Bir an korktum. Gerçekten de çoğu zaman benim önümdeki çekirdek sayısı kardeşleriminkinden az olurdu ve annem eşitlemek için bana hemen bir tane daha zeytin verirdi. Annem uzun uzun baktı, yüzünde tuhaf bir hüzün belirdi. Gülümsedi. O gülümseme, derin bir acının içinden çıkmış gibiydi.
O gün sofrada hiç olmadığı kadar sessizlik vardı. Kardeşlerimle payıma düşen buruşuk zeytinleri ağır ağır yedim. Son lokmamı yutarken annemin bana verdiği zeytine baktım. Yavaşça avucuma aldım, o an karar verdim.
Sofradan kalkınca, mahallenin bakkalına gittim. Raflardaki kavanozlara göz gezdirdim. Işıl ışıl, kara kara parlayan kavanoz dolusu siyah zeytinler duruyordu. Seslendim: "Bakkal amca, ben çalışmak istiyorum."
Bakkal önce şaşırdı, sonra gülümsedi. "Ne yapabilirsin ki bu küçük halinle?" dedi. " Altı yaşındayım ben.” dedim göğsümü kabartarak. Rafları dizerim, yerleri süpürürüm, sana yardım ederim." diye hevesle ekledim. Bakkal Halil Amca başını salladı. "İyi tamam o zaman, baban da izin verirse seni işe alırım.” dedi gülümseyerek.
Annem başta küçük olduğum için çalışmama itiraz etti ama babam, "Bırak çalışsın," dedi. "Emek ne kadar küçük olursa olsun, kıymetlidir. Öğrensin hayatı.” dedi.
Yaz boyunca bakkalda çalıştım. Sabahları erken kalkıp dükkânı süpürdüm, rafları düzelttim, gelen müşterilere yardım ettim, Halil Amcaya kahveden çay getirmelerini söyledim. Karşılığında harçlıkla birlikte her gün eve ya peynir ya ekmek ya da bisküvi götürdüm. Oysa benim gözüm hep o kocaman kara kara parlayan zeytinlerdeydi.
Açlık aynı kaldı ama umudumuz arttı. Sonbahar geldiğinde okullar açıldı, bu yıl ben de okula gidecektim. Bakkaldan ayrılırken Halil Amca bana, yepyeni bir okul çantası hediye etti. İçine defter, kalem, silgi, bir öğrenciye lazım olan ne varsa koymuştu. Cebime de harçlık koymuştu. Elini öpüp gidecekken “Az kalsın unutuyordum,” diyerek Halil Amca, bir torba dolusu iri parlak kara zeytini elime tutuşturdu. "Bu senin kazandıkların," dedi. O torbayı, adeta uçarak eve getirdiğimde annemin gözleri doldu.
Ertesi sabah, ilk kez soframızda çekirdekleri saymadık.
Yıllar geçti. Açlık unutulmadı ama geride kaldı. Kardeşlerim büyüdü, her biri kendi yolunu çizdi. Ben de büyüdüm. Çalıştım, okudum, hayata tutundum. Sofralarımda artık açlık yoktu ama yine de yediğim zeytinlerin çekirdeklerini saydım.
Çünkü bazen bir çekirdek, yılların özeti olabiliyordu.
* * *
Ve yıllar önce o sofrada, küçük kardeşim gözlerini kocaman açarak bana bakmış ve “Senin çekirdeklerin hep az.” demişti.
Ben o zaman başımı eğmiştim. Çünkü...
Her sabah küçük bir hile yapardım. Bir zeytinin çekirdeğini...
Yutardım.
Sayılmasın diye.
İlkinde içimi bir suçluluk kaplamıştı. Ama midem kazınırken vicdanımı susturmak kolaydı.
Tuzlu zeytin boğazımdan kayarken, açlığım biraz olsun yatışırdı. Kardeşlerimin gözleri, önümdeki çekirdekleri sayarken, ben başımı eğip sessizce beklerdim.
Korkardım.
Yakalanırsam, o fazla zeytini yiyemeyeceğimden korkardım. Sonra içimdeki açlık, utancımı bastırırdı.
Annem her seferinde bir zeytin daha koyardı önüme.
Bir buruşuk zeytin daha.
Ve ben, o gün fark ettim:
Benim yuttuğum o bir çekirdeği... Annem biliyordu. Kaşlarını çatmıştı.
Ama boğazından geçmeyen o bir buruşuk zeytini bana uzatmaya devam etmişti. Acaba sonradan getirdiğim bir torba dolusu iri parlak kara zeytinlerle borcumu ödemiş sayılır mıyım?
Bir buruşuk zeytin kadar olan tokluk borcumu.